Babama Kıyamam

Babama Kıyamam

Babam gitmişti ilk olarak Almanya’ya. Birkaç yıl sonra da henüz kucakta yeni yürümeye başlayan erkek kardeşim ve üç yaşındaki kız kardeşimi annemle birlikte götürmüştü. Ben ilkokula gidiyordum. Okulum yarım kalmasın diye beni götürmemişlerdi.

İki katlı evimizin ikinci katında, aynı okula gittiğimiz ve çok sevdiğim kız arkadaşımın babaannesiyle dedesi kalıyordu. Tabi ki Ayşe de onlarla birlikte kalmaktaydı. Ayşe ile o dönemde aynı kaderi paylaşıyorduk. Ayşe’nin de ailesi benimkiler gibi Almanya’daydı. Ailem, Ayşe gibi beni de Ayşe’nin babaannesi ve dedesine bırakmışlardı. Kendi evimizde; ama başkalarının himayesindeydim. Halime Nine ve eşi güngörmüş, iyi insanlardı. Beni de torunlarından ayrı tutmazlardı. Ramiz Dayı da Halime Nine gibi neşeli, güler yüzlü tonton bir dedeydi.

Ayşe ile iyi arkadaştık. Beraber ders çalışır, birlikte oynar, bir yere gideceksek de ikimiz giderdik. Kış gelmişti. Harmanlar dediğimiz bizim evin elli metre ötesi, oldukça büyük, boş bir alandı. Diz boyu karla kaplanmıştı mevsim gereği. Kar yağınca çok sevinirdik. Kartopu oynamanın keyfine doyum olmazdı hiç. Soğuktan yüzümüz morarsa da karlar içinde koşar, onları ellerimizde yuvarlar, birbirimize atar, çocukça eylenirdik. Aynı sınıfın erkek ve kız çocukları, okul çıkışı kartopu oynamak için harman yeri denilen bizim evin tam karşısında buluşur, neşe içinde karlarda düşe kalka oyunlar oynardık. Bazı zamanlar Ayşe’nin babaannesi Halime Nine bağırırdı bize. “Yeterin artık dondunuz soğuktan. Bak hasta olacaksınız. Biraz da yarına bırakın oynamayı yahu! Hadi Ayşe, hadi Fatma! Yemek hazır” der, sevgiyle azar karışımında eve çağırırdı. Diğer çocuklara da “Hadi çocuklar, karanlık oldu. Evinizden merak ederler. Siz de evlerinize!” demesiyle isteksizce evlerimize dağılırdık.

Bayram yaklaşmıştı. Her evde tatlı bir telâş başlamıştı. Çok severdim bayramları herkes gibi. Evlerden şeker toplardık. Bazen de para verirlerdi. Çocuklarla kendi aramızda, kim ne toplarsa birbirine göstermek de gizli bir anlaşma idi sanki.

Tabi ki bayramların en büyük özelliği de yeni kıyafetlerdi. Babam her bayram yeni şeyler alırdı bize. Bayramdan iki gün önce alışverişe gidilir, özene bezene giydirmeye çalışırlardı beni babamlar. Mağaza mağaza dolaşmak bana çok keyifli gelirdi. Babam “Bak bunlar sana çok yakıştı” diyene kadar çeşit çeşit kıyafetler denerdim.

Yine bayram gelmişti; fakat ben üzgündüm. Çünkü, bu bayram ailem yanımda yoktu. Dolayısıyla hem onlardan ayrı geçirdiğim hem de yeni kıyafetler alınmayan ilk bayram olacaktı. Oysa bayram sabahları diğer günlerden daha erken kalkardık heyecanla. Yeni kıyafetleri giyme sevinci ta geceden sürer, zor yapardık sabahı. Zor dalardım uykuya o gecelerde.

Halime Nine başımda dikilmiş sesleniyordu bu bayram sabahı.

-Hadi kalksana kızım. Kaç kere geleceğim başına? Bak Ayşe çoktan kalktı, bayramlıklarını giydi bile. Sen daha yatıyorsun. Söz dinleyip bir gün de erken yatsanız, kalkarken böyle zorlanmazsın. Hadi elini yüzünü yıka. Ramiz deden şimdi camiden gelir.

Bunları söyleyip odadan çıktı. Kalkmak istemiyordum. Aslında çoktan uykudan uyanmış, yorganın altında üzgün bir halde pusmuştum. “Ne kalkacağım? Annemler yok, bayramlıklarım yok” diye söyleniyordum. Ayşe girdi odama.

-Tembel kalksana! Bütün gününü yatarak mı geçireceksin?

Sesini duyunca, yorgandan göz hizama kadar başımı çıkarıp üzgün bakışlarla Ayşe’ye baktım. Daha önce hiç görmediğim kıyafetleriyle, karşımda mutlu bir şekilde duruyor, çok da güzel görünüyordu Ayşe…


-Yeni mi kıyafetlerin?


Boynumu bükmüştüm sorarken.


-Evet! Yakışmış mı? Güzel olmuş muyum?

Olduğu yerde dönmüştü sevinçle gösterirken. Yatağımdan doğruldum;


-Evet… Çok güzel. İyi günlerde giy. Ne iyi babaannenler var; bak sana bayramlık almışlar.

-Yoo… Babamlar Almanya’dan göndermişler bayram için.


Gözleri mutluluktan ışıl ışıldı.

-Yaa öyle mi? Çok sevindim senin adına.


Tekrar yatağımın içine girip yorganı başıma çektim. Ağladım sürekli, yatağın içinde dizlerimi karnıma çekerek. Büzüldükçe büzüldüm. Sanki yorganın altında kaybolup bilinmeze doğru yok olmak ister gibiydim. Aniden biri yorganı üzerimden yere kadar çekti. Ayşe idi bu.

-Kalk hadi! Seninkiler de burada. Çabuk üzerini giy de kahvaltı yapalım.

-Hangi benimkiler?


Bunu derken yataktan fırlamıştım. Köşede duran paketleri gösteriyordu.

-Baban sana bayramlık göndermiş.

Hayretle fırlamış, kendimi paketlerin önünde bulmuştum. Acele açtım ne varsa. Hepsini dökmüştüm yere. Ne güzel şeylerdi öyle… Hangisini giyeceğimi şaşırmış halde, bir onu bir diğerini üzerime tutuyor, odadaki boy aynasında kendime bakıyordum.

Nihayet karar vermiştim. Giyinip odadan çıktım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra sofraya oturdum. Halime Nine başta olmak üzere Ramiz Dede de “Çok güzel olmuşsunuz, pek yakışmış, üstünüzde paralansın ikinizin de” diyerek Ayşe’yle bana övgüler yağdırdılar. Çok mutluydum. Babamlar beni unutmamıştı. Neşe içindeydim.

Kahvaltıdan sonra, Ayşe’yle birlikte Halime Nine ile Ramiz Dede’nin ellerini öptük ve öğleye doğru sokağa çıktık Ayşe’yle.

Arkadaşımla ayakkabılarımız aynıydı. Tek fark ayak numaralarımızdı. Pırıl pırıl ayakkabılarımız ve yeni kıyafetlerimizle, ilçemizin taş mektep altından çarşıya inen dik bayır aşağısına gelip durduk. Adeta kayak alanına dönmüştü dik yokuş aşağısı. Çoluk çocuk, gençler; kısaca herkes kızaklarıyla gelmiş, neşe içinde kayıyorlardı.

Uzun bir yoldu Mektep Bayırı denilen yer. Çarşı bitiminden taş mektebe, yani ilk okula gidilen yol oldukça uzun ve dikti. İnerken koştura koştura indiğimiz yoldan, çıkarken defalarca dinlenip çıkabiliyorduk. Buna rağmen kızağını alan gelirdi buraya her kış. En tepeden kızaklara binilir, yol bitimine kadar neşe içinde bağırışlarla kayılırdı. Sonra kızaklar yeniden omuzlara alınır, o dik yokuş nefes nefese tekrar hevesle çıkılırdı. Kışa denk gelen bayramlar oldukça neşe içinde geçerdi bizler için.

Ayşe’yle mektep bayırında milleti seyre koyulduk. Kızağımız yoktu; ama ayakkabılarımız kaymaya öyle elverişliydi ki… Kayanlara imrenmiştik doğrusu. Birbirimizin yüzüne bakıp kaygan zemine çömelip saldık aşağı doğru kendimizi. Neşeyle dik yokuşun sonuna indik. Ayakkabılar değme kızaklardan daha iyi kayıyordu. Yokuşu bir çırpıda yeniden çıktık; çünkü elimizde ağırlık yapan kızaklarımız yoktu. Aslında yapay kızaklarımızın üzerinde yürüyorduk ve onlar yukarı çıkarken bizi taşıyordu. Birkaç kez aşağı kayıp yukarı çıkınca, Ayşe “Ben artık kaymayacağım” dedi. Şaşırmıştım…

-Ne oldu, yoruldun mu?

-Yoo niye yorulayım ki?

-Niye kaymak istemiyorsun o zaman?

-Ayakkabılarımı eskitmek istemiyorum. Çok güzeller ve uzun süre kullanmak istiyorum. Hem babam kim bilir hangi şartlarda para kazanıyor Almanya gibi bir yerde? Bana giysin diye gönderdi. Yazık değil mi babama? Bizi daha iyi şartlarda yaşatmak için gurbete gitti. Babama kıyamam.


Söyledikleri mantıklı ve çok iyi niyetliydi. Haklıydı da… İkimizin ailesi de gurbette daha iyi şartlar hazırlamaya çalışıyorlardı bizlere; fakat ben biraz daha kaymak istediğimi söyleyip akşamın karanlığına kadar kaydım.

Karanlık çöküp sokak lambaları yanınca, yanları patlamış o güzelim ayakkabılarla eve dönerken Ayşe’nin sözleri kulaklarımda çınlıyordu.


-Ben uzun süre kullanmak istiyorum. Babama kıyamam. Babama kıyamam. Kıyamam…

07 Şubat 2019 7-8 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 5 yıl önce

    Babalara kıyılmaz... Öğrenim hayatının çoğunu gurbette okuyan biri olarak yazıyı okurken özleminizi de hissettim.