Ayna

Bir gece önce başlamış olduğum, çok uykum geldiği için tamamlayamadığım Antalya'ya Özlem adlı şiirimi, klasörümün içindeki çeşitli ebatlardaki ünlü kâğıt parçalarımın arasında epey bir süre aradıktan sonra bulup, tamamlamak üzere elime aldığımda, o şiire odaklanamayacağımı anladığım için tekrar diğerlerinin yanına koyup, buruşuk bir simit ambalajı olan atmaya kıyamadığım, saman renkli kâğıda içimden geçenleri yazmaya başladım. Birkaç dize yazmıştım ki, sokak lambası söndü. Galiba, sadece sokak lambalarında olan umumi bir kesilmeydi. Kalem elimde kalakaldı. Ben de pencereden dışarıya, yıldızlara bakmaya başladım. Bu arada gözüm yine o dairenin camlarına ilişti. Hayret! Camın birisi açıktı. Perde hafif hafif dalgalanmaktaydı. Temmuzdu. Hava haddinden fazla sıcaktı. Belki ev havalansın diye açmış, ikinci kat olduğundan açık bırakmakta bir sakınca görmediği için öyle bırakmış, belki de kapatmayı unutmuştu. Birkaç saat önce Zerrin Hanım'la beraberken konuştuklarımız ve o konudaki düşüncelerim aklıma geldiğinden onun orada olabileceğini zannetmekten kendimi alamadım.

Zannın fazlası iftiraya girer. İlhan'ın günahı münahı kalmadı. Hepsini yüklendim bu gece ben. Hiç tanımadığım, bilmediğim kişi hakkında neler düşündüm, neler dedim! Ne gereği vardı? Bana neydi? Allah Allah! Bu merak yok olmalı bende. Annemin dediği gibi başıma iş açacak. Bu duygudan acilen kurtulmalıyım ama nasıl? Can çıkar, huy çıkmaz! Kolay mı? Peki ama nasıl araştırmacı yazar olacağım o zaman? Öğrenmenin yolu, meraktan geçer.

Şimdi ben şu uçsuz bucaksız gökyüzüne baktığım zaman hiç düşünmeyecek miyim, bunca gök cismini dayanaksız, direksiz boşlukta tutan kim? Döndüren, dolandıran kim? Merak duygum ölürse nasıl bileceğim Rabbimi? Eşyanın sadece bana dönük yüzüne mi bakacağım? Sadece gördüklerimle mi yetineceğim? Ya göremediğim diğer yüzlerini... Onları merak etmeyecek miyim? Öküzün trene baktığı gibi mi bakacağım ağaca, kuşa, taşa, çiçeğe, böceğe? Olur mu? Allah bunları süs olsun diye mi yarattı? Eşyanın hakikatini öğrenmemizi istememiş olabilir mi? Asla!

'Takul etmez misiniz?' yani, 'Akıl etmez misiniz?' diyor, pek çok ayette. Aklı boşuna yaratmadı ve yüklemedi ya beyinlerimize! Kullanmamız için... Hatta kullanmadığımız için neleri, nasıl, ne için yarattığını açıklıyor ve niçin düşünmediğimizi soruyor. Aklımızı kullanmamamız yüzünden kim bilir ne kadar sorgulanacağız!

Baktığımız her nesnenin yapı maddesini, yapılış şeklini, kullanım faydasını, dayanıklılığını, yeterlilik oranını, ekonomik ömrünü, yokluğunun yaratacağı boşluğu düşündükten sonra sanat eseriyse sanatkârını, değilse ustasını düşünmemek mümkün mü? Allah, gizlenmiş gibi olsa da son derece açıkta... Bedenen yok ortada, varlığı ve mekanı yaratan O. Tablosuna sığar mı ressam? Oysa tablodan haykırmakta, olanca hak sahipliğiyle, çığlık çığlık!

Şu saksıdaki yapraklar, ne kadar da yumuşacık! Sert topraktan geliyorlar, giyinip, süslenip. Saksıda pis kokulu gübre, çiçekte mis kokulu ikram! Aynı toprak, aynı gübre, beraber harmanlanıp dağıtılmış saksılara; karanfilde başka parfüm, fesleğende bambaşka! Gel de merak etme böyle bir Yaratan'ı!

Güneş, eteklerini toplayıp dağların arkasına gittiğinde, hareketliliği, canlılığı da götürmekte, sokak lambasının yaptığı gibi... Güneş ışıklarını alıp gitmeseydi, gökyüzünün ihtişamını kim bilecekti?

Peynir, yağ tenekeleri vardı eskiden. Onlarda su taşınır, çamaşır kaynatılırdı. Su akıtmaya başladı mı dibi paslanmış, delinmiş demekti. Dıştan bakıldığında görünemezdi ama içinden bakılınca, o deliklerden ışık sızardı. İşte ben onları yıldızlara benzetirdim eskiden.

_ 'Çiçek tenekesi vardı ya boşalttığın. Vita kutusu... İşte ona kafamı sokup baktığımda, içinde yıldızlarını gördüm. Pırıl pırıldı! Aynı gökyüzü gibiydi, içi.' dediğim ve yıldızların, ayın, güneşin orada basıl durduğunu sorduğumda, üç yaşında çocuğa nasıl anlatacağını bilememiş olacak ki annem:

_ 'Haydi bak, baban orada. Ona sor, anlatsın sana. Öğrencilerine nasıl anlatıyorsa...' demişti.

Aklıma takılmıştı, teneke yıldızlarıyla gökyüzünün delikleri. On bir yaşındayken yazdığım ilk şiirimde kullanmıştım o malzemeyi. O gün dua etmiştim:

_ 'Allah'ım, şair olmak istiyorum ben. Adımı duyumadan canımı alma!'

'Kim bilecekti, güneş batmasaydı
.Delik deşik olduğunu gök kubbenin?'

Bu düşünceler içindeyken yüzüme bir ışık vurdu. Geldi geçti, öylesine. Başımı kaldırıp, ilk baktığım yer, o açık cam oldu. Açısı biraz değişmişti. Rüzgârdan olabileceğini düşündüm, önemsemedim. Tekrar düşüncelere daldım. Yaratılış ve türeyiş konusunda... İlk insana kadar gitti düşüncelerim. Tam çıkmaza girecektim ki türeyiş konusunda, tekrar geldi, dokunup geçti gözlerime aynı ışık. Birkaç saniye sonra da yüzümde durakladı. Olabilecek onca açı varken yüzüme aksetmesi binde bir ihtimaldi. Başımı kaldırıp o cama baktığım zaman gözlerimi aldı! Bir el ayarlamasaydı, bu kadar isabet edemezdi.

Işık söndü ya beyimizin ekranı karardı. Cama vuran ışığı yüzüme düşürdü. Alışmış, seyretmeye. Göz çok kötü bir organ... Bir noktaya alışmaya görsün! Gider gider oraya takılır. Daha iki saat önce ?yakalayacağım' diyeyim ve eliyle ayağıyla gelsin, iyi mi? Hiçbir tepki vermemeye kararlı olarak, karanlıkta gördüğüm nesnelere bakarak akıl yürütmeye devam ettim.

Göklerin büyüklüğü korkutmuştur beni hep ve bana aczimi o kadar güzel anlatmıştır ki! Yaz günlerinde, gökyüzüne sere serpe uzanan Samanyolu'na kadar ulaşabilen, aklımı muhafaza edebilmem için Allah tarafından algılaması kısılmış gözlerim, hayretten kocaman kocaman açılarak idrakimi zorlardı, Yaratan'ın nelere kadir olduğu ve akıl almaz yüceliği! Her bakışımda tekrar tekrar, tek nazarla haddimi bildirirdi yarattığı toz bulutu gibi görünen galaksi ve toz tanesi kadar olan dünyadaki boyutumu düşündüğümde, sadece görebildiğim yerlere oranla, çıldırmamak için vazgeçerdim, düşünmekten, daha fazla ve Berkant'ın sesini duyardım beynimdeki hafızanın müzik arşivinde. İlk notalardan sonra kalın sesi ve inandırıcı diksiyonuyla söylemeye başlardı:

_ 'Bir şarkısın sen. Ömür boyu sürecek. Dudaklarımdan, yıllarca düşmeyecek...'

Kendi kendime Samanyolu'nu mırıldanırken, avuç içi kadar bir parlak ışık yansıması gezinmeye başladı odamın duvarlarında, yüzümde... Tepki vermemeye kararlıydım, şu işin aslını anlamak için. Sabredecektim. Geldi ve yüzümde durdu. Başımı kaldırdım, karanlıkta yaz gecelerinin ılık rüzgârıyla yavaş yavaş dalgalanan beyaz patiska perdeli karanlık pencereye baktım. Orada, büyük bir el feneri gibi parlayan nesneyi gördüm. Görünmez bir elin avucunda, gecenin içinde ışığı yanan bir evden aksettiğini zannettiğim ışınları yüzüme gönderen, bir el aynasıydı. Küçüklüğümde, artık demode olduğundan annemin oynamam için verdiği arkası parlak sarı tenekeli, horoz resimli, önünden çok arkasıyla ilgilendiğim küçük el aynaları geldi hatırıma.

Mahalle uykudaydı. Bir ben uyanıktım, bir de İlhan uyanıktı. Hem de ne uyanık! Bazen dakikalarca aynaya bakardım, bazen sadece yüzümde gözümde bir şey var mı diye... Öğretmenlik ve öğrencilik yaptığım zamanlarda aynaya zaman ayıracak kadar vakit bulamazdım.

Kocaman bir ayna anımsıyorum. Yerden itibaren üç karış kadar olduğu zamanlarda göz hizamın... Elime almıştım da bakıcımla mücadele ederken kırılmıştı ve çenemden kan boşanmıştı! O zamandan beri çok sevemedim onu. Bir de tıpatıp doğruyu söylediği, fazla doğrucu olduğu için... Yalnız imtihanlardan birkaç saat önce canciğer olurduk onunla. Mutlaka ama mutlaka yanık tenimi ortaya çıkaran beyaz bir elbise, en azından bluz giyer, inadıma simsiyah saçlarımı üzerine döker, uçuk pembe gizli makyajla, kendimi çok güzel hissedinceye kadar karşısından ayrılmazdım. Saçlarım aslan yelesi haline geldiyse bir de Eflatun Kuaför'ün aynasını da inceliyordum, yaklaşık bir saat kadar, ondan sonra okula gidiyordum. Heyecandan sık sık lavaboya gider ya bazı insanlar. Ben de giderdim de nedense sadece aynaya bakmak için. Orada kendime sorardım beyin gücümle:

_ 'Çalıştığın kadar çalıştın. Şimdi sınav zamanı! Yapacaksın değil mi kızım? Yapacaksın değil mi? Başaracaksın!' diye aynada kedisinden onay beklediğim iç benime sorardım. Gözleriyle kaşlarıyla tasdik ediyor, güven veriyorsa bana, o sınavda mutlaka başarılı olacağım demekti. Eğer ilk gidişlerimdeki soruşlarımda ümitle beklediğim cevabı alamadıysam ya da ikna olamadıysam, defalarca gitmeye üşenmezdim. İşte aynanın, hayatımdaki en önemli olduğu zamanlar, sınav zamanlarıdır.

Daha seyredecek misiniz, İlhan Bey? Bu kadar inceleneceğimi bilseydim saçıma başıma bakar, makyaj falan yapardım. Aramızda hatırı sayılır bir cadde var. Belli olmaz yüz hatlarım. Sadece bana ait olduğu için enteresan geliyor olmalı sana, adamın olmadığı yerde keçi, Abdurrahman Çelebi... Mahallede daha güzel kızlar olsa, suratıma bakmazsın değil mi? Bak bakalım biraz daha... Zaten sabah oluyor. Birazdan ezan okunacak. Onu dinleyeceğim, namaz kılacağım ve saat ona kadar uyuyacağım. Ondan sonra da Virane'ye gideceğim. Ararsın da bulursun Semiray'ı!

İlhan! Sen var ya... İyi ki varsın be arkadaşım! İyi ki varsın! Bak koskoca Bursa'da herkes uykuda! Bir sen uyanıksın, bir de ben. Bizi uyutmayan, yalnızlık aslında... Öyle değil mi? Bana şiir yazdıran, yazı yazdıran da o! Ben kâğıda bakayım, sen bana... Ben yine yalnız kalayım. Sen bir can yoldaşı buldun kendine... En azından etimle kemiğimle buradayım. Sense yok gibi varsın. Hayalet kadarsın. Sadece üzerimde hissettiğim bakış ve hayal edebildiğim kadarsın.

Sokak lambası yandı. Yüzüme vuran ışık çevremi kaplayıp, gözlerimi kamaştırdı. Şu anda artık parlak ayna da değilsin. Avuç içi kadar bir ışık bile... Birden bire girdin evden içeri, arkadaşlık sınırından içre... Işıdın, parladın, yansıdın, aydınlattın, seyrettin ve gittin. İyiydik be. Alışıvermişti insancıl yanım sana. Yavaşça sokulmana.

İnsanın insana değer vermesi, ne şekilde olursa olsun, son derece makbul ve memnuniyet verici... Bu saatlere kadar bana arkadaşlık etmen, görmek, saatlerce seyretmen istemen... İlkin hırsızlık gibi... Başkasının mahremiyetine tecavüz gibi... Elini cebine daldırmak, gizlice, parasını çalmak gibi... Görüntü hırsızlığı bu da... Üstelik, ben baktığımda başını çevirmek, farkında değilken doyasıya seyretmek...

İlkin sinsice bir yaklaşım olarak itici geldi ama sonra alıştım sana. Arkadaş hanesine yazdım. Düşününce anladım ki bir insan, ruhen dahi birisinin yanında olmak için uykusundan feragat ediyorsa ki sezgilerim beni yanıltmaz, bu ilk değil, onunla beraberliğinde mutlu oluyor demektir ve bu sevgidendir.

Hakkında hiçbir şey bilmediğim kişi, hakkında hiçbir şey bilmeden nasıl bu kadar güçlü bir yakınlık hissettin ki meltem gibi istenilen oldun, temmuz sıcağında ve süzülüp girdin odama, görünmez varlığınla. Oralarda olsan, görünmesen de perdenin arkasında varsın. Orada benim için varsın. Yalnızlığıma arkadaş, varlığıma yoldaş...

Yalnızlığın ölüm soğukluğunda, sıkıntının cehennem ateşinde, özel ve toplumsal sorunların kıskacında, canını yanıma atan masum kişiliğin, ürkütmeden, hayranlık, ilgi, hatta ışığın sönmesiyle kararan görüntümü aydınlatarak seyretmeye devam ettiren tutku boyutundaki yakınlığın; yaklaşımını sinsilik sıfatından kurtarıyor, gönlümde yer kazandırıyor.

Pencere pervazında saatlerce yazı yazdığım gecelerde alışmış olmalısın beni seyretmeye. Geldiğinde fark ettiysen, epey olmuş. Bu alışkanlık yer etmiştir. Ben bu gece gördüm ve birkaç saatte alıştım. Lamba yanıp da aynanın işi bitince, oradaki parlaklığı aradı, gözlerim.

Ayna... Basit bir eşya... Bir cam parçası... Arkasında sır... Pencere... Açık veya kapalı... Bir cam parçası... Arkasında birisi... Sır...

Parkta çimenlerin üzerinde uyuyan arkadaşın ayağından giren suyun, vücut ısısında, sessiz ve yavaş hareketiyle hissettirmeden beline kadar yürümesi gibi gizli, sessiz, yavaşça işledin ruhuma.

Ey, yüzünü benden gizleyen! Gözlerinden okumamı istemediğin hisleri avucuma yazmak için bu gece yarısını mı bekledin? Sevgi hiç konuşmadan da anlatılabilirdi ama bence göz göze gelerek, bir çırpıda... Ayna, kırk yıl düşünsem, aklıma gelmezdi. Kızılderililerin dumanla haberleşmesi gibi...

Varlığını gizleyip, var olduğunu güneşler yakarak gösteren Allah'ım! Kulunda tezahürün ne kadar ilginç! Orada bir ayna varsa parlayan ve hareket eden, ardında bir el var, mutlaka... Gökyüzünde, dünyadan bir milyon kat büyük kocaman güneş var parlayan, ısıtan, hareket eden... Ardında bir el var mutlaka... Bir Varlık... İdrak edemeyen akılsıza ne söyleyeyim?

Göz... Dışa açılan pencere... Güzeli arayan, bulan, hayran hayran bakan ve beyni baştan çıkaran organ! Günah penceresi! Ayna! Nasıl da bakarsın masum masum! Ne yaptığından habersizmişsin gibi... Yaktıklarının sayısını Malik'e sormalı. Sıra İlhan'da mı? Bende mi?

Alışmak, illet... Hem öyle böyle değil... Kanser gibi... Aramaz mıyım o ışığı şimdi, sokak lambasının sarı ışığının şavkı ne kadar kuvvetli olursa olsun, her gece?

Işık sönmeseydi bu zamana kadar çoktan yazardım yazacağımı ve yatardım. Azizliği tuttu. Dolayısıyla bir arkadaşım oldu. Günahıyla sevabıyla... Can yoldaşım oldu.

Hoş geldin dünyama, hoş geldin, İlhan!


AYNA

Gözüme ışık vurur, gecenin en netinde
Bir ayna parıldıyor, karanlığın etinde.
Benim nasibim ışık, seninse bir görüntü...
Gönlüm gidip geliyor, o ışık demetinde.


***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 74

17 Temmuz 2010 13-14 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar