Babil Kulesi

Milattan önce 586, alev alev bir Temmuz günü. Anadolu'nun yüce dağlarından kaynak bulan Fırat ve Dicle Nehirleri'nin bereketli sularıyla beslenen geniş düzlüklerde gelişmiş Babil İmparatorluğu'nun başkenti Babil şehrindeyiz. Merkezinden 2,5 km doğusunda Kerbela Çölü ile sınırı bulunan bu şehir, kalın surların çevresindeki iri ufaklı kanalları, yüzlerce tek katlı evi, geniş buğday tarlaları; surların içerisinde ise sarayı, kışlası, tapınakları, soyluların evleri, asma bahçeleri, palmiye ve hurma ağaçları, rengârenk çiçekleri ve su kanalları ile döneminin en kalabalık yerleşim yeridir.

Şehre batıdan yaklaştığınızda Tanrıça İnanna adına yapılmış 12 metre yüksekliğinde, kabartma heykel ve yazılarla süslü, ihtişamlı bir kapı sizi durduracaktır. En kalın surlara yapılmış, muhafızlarla korunan bu kapıdan içeride şehrin kalbi vardır. Eğer giriş izniniz olup da içeri girebilirseniz dümdüz uzanan Tören Yolu boyunca yüksek duvarlar göreceksiniz. Taş ve tuğlalarla döşenmiş bu yoldan devam edin, hemen solunuzda askeri kışlaya, sağınızda Krallık Sarayı'nın kalın duvarlarına rastlayacaksınız. Şehri ikiye bölen bu yolun devamında görecekleriniz: solunuzda soyluların yaşadığı muntazam planlanmış, onlarca tek katlı kerpiç ev, sağda ise Tanrı Marduk'a ithafen yapılmış 7 katlı ve 90 metre yüksekliğindeki görkemli Etemananki Zigguratı, yani diğer adıyla Babil Kulesi'dir. Sağa dönüp kule önünden kuzeye doğru ilerlerseniz nehir kenarında, Kral İkinci Nebukadnezar'ın karısı için özenle yaptırdığı eşsiz asma bahçeleri sizi karşılayacaktır.

Şehrin şu anda çok da kalabalık olmadığını düşünüyorsanız, haklısınız. Eğer dikkatli dinlerseniz çok uzaktan gelen ritimli bir sesi, yaklaşmakta olan bir ordunun yürüyüşünün oluşturduğu güçlü titreşimi hissedebilirsiniz. Bu, Babil Kralı İkinci Nebukadnezar'ın Kudüs seferinden dönen muzaffer ordusunun ayak sesleridir. Kral, güçlü ordusuyla 2 yıl süren kuşatma sonunda, 8 yıl önceki seferde Yehuda Kralı olarak seçtiği fakat Mısırlılarla anlaşıp kendisine ihanet eden Zedekiah'ı esir almış, askerleri ve karşı gelenleri öldürmüş, Süleyman Tapınağı'nı yıkmış ve Kudüs'ü yağmalamıştır. Yanında ganimet olarak sadece Yehuda Krallığı'nın ve Süleyman Tapınağı'nın altınları, gümüşleri, mücevherleri ve diğer zenginlikleri değil ayrıca krallığın üst düzey âlimleri, şifacıları, falcıları ve büyücüleri de vardır.

...

Nem ve bulutun yaz-kış çok az olduğu, uçsuz bucaksız düzlüklerin ortasındaki bu şehirde gökyüzü, tüm güzelliklerini ve gizemlerini gözünü kendisine çevirenlere cömertçe sunmaktadır. Geceleri Babil Kulesi'nin en üst katına çıkan âlimler de, özellikle geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunmak için Ay'ı, gezegenleri, yıldızları ve takımyıldızlarını gözlemlenmekle ve bu astronomik cisimleri kendilerince kayıt edip anlamlandırmakla uğraşmaktadırlar. Bu âlimlerin içinde Kudüs'ten esir olarak getirilenler de vardır. Şimdi bu âlimlerden ikisi arasındaki konuşmayı dinleyelim:

- Yarın büyük gün!
- Evet, başrahibin yerinde olmayı çok isterdim.
- Niye? Senin Babil törenlerinden nefret ettiğini sanıyordum.
- Hâlâ nefret ediyorum! Ben bunu, başrahip törende krala tokat attığı için istiyorum.
- Açıkçası ben de ondan sonraki başrahibe ile kralın sevişme gösterisi için! Çok büyüleyici değil mi?
- Saçmalık! Tanrı'ya ve inanlara hakaret!
- Kim bilebilir ki bunu Tanrı'nın beğenmediğini?
- Tanrı'ya inanan bilir.
- Ne bir yüz, ne bir vücut, ne de bir işaret... En yükseklerdeyiz ama yıldızlar yerden baktığımızda gördüklerimizden farklı değil. Tanrıyı görmek için, ondan belirgin bir işaret alabilmek için daha ne kadar yükseğe çıkmalıyız?
- Belki de yanlış yere bakıyoruzdur!
- Ne demek istiyorsun Belteşassar?
- Ben gözlerim açıkken gördüklerimden çok, gözüm kapalı iken rüyalarımda bana gösterilenlere inanıyorum.
- Peki, neler görüyorsun?
- Kudüsü... Öldürülen, işkence edilen kardeşlerimizi... Tanrı'yı!.. Ve emirlerini!

...

'Yüce Kralım, elinizdeki kâsede bulunan, ruhunuzu ferahlatacak, zihninizi açacak olan sudan bir yudum almanızı ve rüyayı tekrar anlatmanızı rica ediyorum.'

Kral elindeki kâseden bir yudum aldı. Suyun tadı biraz acıydı; yüzünü buruşturarak rüyasını anlatmaya başladı:

'Bir ağaç! Uçsuz bucaksız çölde kocaman tek bir ağaç... Ağaç büyüdü, dalları uzadı, yaprakları çoğaldı, meyveler verdi, boyu bulutlara ulaştı. Dallarına kuşlar konmaya başladı. İnsanlar ve hayvanlar gölgesine sığındı, meyveleriyle beslendi. Sonra gökten parlak ışıklar içinde kutsal bir varlık indi ve 'ağacın dalları kesilsin, yaprakları yolunsun, meyveleri atılsın' dedi. Kuşlar uçtu, hayvanlar ve insanlar kaçtı. Koca ağaç bir anda devrildi. Kutsal varlık 'sendeki insan yüreği, hayvan yüreği ile değiştirilsin' dedi'.

Elindeki kâseyi hizmetçisine uzatarak Kral devam etti:

'Hiç aklımdan çıkartamıyorum bu rüyayı. Senin Tanrılarımızdan aktardıklarına güveniyorum. Söyle bakalım Belteşassar, tüm bunlar ne anlama geliyor?'

Geniş ve gösterişli kabul salonunda sadece üç kişi vardı: İhtişamlı tahtında oturan Kral, sağında hizmetçisi ve tam karşısında bir rüya tabirci rahip! Azametli kralla karşılaştırılınca olduğundan daha da küçük ve aciz görünen rahip, yüzünü yerden kaldırdı ama gözleri hâlâ yerde, kendinden emin bir şekilde söze başladı:

'Yüce kralımız, emriniz üzerine tüm gece anlattığınız rüyayı düşündüm, Tanrılarımıza dualar ettim ve gökyüzündeki Tanrılarımızdan bana iletilenler şudur ki; rüyanızda gördüğünüz kudretli ağaç, sizsiniz. Sizin hükümdarlığınız, bu ağaç gibi yayıldı ve güçlendi. Siz de imparatorluğunuzu ve halkınızı zenginleştirdiniz. Halkımız sizinle zaferler kazandı, zenginlik buldu, bolluk buldu.'

Rüyanın devamını aklına getiren Kral sertçe sordu:

'Peki, gökten gelen varlık ne anlama geliyor?'

Kralın şiddetli sorusuna rağmen sakinliğini koruyan rahip devam etti:

'Yüce Kralımız; o varlık, Tanrı'nın gücü ve hükümranlığıdır. Onun karşısında durabilecek hiçbir kuvvet ve dayanak yoktur. Tüm yeryüzünün krallıkları ona boyun eğmek zorunda kalacaklardır.'

Kral hışımla rahibe atıldı, yakasına yapışıp havaya kaldırarak şimşekler çakan gözleriyle rahibin bir sağ, bir sol gözlerinin içine baktı. Zayıf rahip ömründe ilk defa kralının gözlerine baktı ama ne heyecan ne de korku duyuyordu. Kral gözlerini ayırmadan, sanki onu kendisine getirmeye çalışır gibi sarsarak sertçe sordu:

'Ne demek bu?'

Rahip her zamanki sakinliğiyle:

'Hepimiz yüce Yaradan'ın âciz kullarıyız. Câni bir kral olsak bile...'

Kral rahibi ileriye doğru fırlattı. Sağ elini, belinin solunda, kuşağındaki bıçağına götürdü. O anda kral için salon, deprem oluyormuş gibi sallanmaya, bir sis ile kaplanmış gibi bulanıklaşmaya başladı; gördüğü tüm şekiller birbiriyle karıştı ve belirsizleşti. Ne yürüyebildi, ne konuşabildi; olduğu yere yığıldı. Hizmetçi, elindeki kâseyi yere atarak 'Yetişin! Kralımız, Kralımız!' diye bağırarak salonun giriş kapısına koşarken yerdeki rahip ile göz göze geldi.

...

Kral İkinci Nebukadnezar, sarayındaki görkemli yatak odasında, mücevherlerle süslü, altın yatağında ölü gibi yatmaktadır. Son zamanlarda, şifacı rahiplerin söylediğine göre kötü ruhların yönlendirmesi ile kâbuslar görmeye, düzgün konuşamamaya, giyim kuşamına dikkat etmemeye, başıboş dolaşmaya, kısacası bir krala yakışmayacak davranışlarda bulunmaya başlamıştı. En sonunda da hastalanıp yataktan kalkamayacak hale geldi. Şu anda kralın başında oğlu Belşezzar ve başvezir bulunmaktadır. Belşezzar yatağın sol tarafında, diz çökmüş, babasının sağ elini avuçlarının içine almış üzgün gözlerle babasını süzmekte, başvezir ise gelecekteki kralın sağında ayakta durmaktadır. Prens gözlerini babasından ayırmadan başvezire:

- Hiç iyileşme yok... Oysa daha geçen yıl yürüdüğünde yer sarsılır, bir bakışıyla karşısındakinin ruhunu alırdı. Onu böyle zayıf görmek beni kahrediyor.
- Dilerseniz büyük bir kurban töreni daha düzenleyelim Kralım?
- Hayır, yeter artık! Şehirde ne hayvan kaldı ne köle! Razı olmalıyız, Tanrı ve Tanrıçalarımız böyle istiyor.
- Sizin Kralımız olmanızın, halkımız, soylularımız, rahiplerimiz ve askerlerimiz gibi Tanrı ve Tanrıçalarımızca da arzu edildiğini görüyoruz... Bir de... Yeni bir başrahip seçmemizin uygun olacağını düşünüyoruz.
- Niye?
- Bildiğiniz üzere Yüce Kralım, şimdiki başrahibimiz iyice yaşlandı. Törenlerimiz sırasında yapması gereken hareketlerde zorluklar yaşıyor. Şiirleri okurken sözlerini unutup törenin ruhunu da bozduğu bir gerçek...
- Evet, bir törenin ortasında uzun süre başrahibi beklediğimi hatırlıyorum. Sence en uygun kim?
- Yüce Kralım, kehanetler ve rüya tabirleri konusunda babanızın sürekli danıştığı Belteşessar'ı öneriyorum.

O zamana kadar kıpırtısız duran Nebukadnezar'ın sağ eli bir an titredi. Gözlerinin kapalı olmasına rağmen göz kapaklarının altında bir hareket yaptığı görüldü. Fakat bu hayat belirtisi kısa sürdü.

- Evet, onu biliyorum. Hakkında da henüz bir şikâyet duymadım. Gerçi Kudüs'ten esir gelenlerden sanırım?
- Evet, Yüce Kralım. Fakat kendisi tüm dillerdeki yazıları okuyabilmesi ve görevindeki başarısının yanısıra Tanrılarımıza bağlılığı, örf ve adetlerimize saygısı, alçakgönüllülüğü ile tüm rahiplerimizce sevilmekte ve kendisine saygı duyulmaktadır. Kendisinin bu göreve en layık kişi olduğunu düşünüyorum Yüce Kralım.
- Öyle olsun o zaman.

...

Görkemli salon kralın sülalesi, soylular, üst düzey rahipler ve hizmetçilerle doluydu. Masalar yiyecek ve içeceklerle üst üste donatılmış, Kudüs'teki Süleyman Tapınağı'ndan getirilen altın ve gümüş tabak, kâse ve kaşıklar özenle yerleştirilmiş, İkinci Nebukadnezar'ın oğlu Kral Belşezzar'ın gelmesi bekleniyordu. Kral tüm haşmetiyle göründüğünde tüm konuklar eğilip kralı selamladılar. Kral, sıcak ama otoriter bir tavırla:

'Hoş geldiniz, değerli ve soylu kardeşlerim! Bugün -bildiğiniz gibi- Tanrıça İnannamızın kocası, Çoban Tanrımız Yüce Dumuzi'nin yeraltından kaçarak tekrar Krallığına ve yüce eşi İnannamıza kavuştuğu gün. Aynı zamanda bugün muzaffer komutan, adil hükümdar ve büyük kral, babam Nebukadnezar'ın ölüm yıldönümü. Kendisi, krallığımızın atalarımızın dönemindeki güce ve zenginliğe kavuşması için büyük savaşlar vermiş, herkesçe sevilen bir hükümdardı. Krallığımıza nice topraklar, nice hazineler kazandırdı. Yeryüzünün incisi, göklere kucak açan, bugüne kadar yapılmış ve yapılacak en güzel yapı olan kulemizi en görkemli haline getirip hiç görülmemiş süs ve güzelliklerle donattı. Tanrılar ve Tanrıçalarımız için sunaklar yaptırdı. Bu kutlamaya katıldığınız için teşekkür ediyorum. Sözü uzatıp etleri soğutmak istemiyorum, babam da soğuk eti hiç sevmezdi! Hah hah ha! Afiyet olsun' diyerek salonda, kendine ayrılan yere hızlı adımlarla geçip oturdu.

Kral önce en yakınındakilere sonra diğer konuklara laf atarak, yedi, güldü, içti. Diğer konuklar da hallerinden gayet memnun ziyafetin tadını çıkartıyorlardı ki birden beklenmeyen bir şey oldu: Bir duvar, yakınında hiçbir ışık yokken aydınlanıverdi. Bir anda büyük bir sessizlikle herkesin dikkati oraya çekildi. Sonra duvarda bir el belirdi ve duvara bir yazı yazmaya başladı. Kral şaşkınlıkla ayağa kalktı ve olan biteni anlamaya çalıştı. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Duvardaki yazı kralın bildiği bir yazı değildi. Kralın gözleri hemen başrahibi aradı ve görünce hemen ona seslenerek:

'Belteşassar! Bu ne demek? Ne oluyor?' diye seslendi. Başrahip yavaş bir hareketle ayağa kalktı, duvara doğru yürüdü ve tam yazının önünde durarak:

'מנא מנא תקל ופרסין' (MENE, MENE, ŞEKEL, UPHARSIN) yazıyor.' dedi ve ekledi:

'Yüce Yaradan, babanız Nebukadnezar'a ve size güç ve zenginlik verdi. Tanrı'nın verdiği büyüklükle dilediğinizi yücelttiniz, dilediğinizi alçalttınız; dilediğinizi yaşattınız, dilediğinizi öldürdünüz. Ne yazık ki babanız fazla gurura kapıldı ve Tanrı onu cezalandırdı. Size de bu yazı ile cezalandırılacağınızı bildirdi; Mene, Mene: Yüce Tanrı, size sayılı günleri olan krallık bahşetti. Şekel: Seni tarttı ve eksik buldu. Upharsin: Krallığın ikiye bölünecek, Medlere ve Perslere verilecek.'

Kral öfke içinde hizmetçilere emir verecekti ki kendisinin ve sülalesinin rahiplerce kuşatıldığını ve hepsinin ellerindeki kılıçları gördü.

...

Babilde bir Temmuz gecesi. Fakat bu defa şehirden kavga, kılıç, çığlık sesleri işitilmekte; kan, et, yanık kokuları duyulmakta, şehrin her yerinden dumanlar yükselmektedir. Babil Kulesi'nin en üst katında bir kral hayranlıkla gökyüzünü seyretmektedir. O sırada başrahip, kollarından tutan iki muhafızla beraber kralın huzuruna getirilir. Kral sert bir sesle emreder:

- Muhafızlar, bizi yalnız bırakın!

Muhafızlar hızlı ve sert adımlarla ayrılırlar. Sanki Dünya üzerinde sadece ikisi kalmış gibi kralla başrahip konuşurlar:

- Hoş geldin, başrahip Belteşassar!
- Beni çağırmışsınız Yüce Kral Darius. Ama ben artık ne başrahip ne de Babilliyim. Ben artık sadece sizin kul ve köleniz Kudüslü Daniel'im.
- Öyleyse hoş geldin Daniel! Ama sen benim kölem değil dostumsun. Sayende güçlü düşmanım Belşezzar'ı öldürüp Babil'in tüm zenginliklerini kolaylıkla ele geçirdim. Bu iyiliğini ödemek ve seni vezirlerimden biri yapmak istiyorum. Ne dersin?
- Yüce gönüllü kralım, çok teşekkür ederim. Daha önce de elçiler aracılığı ile görüştüğümüz gibi benim sizden herhangi bir güç ve zenginlik talebim yoktur. Benim sizden tek isteğim, memleketimiz Kudüs'ten gelen ve yıllarca zulüm gören kardeşlerimin, inayetinizle krallığınıza hizmet etmesi ve kadim Süleyman Tapınağı'nın sizin hükümranlığınızda yeniden yüceltilmesidir.
- Sen sözünde durdun, görevini layıkıyla yaptın. Ben de bana yakışanı yapıp verdiğim sözü tutacağım. Ama bir şartla!
- Nedir kralım?
- Benim vezirim olman şartıyla. Anlaştık?
- Siz nasıl buyurursanız Yüce Kralım.

19 Aralık 2018 13-14 dakika 11 öyküsü var.
Yorumlar (1)
  • 5 yıl önce

    Anlayabilene çok şey anlamayana hiç bir şey anlamak istemeyene de gülünecek bir öyküydü

    İçtenlikle kutlarım anlamlı paylaşımınızı Ahmet beyud83eudd20