Ayrılık

Işıl'la hiçbir şey demeden yerlerimize oturduk. Yeşil Türbe'nin tarihsel ve kültürel değeri, Osmanlı İmparatorluğu'nun bıraktığı mirasın gerektiği gibi korunamadığı, semtin bakımsızlığı hakkında konuşuluyordu. Konu, ?Neler yapılabilir?' e gelmişti ki ayrılıktan muzdarip arkadaşımız Akif, sohbetin akışını değiştirdi:

_ 'Ne olursa olsa da ayrılık olmasa! Üzerlerinden asırlar geçtiği halde o eserler hâlâ sağlam. Ben dokuz gün dokuz gecedir, dokuz doğuruyorum! Dokuz günde harabeye döndüm. Zamanın, ölümüme sebep olacak olsa bile bir an önce geçmesi ve sevdiğime kavuşabilmek için sigara üstüne sigarayla kendimi yakıyorum. Her gece, takvimde hükmü kalmayan bir günün üstünü, büyük bir zevkle çiziyorum. Daha yeni uğurladım. Bu yaz geçmez benim için. Ayrılık, ölümden de zor! Ölünce fark etmem kendimi de, onun yokluğunu da... Şimdi ise her an ölüp ölüp diriliyorum! Ruh sıkıntıları içinde kavrularak yaşıyorum, hasreti. Burcu gideli daha dokuz gün oldu. Bu üç ay nasıl geçer, dedeciğim?'

_ 'İnsanlar, yeryüzünde bir yerlere veya birilerine bağlı yaşamak zorunda kalırlar. Bu nedenle dünyada ayrılığı, gurbeti, hasreti öğrenirler. Özlemin sıkıntılarını yaşarlar. Oysa sadece cismen ayrı mekânlardadırlar. Ruhlar için mesafenin önemi yoktur. Onlar, kilometrelerce uzaktan birbirlerine sarılabilirler. Bedenen uzakta olmak, kopmuş olmak demek değildir ki! Her an onun da seni düşünmekte ve ruhsal boyutta seninle yaşamakta olduğunu hissetmiyor olamazsın. Senin ona kavuşma isteğini, onun sana kavuşma isteği bütünlemektedir.'

_ 'Onun da beni her an düşündüğünü hissettiğim için azap dolu yaşıyorum ya yokluğunu ve özlemi! Kalp kalbe karşı' derler ya hani... '

_ 'Demek ki farkındasın. Ne mutlu! Mesafelere rağmen, her an berabersiniz yani. Peki, hiç düşündün mü, bir ömrü gece gündüz beraber geçirenlerin bazılarının, aslında birbirlerinden fersah fersah uzak olduklarını? Nice eşler vardır; yan yana, burun buruna uyudukları halde, biri bir yerde, biri bir yerdedir. Sadece bedensel beraberlik nedir ki? Önemli olan, ruhsal beraberliğin sağlanmış olmasıdır. O nedenle, üzülme. Sayılı gün çabuk geçer. Bak bir ömrü yaşadım, bitirdim, sanki bir yıl gibi... Rüzgâr gibi geçiyor günler! Söylediklerimi unutma ve fiziki ayrılığı abartma olur mu?'

_ 'Hep beraberlikler olsaydı da ayrılıklar olmasaydı, olmaz mıydı?'

_ 'Ayrılıklar olmasaydı, beraberliklerin anlamı olur muydu? Ayrılık acısını çekmeyen, beraberliğin ne denli büyük bir nimet olduğunu idrak edebilir miydi? Açlık olmasaydı, tokluğun mutluluğu fark edilir miydi? Gece olmasaydı günün değeri anlaşılır mıydı? Her şey, zıddıyla bilinir. Zorluklara göğüs germeden, kolayca elde ettiklerimizin değerini yeterince bilebilir miydik? Sayısız örnek var. Sen düşün, genişlet ve nedenini iyice kavra. Bak, sana kısacık bir hikâye anlatayım; çocuklar, hepiniz dinleyin:

Benim bir arkadaşım vardı. R harfini söyleyemezdi. Parasal sorunlar içinde kendini kaybettikçe, sudan nedenlerle eşini döver, kovardı. Günlerden bir gün yine bir akşam, sekiz aylık hamile karısını, adamakıllı dövüp, kapı dışarı atmış; zavallıcık da karnı burnunda, iki gözü iki çeşme, bize sığınmıştı.

Ziya, bana ?ağbi' derdi. Dokuma fabrikasında apre ustasıydı. Gece gündüz, vardiyalı olarak çalışıyordu. Hem işyerinde saatlerce biteviye boya kazanlarından buharlaşarak dağılan kimyasal maddelerle yoğunlaşan kesif, rutubetli, kirli havayı solumakta, hem de dışarıda her fırsatta sigara yakmaktaydı. Ciğerleri berbattı. Nefes alırken hırıltılar duyuluyor, boyuna öksürüyordu:

_ 'Ziya, bunu bu kadar içme!' dediğimde:

_ 'Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı kalsın!' derdi.

Bu cümlede R harfi olmadığı için kusursuz telaffuz ederdi. Zaten çok yaşamadı ya akciğer kanserinden öldü. Önce ciğerinin büyük bir kısmını aldılar. Bir süre nefes almakta zorlanarak yaşadı, yaşamaksa. Öldüğünde, daha otuz beş yaşına girmemişti. Ardında gencecik dul bir kadın, üç kız ve bir erkek, dört yetim bırakmıştı.

Kira sorunu, okuyan kardeşlerine yardım etme mecburiyeti, erkek evlat sahibi olabilmek için her sene aileye katılan yeni bir bebeğin masrafıyla artan nafaka derdi, onu iyice geçim sıkıntısına sokmuştu. Karısı ne yapsa, kabahat oluyordu. Giyinip süslense, ?gözü dışarıda' diye, giyinip süslenmese, ?onu önemsemiyor' diye... Kavga arayana sebep mi yok?

Uzatmayalım; ertesi gün sabahleyin, o işe gittiğinde, karısı eve gidip, üç kızı da alıp geldi. Bu kaçıncı dayağıydı! Garip bize gelmese, nereye gidebilirdi? İstanbul'da kimsesi yoktu. Ziya da iyi bilir ki ?Nebahat başka yere gitmez. Ağbigildedir, nasıl olsa emin ellerdedir'; yiğitliği elden bırakmaz, birkaç gün arayıp sormazdı. Sonra yaptığından bin pişman, utana sıkıla gelir, özür diler, eşini ve çocuklarını alır, evine götürürdü.

Bu defa, ?Bir ay sonra doğuma girecek bir kadına yapılır mı bu kadar işkence?' diye çok kızdım. ?Karısını da çocuklarını da, burnu iyice sürtülünceye kadar ona vermeyeceğim!' diye karar aldım. Adamın resmen eşi, çocukları... Nasıl vermem? Kanunen alma hakkı var. Saklarsam, olaydan haberimin olmadığını söylersem, mutlaka inanırdı. Bana güvenir ve beni öz ağabeyi kadar sever, sayardı.

Üçüncü gün, iş çıkışı geldi. Nebahat'ı ve çocukları sordu. Ben de görmediğimi söyledim. O, bizde olduklarından o kadar emindi ki kaç gündür arayıp sormamıştı bile. Ben de görmediğimi söyleyince, beyninden vurulmuşa döndü!.. Oh olsun!.. ?Öyle, kadın dövmek neymiş?', görsün. Yokluğunu yaşasın da hele bir... Canı yansın ki kıymetini öğrensin!

Bu gitti geldi, sağa sola sordu, iyice deliye döndü! Aradan beş altı saat kadar geçti ve artık bulamayacağını aklı kesmiş olacak ki son çare olarak, karakola gitmeye karar vermiş. Polislere yüzü yerlere geçerek:

_ 'Ben karımı ve çocuklarımı arıyorum. Galiba onları da alarak, eşim evi terk etmiş. Nerede olduklarını bilmiyorum. Bana yardımcı olur musunuz?' diyecek. Utanç içinde ağlıyor ve bin pişman!.. Acıdım. Kenara çektim:

_ 'Oğlum, bu senin yaptığın, insanlığa sığar mı? Bu kaçıncı? Karın, akşam sabah doğurabilir. Karnındaki senin yavrun! O üç sabinin gözleri önünde bu kadını döverken, evlatlarının şuuraltına işleyeceğini; ilerde, kimisinin pısırık, kimisinin cani ruhlu olabileceğini düşünmüyor musun?' diye epey bir bağırdım ve arkasından da uzun bir nutuk çektim.

Bir daha asla ona el kaldırmayacağını, ekonomik nedenler yüzünden bunaldığı için haksızlık ettiğini, aslında karısını çok sevdiğini, saçının teline zarar gelmesine gönlünün razı olmadığını falan söyleyip, bir daha fiske bile vurmayacağına beni temin etmek için yeminler ettikten sonra; içeri girdim ve Nebahat'ı çağırdım:

_ 'Haydi, özür dile ondan ve al karını, git, güzel güzel geçinin! Bir daha fena bir muameleni duyarsam, yuvanı yıkarım! Alır, götürür, babasına teslim ederim, kızı! Bakalım alabilir misin onu bir daha geri!..' diye de tehdit etmeyi ihmal etmedim.

Kızlarının birini bir koluna, birini bir koluna alıp, kaldırdı, kucakladı. Büyük kız, annesinin elini sıkıca tutmuş, bırakmıyor ve korku dolu gözlerle babasını süzüyordu. Bizim Ziya, mutluluktan dört köşe! Sevinçten ağzı kulaklarına varıyor! O kadar lafın üstüne dönüp de bana ne dese beğenirsiniz?

- 'Ağbi! Dağılmalağ bağışmalağ, ayğılmalağ kavuşmalağ; hayatın tuzu bibeğidiğ! Şimdi biz biğbiğimizi bu kadağ özlemiş olmasaydık, bu kavuşma bu kadağ tatlı oluğ muydu? Kavga dövüş de hayatın tuzu bibeğidiğ. Kağı koca ağasında oluğ öyle şeyleğ.'

_ 'Sen de öyle mi düşünüyorsun, Nebahat?' dedim kıza. O da gülümsüyordu. Karı koca arasına şeytan bile girmezmiş. O zaman kendime kızdım. Bana ne oluyordu? Neden kraldan fazla kralcıydım?'

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 27

03 Haziran 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar