Babalar

Giritli Mahallesine taşınıncaya kadar, doğumevindekinden başka doktor görmedim ve doktorla ilgili anım yok. İğneden korkmamam gerektiğini, onun sadece sivrisinek ısırığı kadar acıtacağını ve çok cesur olduğumu söylüyorlardı. Beynime kazınan bu olaylar, çocukların doktora gitmeme sebebini öğretti, ikna oldum ve altı yaşına kadar da doktordan korkma ve bende yıllarca kalacak olan hastane ve çalışanlarından tiksinme duygusunun yer etmesine sebep oldu.

O zamanlar ülkede verem salgını olduğu için verem savaş derneklerince BCG aşısı yapılırdı. Dispanserler, gezici ekip ve röntgenle taramalar yapmakta, küçük büyük, zengin fakir ayırımı gözetmeden halkı aşılamaktaydı. Bizim mahalleye de sağlık memurları ve röntgen cihazı gelmiş. Sıradan kontrolden geçecektik.

Seyrettiğim ameliyattan sonra sıra bana gelmiş de o korktuğum olayla karşı karşıya kalmışım gibi içimi bir korku sardı. Cesurdum ya ben. Bir süre kendi kendime muhakeme yaptım. Ablamla babam okuldaydı, annemle bakıcım vardı. Korktuğumu anlamamaları için onlara bir şey demedim ama hal ve hareketlerini, ses tonlarını, yüz ifadelerini kontrolümde tutuyordum. Son derece doğallardı. Onlarda bir heyecan, bir telaş ya da hele hele panik hali olsaydı, oraya asla gitmeyecektim. Fakat misafirliğe ya da parka gider gibi giyindiler, beni de giydirdiler. Orada ne olacağı kocamandı, gözümde. Bakıcıma, endişemi gizleyerek yavaşça sordum:

_ 'Şermin, ne yapacaklar orada bize?'

_ 'Akciğerlerimizi aynaya tutacaklar.'

_ 'Babam, ?röntgen taraması' dedi.'

_ 'Röntgen cihazı gelmiş okula. Onun aynasında kemiklerine kadar görecekler, içini. Ciğerlerine bakacaklar. Acımayacak. Fotoğrafın çekiliyormuş gibi... Haberin bile olmayacak. Sen sadece duracaksın. Onlar, içine bakacaklar.' diye açıklama yaparak içimi rahatlattı, annem.

Okula gittiğimizde, tüm mahalle halkı oradaydı. Mahallenin muhtarı olarak hepsini tanıyordum ama bu aleti, bu laneti tanımıyordum. Kadınlar; soyunup, üstlerinde bir fanilayla kalıyorlardı, çocukların üstleri çıplaktı. Annem de girdi o karanlık yere. Şimdi ben girecektim. Karanlıkta ne olacaktı? Girenlerden ses gelmiyor, çıkanlar, giyinmeye çalışıyorlardı. Demek ki canım yanmayacaktı. Cesurdum ya ben. Öyle denmişti ya bir kere. Korkumu içime gömdüm. Üstümü çıkarıp, girdim.

_ 'Geç şuraya! Göğsünü yapıştır. Nefes alma!' dedi birisi.

Uyuşturmadan yapılan ameliyatı seyreden beş yaşındaki bir çocuğun ruhunun derinliklerine işleyen korku, bir iki teskin edici sözle çıkıp gidebilir miydi? Makinenin buz gibi düz yüzüne göğsümü yapıştırdım. Nefesimi tuttum. Demirin soğukluğunu hissediyor, aldırmıyordum. Tepeden tırnağa titriyordum. İyi ki hava serindi de üşüdüğümden sandılar. Yoksa rezil olacaktım. Korkudan, heyecandan; tir tir değil, zangır zangır titriyordum!..

Babamla annemin sinema maceralarının kurbanı olarak, bu korkunç kere korkunç korkuyu son olarak yaşadım ama o birkaç dakikayı asla unutmadım! Bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerdendi, bir şeylerden korkutmak.

_ 'Biz taziyeye gidiyoruz. Baş sağlığı dilemeye...'

_ 'Ben de...'

_ 'Hayır. Oraya çocuklar gitmez.'

_ 'Neden?'

_ 'Ölü yıkamışlar. Adam veremden öldü. Yerler sabunlu su... Her yer pis, mikroplu. Aile fertlerine de bulaşmıştır. Bir şeyler verirler, içersin. Nefesten bile geçer. Ağlıyorlar, bağırıyorlar. Öksürürler, hapşırırlar. Olmaz.'

_ 'Peki o zaman.'

Antalya evlerine mutlaka geniş bir koridordan girilir ve burası, odalardan çok kullanılır. O kadar ki adı koridor, giriş, antre falan değil, salondur. Bizim mahalledekiler de aynı şekildeydi. İki oda bir salon... Salon, her işe yarar. Dört mevsim burada oturulur. Yazın ve sıcak bahar günlerinde girişle bahçe kapıları karşılıklı açılarak serinlenir, öylesine uğramış ve hemen gidiverecek misafirler burada ağırlanır. Giritliler ölülerini dahi bu girişlerde yıkar ve suyunu sokağa akıtırlar.

Frengi ve verem salgındı. Ölü veremliyse, suyu da mikropluydu. Nereden bir su sızıntısı görsem, sokağa: 'Acaba ölü suyu mu?' diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bir arkadaşım vardı. Nigar... Üç sokak uzakta oturuyorlar. Arada Düzlük'e geliyor, bizimle oynuyordu. Bazen de biz onun sokağına gidiyorduk. Balıkçılar'ın kızı... Daha yedi yaşında... Annesi, ablası ve eniştesi, İzmir'e fuara, gezmeye gitmiş. Bir öğle yemeği sonrasında, babası Nigar'a:

_ 'Nigar, bir orta şekerli kahve yap da içelim!' demiş.

O zamanlar ispirto ve gaz ocakları kullanılıyor ve onlar, mutfak tezgâhlarının veya masalarının üstüne konuluyor. ?Pompalı ocaklar' da deniliyor. Altlarındaki depolar bomba gibi...

Çocuk, ayağının altına bir tahta oturak koyarak, pompalamaya, yakmaya çalışırken, dengesi mi bozuluyor, nasıl oluyorsa, boyundan yüksek yerdeki ispirto ocağı alev alıyor ve patlıyor. Baba, bahçede, kayısı ağacının gölgesindeki betona konan uzun minderde dengilmiş, kahvesini beklerken, içerden bir patlama sesi geliyor! Adam kalkıp gidiyor, bir de ne görsün? Kızının yüzü gözü, elleri kolları yanmış; kırmızı basma elbisesi tutuşmuş, bir duvardan bir duvara savrulmakta!.. Giysileri cildiyle birleşmiş; can havliyle savruldukça, ellerinin kollarının derileri, yer yer mutfak duvarlarının bembeyaz badanalı yüzüne yapışmış!

Alevlerin içine giriyor, çocuğunu kucağına alıp, dışarıya çıkarıyor ve söndürüyor onu da mutfağı da... Patlamaya ve bağırışına komşular geliyor. Ambulans çağrılıyor. Nigar acılar içinde... Babanın elleri yanmış ama acısını hissetmiyor, içinin acısından.

Nasıl da anında duyulur, kara haber! Biz de dışarılardayız. Bütün mahalle çocukları:

_ 'Patlama sesi!' dedi bir uzun boylu oğlan.

_ 'Nerden geldi?'

_ 'Bu taraftan!'

_ 'Haydi! Hürya!..'

_ 'Cümbür cemaat!'

Hep beraber o tarafa gittik. Koşuşanlar bize yol gösteriyordu. Gele gele geldik, Nigar'ların evine!

_ 'Ne olmuş?'

_ 'Nigar yanmış!'

Bütün mahalle oradaydı. İğne atsan yere düşmeyecek! Bir feryat figan, ortalığı götürüyordu! İki adam da minik bir bedeni Ambulans'a doğru götürürordu. Üstü beyaz bir çarşafla örtülmüş. Kıvır kıvır simsiyah saçları görülüyordu, bir de ayakları... Pembe ojeli ayak tırnakları aklımda... Yer yer dökülmüş boyaları... İncecik parmaklı iki eli cansız sallanıyordu, iki yandan... Pompalı ocak yakmaya çalışan, babacığına kahve götüremeyen eller... Kalabalıkta birbirine karışan sesler:

_ "Göbeği yanmadıysa kurtulur, bir şey olmaz." "Göbeğe iki parmak kadar var." "Sadece orda değil ki yanıl!" "Kolları bacakları, göğsü, karnı..." "Yanık yer çoksa ölür."

Kısa süre sonra ölüm haberi geldi. Yazdı. İzmir Fuarı'ndaydı annesi ablası... Beklediler, onlar gelinceye kadar kaldırmadılar, ölüsünü. O zamanlar daha bilmiyordum, nasıl yanar bir çocuğun bedeni. Ambulansla gitmişti ya son gördüğümde, gittiği yerde sanıyordum. Oysa acilden yoğun bakıma alınmış, oradan moga indirilmiş. Bir günü orada geçirmiş. Ertesi gün eve getirilmiş. Adettir, bir gece evinde yatırılır. Salon denilen koridorun ortasına serilen yatağına uzatılmış. Gece boyu evinde, bir ömürlük son uykusunu uyumuş.

Sabahleyin, cansız bedeni kenara alınmış. Yerdeki kilim kaldırılmış. Ortaya çıkan beton zemine, tebeşirle karıştırdığım teneşir konmuş. Nigar da onun üstüne... Ölü yıkayıcı Emine Hanım, yanık yerleri incitmeden, minik bedeni yıkamış, kefenlemiş, ?giyemediği gelinliği' diyerek. Öğle namazına yetiştirilmiş. Muradiye Camii'nde kılınan namazı müteakip, Andızlık Mezarlığı'nda toprağa verilmiş.

Sokağa taşan sabunlu sular kurumamıştı, akşamüstü annem ve babamla evlerine gittiğimizde. Üstünden atladık ve hiçbir şey olmamış gibi kurutulup, kilimi serilen salondan bahçeye geçtik. Anası babası evlere sığamıyor, yakalarını yırtarak ağlıyorlardı. Babası, vicdan azabı içinde kıvranıyor, ağıtlar yakıyor, fenalıklar geçiriyordu. Kendisini suçluyor:

_ 'Nerden de dedim? Ne gereği vardı? İçmez olaydım! İstemez olaydım!' diyordu.

Atletle oturuyordu. Değirmi yüzlü, şişman, göbekli, çenesinin altında iki çene daha olan, ızbandut gibi bir adamdı. Babamın anneme söyledikleri geldi aklıma:

_ 'Düdüklü tencere kazaları arttı. Dikkat et. Patlar matlar. Semiray'ı mutfağa sokma! Ona bir şey olursa, ölümlerden ölüm beğenin!.. Kırk katır mı istersiniz, kırk satır mı? Üstüne tencere, çaydanlık devrilir."

Arada sırada köfte kızartmaya yardım gerekirdi, ?tava döner, yağ devrilir' diye korkar, beni uzak tutardı annem. Bir eliyle yapar, bir eliyle kızartırdı. ?Ne olur, ne olmaz' diye yanından uzaklaştırırdı.

Annesi de kocasını suçluyor, onu yerden yere vuruyordu. Başını yazmadan bir çelgiyle çelmiş, saçı başı darmadağın, oldukça zayıf olan bu sarışın Giritli kadın, bir iki günde on yıl birden yaşlanmış, çökmüştü. Dizlerini dövüyor, ağlamaktan, bağırmaktan kısılan sesiyle mütemadiyen aynı şeyleri tekrarlıyordu:

_ 'Allah kahredesice! Kahvesi kudurmuş! Geçen sene İzmir Fuarı'na bir gittim, haber geldi, apar topar geldim, kızımın oğlunun ölüsüyle karşılaştım. Bu sene gittim böyle oldu! Gülmek, eğlenmek yasak bana! Gülmedik başa gül soksan gülmez!' diyordu.

Mahallenin kızlarının bazıları bahçenin dibinde çamaşır yıkıyor, bazıları mutfaktaki derileri, kanları, yanık izlerini kazıyordu. Bir teneke kireç ıslatmışlar. Badana fırçası ortada... Mutfak duvarlarında ölü derileri vardı. Yanık mutfak masası, yanık muşambası... Orayı öyle gördükçe fenalaşıyordu, ana baba, yakınlar... Bir an önce temizleyip, badanalayacaklar. Son bir kez gösteriyorlar, Nigar'dan kalan morarmış derileri ve kazımaya başlıyorlar, ekmek ve meyve bıçaklarıyla.

Nasıl adetleri var? Belki de ölü kazanında hazırlanmış, şerbet boyasıyla renklendirilmiş, çarşıdan alınan buz kalıplarıyla soğutulmuş, içine soyulmuş bademler atılmış ve limonata bardaklarına koyularak servis yapılan şerbetleri içmemek için oradan uzaklaştım. Sanki sefaya gelmişiz. Söz kesmesi, nişanı varmış gibi şerbet içeceğiz. Loğusa şerbeti gibi...

Burada mikrop falan yoktu. Anneannemin anneme, annemin de bana dediğine göre, kırıkla çıkıktan başka her şey bulaşırmış. Yanık da bulaşır mıydı? Bulaşma ihtimali olsaydı acaba babam beni buraya getirir miydi?

Ölümü tam anlamıyla idrak edemiyordum. Arkadaşımı bir daha hiç göremeyecektim. Olsundu. Başka arkadaşlarım da vardı. Yanarak öldüğü ve çok acı çektiği için acıyordum ama artık ölüydü ve hiçbir şey hissetmiyordu. Acıları dinmişti. Olan olmuş, biten bitmiş, ölen gitmişti. Çok fazla üzüldüğüm söylenemezdi. Topu topu birkaç kez beraber oynamıştık. Hatta içimde küçük bir sevinç bile vardı. Ölü evine çocuk gitmezdi. Demek ki artık büyümüştüm. Yaşım beş buçuktu.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

26 Temmuz 2010 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar