Bay Pipo

Define akşam bize telefon etmiş, geldiğini bildirmişti. Akşamüstü yola çıkmışlar. Aradığında saat on bire geliyordu. Eksiğimiz tamamlanmıştı. Allah yokluğunu göstermesin, onsuz olmuyordu. Gittiğinden beri tadı tuzu yoktu Virane'nin.

Gece geç saatlere kadar olup bitenleri yazdığım halde, onu bir an önce görmek ve kimseler gelmeden baş başa konuşup dertleşivermek için sabahın köründe, kahvaltı bile etmeden evden çıktım. On dakika sürmeyen yolu hızla geçtim. Kapı henüz açık değildi. El şeklindeki kararmış pirinç kapı eliyle, altındaki pirinç parçasına kuvvetlice vurdum. Ne güzel metalik bir ses çıkarıyordu! 'Tak tak tak!..' İçerden:

_ 'Kim o?' diye bir ses geldi ve sağ üst taraftan bir pencerenin açılma sesini duyunca başımı kaldırdım, yukarıya baktım. Duygu da sarkarak aşağıya baktı. Geleceğimden haberi olmadığı için:

_ 'A, sen miydin? Sabah sabah bu gelen de kim acaba?' dedim, kendi kendime. Açayım, geliyorum, dur!' dedi.

Gıcırdayan ahşap merdivenlerden koşarcasına takır tukur indi, kapıyı açtı:

_ 'Kahvaltı yapacağız. Mutfağa gel!' dedi.

O her sabah erkenden gelir, Ahmet ve dedeyle birlikte kahvaltı eder, sonra günlük işlerine koyulurlardı. Kız eli değince, yukarısı da eve benzemişti. Yurt haline gelebilmesi için sadece odalara yataklar konacaktı. Sayılı gün geçer, eylül de gelirdi. Fakir fukara çocukları bayram edeceklerdi. Hepimiz bu mutluluğu paylaşmaktaydık. Herkesin çorbada tuzu vardı. Kimimiz perde, kimimiz halı kilim, kimimiz masa sandalye, dolap getirmiştik. Evlerimizde kullanmadığımız kap kacak, çatal kaşık, bıçak, tabak, çanak çömlek; ne varsa buradaydı.

Selma'ların evinde iki çelik nihale varmış. Birisini buraya getirmeye niyetlenmiş. Sonra unutmuş. O gün de annesi bazlama yapmış. Dört tanesini, soğumasın diye kat kat gazete kâğıdına sarıp, dedeye göndermiş. Bir de açtım baktım ki, sıcacık dört bazlama, altında da nihale...

_ 'Bu ne?' dedim, şaşkınlıkla.

_ 'Ne olacak. Buraya getireyim diye niyetlendim ya... Kendiliğinden gelmiş. Ben unutmuştum. Allah unutmaz. Öyle niyet ettim ya bir kere. Dergâh gibi oldu burası. Define erdi galiba.' dedi.

Demek ki nihale, gazatenin üzerindeymiş. bazlamalar nihaleye kununca o altta kalmış. Paketlenip gelmiş.

Hatta dört köşe küçük fırın bile vardı. Büyüğünü aldığımız ve artık kullanmayacağımız için onu ben getirmiştim. Sabahları ekmekleri dilimliyorlar, orada kızartıyorlardı. Arada ben de onlarla kahvaltı ediyordum. Üçü de benim gibi kızarmış yağlı ekmeği çok seviyorlardı. Dede bazen yağ sürmüyor, özel kulplu kupasındaki az şekerli çayına bir kaşık yağ atıyor ve ekmekleri içine batırıp, yumuşatarak yiyordu. Bazen çok ekmek getiren oluyordu. Onları dilimleyip, peksimet yapıyorduk. Bir torbaya koyup, yukarıdaki çiviye asıyorduk. Acıkan gelip bir parça alıyor, yanında peynir ya da zeytinle açlığını bastırıyor, bazıları da sigara altı yapıyordu. Burada öyle bir olay vardı ki anlaşılır gibi değildi! Evde ne kadar ne yersek yiyelim, doyduğumuzu hissetmiyorduk, burada yarım peksimet, bir dilim ekmek yesek, karnımız doyuveriyordu. Yiyeceğimiz hiç eksik olmuyor, kaç kişi yerse yesin, yetip arttığı için, mutfakta her zaman yiyecek bir şeyler oluyordu. Kim ne getirirse, bereketi içindeydi. Hızır eli değmiş gibi yendikçe artıyordu.

_ 'Hoş geldin dedeciğim! Hah şöyle! Virane Virane'ye benzedi. Sensiz olmuyor!' dedim.

Geceki fırtınadan sonra sakinleşen gecenin sabahında, küf kokan asırlık ahşap evin tüm kapı ve pencerelerini açtım. Duygu, demlediği çayı masaya koyarken, Define:

_ 'Duygu, geçen gün bir hanımla tanıştım. Liseler arası tiyatro yarışmasına katılmak için son sınıf öğrencilerini çalıştıran bir edebiyat öğretmeni... Prova yapmak için gürültüsüz, geniş bir yere ihtiyaçları olduğunu söyledi. Ben de size sormadan, bizim arka bahçeyi kullanmalarını önerdim. Sence bir sakıncası var mı?'

_ 'Yok ama diğer ihtiyaçları için yukarıya çıkıp, evi kirletmelerini istemem.'

_ 'Tamam, o halde, geldiklerinde söylerim, kabul ederlerse burada çalışacaklar. Zaten üç beş prova yapacaklarmış. Ahmet, ya sence?'

_ 'Ben, ne kadar çok gelen olursa, o kadar çok memnun oluyorum dede. Gelsinler, gelsinler! Çok gürültü olursa, biraz yavaş olmalarını söyleriz. Gerçi bu tür çalışmalarda olabildiğince rahat olmalılar ama mahalle arası burası. Yaparız bir şeyler. Hele bir gelsinler. Komşular idare eder. Seslenmezler. Severler bizi.'

Sabahın ölgün ışıkları, serin ve nemli esintiyle miadını çoktan doldurmuş pencere pervazlarından süzülerek nazlı nazlı mutfak masasına düşünce, yüreğime bir ferahlık geldi. Hızlı hızlı geldiğim ve burada da sağa sola koşuşturduğum için terlemiştim.

Çay filizi ve bergamut aromalı sıcacık çay yudumları, sohbeti ısıtmaya başladı. Dedenin İstanbul'dan getirdiği bol susamlı, yanık tenli simitleri fırında tazelemişler, enlemesine ikiye kesip, arasına tereyağı sürmüşlerdi.

Artık bahçede, geceleri uzun ayaklı beyaz boyalı demir dolabına kilitledikleri bir televizyonları bile olmuştu. Akşamları herkes televizyondan ayrılıp gelmek istemediği için, mecburen almışlardı. Şimdi bahçede, gece Güne Bakış bitinceye kadar müşteri oluyordu.

Aslında bizimkiler sadece dizi ve film seyrediyorlardı. Bir de maçları... Yayın başlar başlamaz açıyorlar, kapanıncaya kadar açık tutuyorlardı. Tıngırdasın işte... Çok meraklıları vardı. Ekrandan bir saniye gözlerini ayırmayanlar, reklâmlara kadar imini cimini seyredenler... Yayın ya da cereyan kesilse, krizlere girenler vardı.

Bir defasında elektrik kesilmişti de filmin yarısında, Mahir yetişemediği için iskemleye çıkarak, gaz lambasını televizyonun üstüne koymuştu, çalışması için. Ne kadar gülmüş, üstüne ne espriler yapmıştık! Rüzgârlı havalarda çatıdaki anten dönüyor, aşağıda kıyamet kopuyordu. En uzunları Ahmet'ti. Onu çatıya dikmeye gönderiyorlardı. Hele maçlarda...

Duygu, bayanlarla ilgili programlarla ilgilenirdi biraz. Akşamları zaten eve yorgun argın gidiyordu. Söylediğine göre, sadece bazı dizi ve filmleri seyredebiliyor, bazılarının yarısında uyuyuveriyormuş. Define aksiyondan hoşlanırdı, gençler gibi. Gemici filmlerini gözler, siyah beyaz eski filmleri özlerdi.

Çocuklar on buçuğa doğru geleceklerdi. Okul kapandığından beri azalan öğrenci sayısı ve dede İstanbul'a gittiğinden beri başka yerlere gitmeyi tercih ettiğimiz için birkaç gündür sakin ve sessiz, kafasını dinlemekte olan bahçeye esaslı bir gürültü gelecekti.

_ 'Acaba çevre veya müşteriler rahatsız olur mu?' diye sesli düşündü dede. 'Yok, olmazlar. Zaten sabahtan pek kimse olmuyor bahçede. Çocuklar da daha serin yerlere gitmeyi tercih ediyorlar.'

_ 'Hem bir evde her şey olabilir. Misafir gelir, yaş günü olur, düğün olur, mevlit olur... Onlar da bahçelerine masalar atıp, mangallar yakıp, teyplerini sonuna kadar açılmıyorlar mı?' dedi Duygu. Ahmet:

_ 'Rahatsız olurlarsa, 'Alçak sesle lütfen...' diyebiliriz ama böyle olmamalı. Bu tür çalışmalarda çocuklar, baskı altında kalmamalı.'

_ 'Ellerine sağlık. Afiyet olsun!' diyerek sofradan kalktı, Define.

Gazetesini, piposunu, gözlüğünü ve çakmağını alıp, gıcırtılı tahta merdivenden sağ ayağını çekerek yavaş yavaş indi. Ben de beraber... Ellerindekileri ilk bahçe masasına bıraktı. Özel minderli sandalyesini getirdi. Aşağıda nereye oturacaksa, o sandalye onunla oraya gitmezse olmazdı. O haline gülümseyerek baktığımı fark ediğince, açıklama yapmak ihtiyacını hissetti:

_ 'Çok sert, o ahşap iskemleler. Nesli tükenenlerden, benim gibi. Sert yerde bir süre oturdum mu, belimi alıp kalkamıyorum. Kuyruk kemiğimin dayanılmaz ağrısından epey bir kurtulamıyorum. Miadını doldurmuş iskeletimdeki arızalardan biri de belimde... Sağ ayağımla bel kemiğimin arasından çelik bir tel çekiliyor sanki. ?Siyatik siniri' diyorlar.'

Ahmet, sabahın köründe kalkmış, gece çıkan şiddetli rüzgârın marifetini ortadan kaldırmış, saksıların içlerini bile temizlemiş, masaların üstünü silmiş, galiba toz olmaması için masa örtülerini henüz sermemişti.

Define genelde, kapı önündeki tezgâhını rahatça gözetleyebilmek için, bahçe kapısının yanındaki ilk masada oturmayı tercih eder, hafifçe sokak kapısına doğru dönerdi. Arada göz ucuyla tezgâha bakar, birileri gelirse, kalkıp, ilgilenirdi. Her zamanki köşesine otururken, yerleşimindeki hareketler hep aynıydı; yakınmalarla söylenmeler farklı olabiliyordu.

Yine aynı ezberlenmiş hareketlerle geldi, içerden iskemlesini getirip koydu. Her zaman, gömleğinin cebinden sigara paketiyle çakmak çıkarırdı. Bu defa, pantolonunun sağ cebinden tütün paketini çıkarıp, masanın üzerine, diğerlerinin yanına koydu ve kendini, atarcasına minderin yumuşaklığına bırakıverdi:

_ 'Haydi, bacak!..' diyerek sağ dizini eliyle tutup, sol dizinin üzerine koydu ve şöyle bir kaykıldı.

Parası olduğu zamanlarda; iki paket tütün alır, en kalitesizini, bir kalite üstünü olan ithaliyle harmanlardı. Belli bir tava gelecek şekilde bir süre havalandırıp, biraz kendisini kandırmak, biraz da hava atmak için olsa gerek, yarısını kalitesizinin paketine koyup, ağzını sıkıca kapatarak odasında bir yere kaldırır, yarısını da kalitelisinin paketine doldurur, yanına alırdı.

Gömleğinin cebinden çıkarıp, silkeleyerek açtığı, sapları kopacakmış gibi sallanan gümüş rengi tel çerçeveli gözlüğünü heybetli burnunun ucuna yerleştirdi. İçi kurum bağlamış piposunu ters çevirip, masanın kenarına vurdu ve üfleyerek içindeki kalıntıları düşürdü, tekrar masaya bıraktı. Sol eliyle paketi alıp, sağ eliyle açtı ve burnuna götürüp, derin bir nefes çekerek kokladı. Merak ettim, ben de kokladım. Tütün, çiçek, şarap ve kakao kokusu karışımıydı. Tütünü şarapta bekletip, esanslarla kokulu hale getiriyorlarmış. Sol elinin işaret ve başparmaklarıyla tuttuğu piposuna, diğer parmaklarıyla tuttuğu paketten, sağ elinin üç parmağının ucuyla aldığı bir tutam tütünü, içine doldurdu. Sağ eliyle gömleğinin cebinden bir parmak boyunda, bir tarafı küt hale getirilmiş, bir metal çubuk çıkarıp, tütünleri piponun içine, sol elinin başparmağının da yardımıyla güzelce yerleştirdi. Çakmağı çaktı ve kalın kısmını sol avucuna aldığı pipoyu yavaşça sağa eğerek, tütünü ateşledi. Yanmayınca iki kez daha denedi. Nihayet yanmış olacak ki içimine ve biçimine göre keyifle kavradığı piponun ucunu dudaklarına götürdü. Zevkle çekmeye ve dumanını savurmaya başladı. Rutubetli bir baca kokusu yayıldı, ortalığa.

Üstü minik kara deliklerle kaplı, sert kılları dışarıya, kalın telli sık bıyıklarının üzerine sarkan o kocaman delikli, kemerli, sarkık ve zamanla ortama dayanıklı hale geldiği için bu dumana ve kokuya şikâyetsizce katlanan Karadenizli burnunu hazla kıpırdatmaya, iki tarafa oynatmaya başladı. Birkaç duman çektikten sonra pürdikkât kendisini seyrettiğimi fark edince, gözlüklerinin üstünden bakarak:

_ ' Ne bakıyorsun kız? Hiç pipo içen bir adam görmedin mi? Önüne bak bakayım!' dedi.

Keyfi yerindeydi. Çünkü ayak parmakları birbiriyle yarışırcasına kıpırdamaktaydı. Hiç seslenmeden izlemeye devam ettim. Gözlüklerini düzeltti, gazetesini hışırdatarak açtı ve okumaya başladı. Açık havada olduğumuz halde etrafı kesif bir duman kaplamıştı. Yavaşça oradan uzaklaştım.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 49

23 Haziran 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Yorumlar