Ayakkabı Boyacısı

Akademinin giriş kapısı ile arka bahçedeki kantine açılan kapı arası, girişle dershanelerden çok işler. Birinci sınıf da girişin tam karşısındaki en büyük amfidir. Ana kapıdan dersliğe yürüyünce, sağda ayniyat, solda da yaşlı, yaşamaktan bezmiş göründüğü halde, konuşmalarından anladığım kadarıyla, hayatı olduğu gibi kabullenmiş, hatta belki de içten içe hayatından son derece memnun bir boyacı vardır.

Herkes; okuyamadım, öğrenemedim, defter, kalem, kitap, teksir, hoca, ders, imtihan, not, diploma, askerlik, iş, evlenme, ekmek, geçim, seçim derdindeyken; asıl adının ne olduğunu kimsenin merak etmediği, Kamber olarak tanınan bu adam, işini önüne koymuş, son derece rahattı. Yüzü gözü, ayakkabılardan havalanan, ince ve nefes tıkayan tozdan görünmezdi. Buruşuk cildi siyah deliklerle dolu, nasırlı elleri; boya, cila, pislik ve bakımsızlık nedeniyle çatlamış, yara bere içindeydi. Avurtları çökmüş, gözleri çukuruna kaçmış; kaşları, kirpiklerinin üstüne sarkmıştı. Kocaman, kemerli, ucu sivri bir burnu vardı. Sigaradan morarmış, katlı ve kırışık dudakları hep kırır kıpırdı. Çıkık, sivri çenesi de hareket halindeydi. Yalnızken de bir şeyler mırıldanmaktaydı. Genellikle koyu renk, eski ve ütüsüz giysiler giyen bu çingene, süslü püslü sandığının başında, minik taburesinde pineklerdi. Yerinde göremezsek, eksikliğini fark ediverdiğimiz bir parçasıydı okulun. Birileri geçerken, had safhada tozlu, kocaman, tahtası kararmış meyilli fırçasını bazen sandığın sağ yanına bazen de gümüş rengi keratayı, pırıl pırıl parlayan pirinç şişe kapaklarına vurarak dikkat çekmeye çalışır: 'Boyayalım abi!' derdi. Yakalayabildiği çocuklarla koyu sohbetlere dalardı. En çok söylediği söz, dillere destan olmuştu:

'Benim bir olum var. Senin gibi... Görsen ayran kalırsın! Ayakları miz kokar!'

Hukuk dersleri çok neşeli geçerdi. Ayniyat memuru ve Kamber de amfinin kapısı açıksa ders dinlerler; kapalıysa, açılıp kapandıkça aralıktan işaret ederlerdi, açık kalsın diye. Ders dinlemezdik, tiyatro seyrederdik. Ortaoyunu... Profesör değil, meddahtı! Bu kadar tatlı, bu kadar sevimli olamaz bir insan! Hem de bu kadar saygın...

Her konuyu dramatize ederek anlatırdı. O kadar komik örnekler verirdi ki kahkahalarla başlar, bitirirdik! Dersin nasıl bittiğini anlayamazdık! Not tutmaya gerek yoktu. Konuların örnekleri, olaylar halinde akılda kalıyordu zaten. Çünkü hepsi de özenle seçilmiş, son derece enteresan olaylar olduğundan, can kulağıyla dinlenmekte, tek kelimesi kaçırılmamaktaydı. Tüm dersler sıkıcıydı ve çok az devam eden vardı. Hukuk derslerinde amfi tıklım tıklım dolardı.

Bazıları geç kalır ama muhakkak derse girmeye çalışırlar, açık da olsa kapıyı çalar, izin isterlerdi. O, dersi keser, burnunun ucunda duran gözlüklerinin üstünden bakarak anlayışla gülümser:

'Gelin bakalım! Gelin! Geç geldiğinizde cezası gelmeyen son yer buralar olacak. Yarın göreceğim ben sizi, bir işe girdiğinizde, üç kuruş alma pahasına, geç kalmamak için caddelerde koştururken! Ne kadar azar işiteceksiniz amirlerinizden! O zamanlar bu gecikmelerinizi hatırlayın!'

Hukuk Profesörü Yusuf Nihat Alatlı, o zamanlar dekandı. Yıllarca, Anadolu'nun aşağı yukarı her yerinde kaymakamlık yapmıştı. Halkla iç içe yaşamanın verdiği rahatlığı halen aynen sürdürmekteydi. Hepimizle ilgiliydi, herkesle selamlaşır, kaynaşırdı. Çok nadir olsa da, yanındakiyle konuşmakta olan birini gördüğünde, hoşlanmamış bir ifadeyle yüzünü buruşturup alt dudağını sarkıtarak başını biraz eğip gözlerini gözlüğün camlarından kurtararak bakar, sağ elinin işaret parmağını ona doğru sallar:

'Seni gidi seni! Ne konuşup duruyorsun orda? Sus bakayım! Ders dinle! İstatistik ne işine yarar bilmem ama bu ders hayatta çok lazım olacak sana.' derdi.

Bir defasında, arkamda oturan erkek arkadaş durmadan ayakkabısının burnuyla sandalyeme vuruyor, galiba içinden söylediği şarkının temposunu tutuyordu. Bir iki kere arkaya döndüm, yüzüne baktım: 'Ne oluyor?' dercesine. O dalga geçmeye devam ediyordu. Tekrar döndüm ve:

'Yapmasana!' dedim.

'Ne olmuş?' diye efelendi.

'Rahatsız oluyorum.'

'Bir şey mi yaptık şimdi sana? Amma da nazlıymışsın ha!' dedi tekrar, küstahça. Hocamız dayanamadı:

'Söylüyor ya işte! ?Rahatsız oluyorum!' diyor. Daha ne diyecek? Onun özgürlük sahasına giriyorsun. Buna hakkın yok! Kalk oradan! Başka bir yere otur. Ya da çık dışarı! Ders dinlemiyorsun, bari dinleyene mani olma! Sene sonunda göreceğim seni!' diye üç yüz kişinin içinde usulüne uygun azarladı onu.

Bir defasında da konunun ağırlığından mıydı yoksa havanın sıcaklığından mı hatırlayamıyorum, rehavet çökmüştü üstümüze. Üç yüz kişinin kirlettiği hava... Bir öğleüstü... Sınıfta şöyle bir dalgalanma oldu. Anında müdahale etti. O parmak yine havada:

'Sizi gidi sizi!..'

Anlayışlı ve deneyimli bir öğretmendi. Böyle zamanlarda dikkati toplamak, motivasyonu sağlamak için çoğu zaman tek sözcükten yola çıkarak ya bir fıkra anlatır ya da bir anısını aktarırdı. Zaten hemen hemen her derste örf ve adetlerden de bahsediyordu ve malzemeyi kullanmakta üstüne yoktu! Hemen taşı gediğine koydu:

'Sakın olur olmaz yerde boş bulunup da: 'Seni gidi seni!' demeyin siz de benim gibi. Bu söz kötü değil, şirin bir ikaz edici sözdür aslında ama Anadolu'nun bir kesimde kötü bir anlama geliyormuş. Bir gün, öylesine uğradığım bir kahvehanede adamın biriyle konuşurken: 'Seni gidi seni!' diyecek oldum, adam deliye döndü! Gırtlağıma yapıştı, bağırmaya başladı: 'Efendim, sen bana nasıl ?gidi' dersin!..' diye. Kahvehane ayağa kalktı! Elinden zor kurtardılar! Adam haklı. Oralarda o söz, hakaret olarak algılanıyor. Ben de haklıyım. Bilmiyorum. İşte böyle durumlarda karar verilirken, o kesimin örf ve adetleri de göz önünde bulundurulur.'

İri yapılı, geniş omuzlu, biraz kamburca, bembeyaz saçlı, değirmi yüzlü, tombul yanaklıydı. Kalın gözlüklerinden iri gözleri arada daha da büyük görünüverirdi. Geniş tebessümlü, son derece sevimli bir çehresi vardı. Genelde gri takım elbise ve açık renk gömlek giymekteydi. Kravatı, pastel renklerdendi. İlkbahar sonundan, sonbahar başına kadar beyaz ve krem renkli giysiler giymeyi tercih ediyordu. Çoğu zaman koltuğunda bir kalın kitaplar, kâğıt tomarları olurdu. O kadar babacandı ki ne derse desin, ona kimse kızmazdı. Not vermese, süründürse de en çok sevilen ve asla unutulmayan olacaktı.

Bir gün ayakkabı boyatırken Kamber'le sohbete başlamışlar. Laf, dönmüş dolanmış, ekonomiye gelmiş. Bir ara ağzını aramış ihtiyarın:

"İşler nasıl Kamber? İdare ediyor mu seni buradaki kazancın?"

"Eh! İyidir. Yuvarlanıp gidiyoz işte hocam."

"Nasıl ?eh', Kamber?"

"Alıyoz işte üç beş kuruş, efendim."

"Ne kadar yani? Söyle bakalım! Ortalama kaç ayakkabı boyuyorsun, günde?"

"Belli olmuyor, efendim. Günde yüz elli, iki yüz alıyoz, Allah'a şükür!"

Yusuf Nihat Alatlı bir hesaplamış, boyacının ayda eline geçeni, bir de kendi maaşıyla mukayese etmiş, şaşırıp kalmış! Olaydan sonraki ilk derste bu muhabbeti anlattı, gözlerini gözlüklerinin üzerinden fal taşı gibi açarak:

"Yahu bu ne biçim adalet? Bu nasıl iş? Onca sene oku, dirsek çürüt; yıllarca, o kasaba senin, bu kasaba benim, gez, dolaş, sürün... İstersen çalış çabala profesör ol, bir ayakkabı boyacısı kadar para alama!.."


BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 4

08 Mayıs 2010 6-7 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (3)
  • sevgim saygım tebriklerim günün yazısına değerli yazarı sevgili Bilge Onur'a...👍👍👍

  • 14 yıl önce

    Sosyal hayatın açıkları diyorum ben bu hikayenin özetine. Yıllarca emek verilen ömrümüzün uzunca bir vaktini alan eğitim, emektarlarına yetecek maddiyatı hiçbir zaman sağlamamıştır. Yazık ... Öyküleme güzeldi. Betimlemeleriniz roman tadındaydı, sevdim. Kutlarım.

  • 14 yıl önce

    Eğitim öğretime ve çeşitli mesleklere (işçi-memur...) göre o denli aylık/kazanç farkı var ki kurgulanması güç ama yaşanması kanıksanmış kara mizah örnekleridir. Öykünün konusu da bunlardan sadece biridir. Adaletin hangi tarafta aranması gerektiğini de düşündürücüdür.

    Kutluyorum.