Azizlerin Kaderi Yahut Asi'nin Asilleri
Zaman coşkun bir nehir misali sonsuzluğa akarken Antakya'nın ufkunu kapkara bulutlar çepeçevre sarmıştı. Şehirde puta tapan nice müşrikler Hakk'tan ve hakikatten habersiz yaşamaktaydı. Bir alev topuna dönüşen küfür, dokunanı yakmaktaydı. Akıl, yalanın urganıyla dara çekilmişti. Güneş balçıkla sıvanmaya çalışılmıştı. Kalpler katran karasıydı, kör vicdanlar kudurmuştu. Kaosun girdabında sanki kıyamet bekleniyordu. Hüzün sağanağında oğul vermişti acılar. Merhem sürülmesi gereken yaralar kezzaba banılmaktaydı.
İnsanların pagan kültürünün ve inancının, ona hiç de mantıklı gelmeyen, gerekleriyle hemhâl oluşu onu derinden rahatsız ediyordu. Ruhuna adeta kıymıklar batıyordu. Kâinat aynasına baktıkça o aynadan yansıyanlar ona hâl diliyle bir şeyler haykırıyordu. Bu haykırış onun idrak ateşini tutuşturmaya fazlasıyla yetiyordu. Bu ruh hâli içerisinde geceleri gözlerine uyku girmiyor, yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Ruhundaki ıstıraplar çekilmez olunca pencereyi açarak gökyüzündeki yıldızları temaşa ediyordu. Can sıkıntısından olacak ki, bir çocuk saflığıyla yıldızları saymaya kalkıyor, sonra da vazgeçiyordu. Yıldızlar yanıp sönerken o, hüznün semahında kendinden geçiyor, ruhu sanki bitimsiz astral seyahatlere çıkıyordu. Göklerin o sınırsız derinliği, ruhundaki sığlıkla tezat teşkil ediyordu.
Neccar'ın geride bıraktığı, günışığı nedir bilmeyen, dünyanın bütün ağır yükünü omzunda taşıyormuşçasına boynu iki büklüm, kulakları ağır işiten tıknaz bir oğlu vardı. Hayvanlarını otlatmaya giderken aklı hep oğlunda kalırdı Neccar'ın. Onun kapalı bir kutudan farksız karanlık dünyası kim bilir içinde nice soru işaretleri saklıyordu. Belki hakikatte karanlık olan, gözü açıkların dünyasıydı. Zira gönül gözüyle bakanlar, eşyanın hakikatini görürdü. Dünya gözüyle bakanlar ise sadece boşlukta yer tutan maddeyi görebilirlerdi. Acaba acınılması gerekenler, bütün çıplaklığına rağmen hakikati göremeyen açık gözlüler mi, yoksa hakikatin bütün inceliklerine gönül gözüyle vakıf olan âmâlar mıydı?
Neccar'ın ruhundaki çalkantılar bir türlü sükûna kavuşamıyordu. Varlığın esrarını ve yaşadıklarını hayat aynasında seyrettikçe rahatsızlığı çekilmez bir hâl alıyordu. Hayat ona bir servi gölgesi kadar kısa geliyor, bu hengâmede gölgesinin ağırlığı bile kendine yük oluyordu.
Gün geceye evrilirken o, bunun farkında bile değildi. Kendini her şeyiyle işine vermişti besbelli. Zaten çalışırken çevresinde olup bitenler onun ilgi alanına girmezdi. Bir ibadet aşklıyla sanatını icra ederdi. Marangozluk onun işi değil, bir türlü vazgeçemediği aşkıydı sanki. Usta bir marangoz olan Neccar; testere, keser, bıçkı ve sair alet edevat kullanmadan odunu odunla keserdi. Ahşaba adeta ruh üfler, onu hâl diliyle konuştururdu.
Elindeki küçük çakıyla düz bir çubuğu bastona dönüştürmekle meşguldü Neccar. Huşu ve huzur içinde tefekküre ve işine dalmışken uzaklardan bir karaltının ona doğru yaklaşmakta olduğunu fark etti. Fakat bu karaltının içerisinde yürüyen üç nesne vardı. Kim olabilirdi güneşin son ışıklarının bulutlarla cenk ettiği bu akşam saatlerinde bu ıssız dağ başlarındaki ecnebi piyadeler? Karaltılar insan suretine dönüşünce merakı daha da artmaktaydı.
Gelenler yalnızca iki kişiydi. Tarifi imkânsız bir aydınlık vardı yüzlerinde. Aşktı gönüllerinden taşıp simalarında parıldayan nur. Bakışlarında sanki huzur iklimlerinden devşirilmiş nazarlar gizliydi. Yapmacıksız bir dille, dudaktan değil, gönülden konuşuyorlardı. Cam kırıklarında yalınayak yürürcesine temkinli ve de bir dağ gibi heybetliydiler.
Sonradan Yuhanna ve Pavlos oldukları öğrenilen bu hakikat yolcuları bir garip çoban olan ve ilâhî aşka susayan Neccar'ı Hakk'a ve hakikate çağırıyorlardı. Fakat öyle her yolcunun dediğine inanmak da düpedüz gafillikti. Onları soru yağmuruna tutan Neccar çabuk ikna olmuştu. Zira bu elçiler hastaları iyileştirdiklerini iddia ediyorlardı. Sanki Allah özellikle onun karşısına çıkarmıştı bu hakikat erenlerini. İddianın hakikati, ispatla mümkündü. Neccar'ın evine doğru yol alan gönül elçileri Neccar'ın oğluna yeni bir hayat penceresi açmışlardı. Oğlunun yüzündeki tebessümü ve gözbebeklerindeki ışığı gören Neccar'ın keyfine diyecek yoktu. Artık onun biricik oğlu da diğer insanlar gibi özgürce gezip dolaşabilecekti.
Neccar, dağ başlarında koyunları peşinde biteviye koşarken, nasipli kullar misali, aradığı ayağına gelmişti. O, gördükleri karşısında ikna olmuş, bu hakikat yolcularına gönülden inanmış, ruhu karanlıktan aydınlığa kavuşmuş, kalbi ilâhî nurla yıkanmıştı.
"Hakikat aramakla bulunmaz; ama bulanlar arayanlardır" sözü tecelli etmişti bir kere daha. Güneşe yüzünü dönmeyenler hamlıktan kurtulamazdı. O da güneşi görür görmez tereddüt etmeden ona dönmüştü buz tutan yüzünü. Gönül ağacının hasret yangınlarında kuruyan ve nihayetinde yanan dalları yeşermiş, baharın neşvesiyle meyveye durmuştu.
Uzaklardan gelen bu gönül elçileri pagan inancının balçığında debelenen insanlara kurtuluş elini uzatmak için yola revan olmuşlardı. Attıkları her adım, uçurumun eşiğindeki insanlara uzanan elin sıcaklığını taşıyordu. Ancak bu müşfik ele el veren kurtulacaktı.
O elçiler ki şehir halkına "Rabbimiz biliyor ki, biz size gönderilmiş elçileriz.", "Bize düşen, açık bir tebliğden başka şey değildir." demişlerdi de halktan "Sizin yüzünüzden uğursuzlukla karşılaştık/Biz sizi uğursuzluk sebebi saymaktayız. Eğer bu işe son vermezseniz, sizi mutlaka taşlayacağız. Ve bizden size acıklı bir azap kesinlikle dokunacaktır." cevabını almışlardı. Fakat bu sert ve tehdit edici cevap onları yollarından asla alıkoyamamıştı.
Neccar, zeytin ağacının gölgesinde derin düşüncelere dalmıştı. Hayatını bir film şeridi gibi başından geldiği noktaya kadar gözlerinin önünden geçirmişti. Zeytin ki ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den beri kutlu ağaçların ilki sayılırdı. Bütün kutsal kitaplar bu ağaçtan ve barışın timsali olan bu kutlu ağacın hayat iksiri diyebileceğimiz meyvesinden bahsederdi. Zeytin ki vefalıdır, insanoğlunun emeğinin karşılığını cömertliğiyle fazlasıyla öder. O ki kutsallığın, bolluğun, adaletin, sağlığın, gururun, zaferin, refahın, bilgeliğin, aklın, arınmanın, yeniden doğuşun; kısaca insanlık için en önemli erdemlerin simgesidir. Kulaklara barış serenatları fısıldayan bu zeytin coğrafyasında tahammülsüzlüğe, kin ve nefrete yer yoktu. Bütün dinler barış, dostluk ve kardeşlik paydasında kendilerine yer bulabilirdi.
Yoldan çıkanları yola döndürmeye çalışan bu iki Hakk dostu, paganların hakimiyetindeki şehre inince menfi ve müspet tepkilerle karşılaştılar; milletin nazarlarını celp ettiler. Öyle veya böyle, büyük ses getirdiler. Bazı kesimler onları aykırı ses olarak gördü. Bunun böyle olacağını kestirmek zor değildi. Zira yerleşik düşünceleri derdest etmek zaman ister, belki de bu mümkün olmaz. Hatta büyük bedeller ödemek mecburiyeti hasıl olur. Öyle de oldu. Hakk'a davet eden bu kişiler hapse atıldı; işkencelere maruz kaldı. Tebliğ vazifesine memur olan arkadaşlarından haber alamayan Saint Pierre nam-ı diğer Şemun ilk fırsatta Antakya'nın yolunu tuttu. Arkadaşlarının akıbetini öğrenip onları sıkıntıdan kurtardı. Fakat bu uzun sürmedi. Şehirde hep aykırı sesler olarak görüldüler. Kralı kendine çeken ve onu ikna etmeyi başaran bu Hakk dostları, kralcıları bir türlü ikna edemedi. Neticede Habib-i Neccar'ın da aralarında olduğu bu dört temiz insan yoldan çıkmış bir topluluk tarafından şehit edildi.
"Allah, sevdiklerini sevdiklerine sevdirir" derler ya doğrudur. Aradan onca asır geçmesine rağmen bir hoşgörü yurdu olan Antakya'da bu Hakk ve hakikat dostları büyük bir saygıyla, sevgiyle ve rahmetle anılmaktadır. Onlar nimetlerin en büyüğü olan cennetle taltif edilmişlerdir. Bu mümtaz şahsiyetler Anadolu'nun ilk İslâm mabedi olan Habib-i Neccar Camii'nde kıyamet sabahında son bulacak rahmet uykularını uyumaktadırlar.
Habib-i Neccar, arkadaşlarının akıbetini öğrenmeye gelen Saint Pierre'i çok sevmiş, onu kendine kardeş ilân etmişti. Çünkü onlar Allah'ın davasını beraberce sırtlamışlardı. Bu dava ateşten daha yakıcı, kurşundan daha ağırdı. Onu elinde tutmak da elinden atmak da cesaret isterdi. Lakin mükâfatı dünyanın içindekilerden çok daha büyük ve eşsizdi.
Habib-i Neccar'la kardeşlikten öte bir dostluğu olan Aziz Petrus'un Asi Nehri’nin doğu yakasında, Staurin (Hac) Dağı’nın eteğinde, tavanı beşik tonoz şeklinde biçimlendirilmiş, kayaya oyularak şekillendirilmiş bir mağara kilisesi vardı. Tabiatın koynundaki bu kilisede kendisine muhabbet duyan bağlılarıyla ibadet ederdi. Onlara Hakk ve hakikat ruhu aşılardı. Uzun süreli tefekkürlere dalardı. Âbid, zâhid, gazi ve mücâhid bir şahsiyet olan Şemûn; insanların iç dünyalarına eğilir, onların dışıyla ilgilenmeyi zaman kaybı olarak görürdü.
Habib-i Neccar, Silpius Dağı eteklerinde her gününü ve gecesini Rabbini anmakla ve anlamakla geçirirdi. Tabiatı bir hakikat kitabı olarak görür, onu gönül gözüyle okurdu. O, "Bir şey değişirse her şey değişir" anlayışındaydı. O değişen şey pagan anlayışıydı. Vahdetin nuru paganın karanlığını örtmeye, ruhları ay misali aydınlatmaya fazlasıyla yeterdi.
Aşırılığın sinir uçlarını kaşıyanları Hakk'a ve hakikate davet eden Habib-i Neccar her doğan günle beraber şehrin bambaşka bir ruhanî havaya bürünmesine vesile olur, gönül ağacında umut filizlerinin yeşermesine zemin hazırlardı. O ki çoraklaşan gönül bahçelerinde vahdet çiçekleri açtırmayı başarmıştı. Hayatın rengi siyahtan maviye evrilmişti. İnkâr çöplüklerinden nemalanan manevî kaos, yerini ilâhî sükûnete bırakmıştı. Fakat bir duvar gibi karşısında duranlar da vardı. Belli ki bunların da haktan ve hakikatten nasipleri yoktu.
Habib-i Neccar deyip de geçmemeli heyhat!.... O ki büyük bir aşk ile tutuşturdu vahdetin ölümsüz çerağını. Dibi görünmeyen kapkaranlık denizlerden gözleri kamaştıran ne inciler çıkardı yüze. O ki gönül göğünde parlayan bir güneşti. Sonsuzluk durağını kendine menzil seçmişti. İman coğrafyasının deniz feneriydi o. Hakikat kıblesinin kutlu mihrabıydı.
Neccar, dağdan şehre inince nura gark olmuştu zifiri pagan şehir. Fakat nazarları kirlere bulanan niceleri bu ışığı fark edemedi. O ki harabeler içinde buldu yitiğimizi. Küfrü tarumar eden bir hakikat eriydi o. O ki sımsıcak nazarlarıyla karakışı bahar ve yaz edendi.
Gönül dostu Neccar, Hakk davasında elif gibi dimdik durmuştu. Zifiri gecelerde tan, İslâm bedeninde candı o. Gönül göğünde yıldız, bayrakta hilâldi! O ki aydan arı yüzüyle cihanı aydınlatmıştı. Bu gönül aydınlığı, nasibi olan yüreklere bir inşirah neşvesi bahşetmişti.
O ki, kalbi "Hakk" diye çarpan mütevazı bir kuldu. İnşirah bulmuştu hafakanlar içinde. Ateş denizlerinde baruttan gemiler yürütendi o. Ne sabahlar sığdırmıştı kurşunî gecelere.
Mazlumların gözünde yaş, tevhidin bedeninde baştı Habib-i Neccar! O ki ilâhî aşkı gam tezgâhında sabırla ilmek ilmek dokumuştu. Gönül gergefinde ölümsüz desenler oluşturmuştu o. Tevhit aynasında (g)izler bırakmıştı. Çile kazanında pişirmişti ham nefsini. Kibir kristalini yalçın taşlara vurarak tuz buz etmişti. Kardeşlik köprüleri inşa etmişti hayata.
Habib-i Neccar, Hakk'a ve Hakk nuruna âşıktı ezelden. Dolunaysız gecelerde kutup yıldızı gibiydi o. Karakış ortasında yüzü bahar gibiydi Neccar'ın. Yüreğindeki sıcaklığı aşk nazarıyla cümle âleme yansıtırdı. O ki Silpius Dağı'ndan şehre ruh üflemişti her dem.
İnkâr bataklığını kurutmuştu Neccar. Ömrünün baharında hakikat elçileriyle şehit edilmişti. "Gir cennete" denilmişti kendisine. O ki, ölümün içinde ölümsüzlüğü bulmuştu.
Asi'nin asilleri cenneti satın almıştı fâni dünya karşılığında. Azizlerin farkı buydu zaten.
