Bez Bebek
Amel Defteri’nden
Bölüm 19
Hava kararmak üzereydi. Eve doğru bitkin bir şekilde, sırtımda okul çantam, yürümeye devam ediyordum. Evimize yaklaşmış, tren hattını geçmiştim. Mahallede top oynayan arkadaşlarım beni görüp “Hadi gel top oynayalım!” diye seslenmişler ama ben omuzlarımı “istemiyorum” anlamında silkip cevap vermeden daha hızlıca eve doğru yürüdüm.
Anam, evin yanından birkaç merdivenle çıkılan evin dış kapısının önündeki sundurmada oturmuş, sanırım beni bekliyordu. Anama göz ucuyla şöyle bir baktım, bir şey söylemedim. O da bir şey demedi. Dış kapıyı açıp içeri girdim. Çantamı hemen girişteki salona fırlattım, elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim.
Yengem, diğer odada yer sofrasını kurmuş, akşam yemeğini hazır etmişti bile. Büyük ihtimal beni bekiyorlardı. Yengem “Hoş geldin! Hadi yemek hazır!” diyip odaya geçti. Ben de odaya girer girmez, küçük yeğenim emekleyerek bana doğru hızla gelmeye başlamıştı. İçimden “Tüh ya, unuttum!” diye söylendim. Kızcağız, dışarıdan içeriye ne zaman girsem, çoğunlukla elimde ona getirdiğim bir şeyleri görürdü. Heyecanlanırdı hep. Önce arkama saklar, sonra çıkartır ona verirdim. Bu defa gerçekten unutmuştum. Eğildim, kucağıma aldım, öpüp sarıldım. Tam “Amca sana bugün bir şey getirmedi” diyecektim ki, anam arkadan dürtüp elime bir şey sıkıştırdı. Baktım, kızcağıza daha önce getirdiğim bez bebek! Güldüm, “Ana, inan çok sevinmiştir, hatta çok da şaşırmıştır!” deyince, yengem, ben, anam, hepimiz birden gülünce, çocuk da sanki espriyi anlamış gibi o da bizimle gülmeye devam etmişti.
Tüm gün hiçbir şey yememiştim. Açtım. Hızlıca yemeğimi bitirdim. Genelde yer sofrasında yemek bitene kadar sohbet ederdik. Bu defa sohbet etmedik denebilir. Sadece yeğenimle herkes konuşmuştu. Annesinin kucağında oturuyordu; yengem birkaç lokma ona verdiğinde, ben “Aaa, büyümüş de bizimle sofrada yemek yiyormuş!” falan gibi onu ödüllendirici laflar edip, ara sıra da “Aferin sana!” deyip yanaklarını sıkıyordum. Herkes biliyordu bugün bir şeylerin ters gittiğini, ama bir türlü kimse bir şey söylemiyor, soramıyordu. “Yenge, ellerine sağlık! Ben bahçeye gidiyorum.” deyip sofradan kalkıp odadan çıktım. Arkamdan yengem “Çay hazır!” diye seslendi. “Tamam!” diye cevaplayıp, çay almadan evin arkasındaki bahçeye gittim.
Malatya’da “gıdik” dediğimiz keçi yavrusu besliyorduk. Küçükten anam almıştı. Bahçenin sonundaki odunluk olarak kullandığımız yerde bağlıydı. Köşede onun için topladığımız yeşil otlardan biraz alıp ona doğru yürüdüm. Beni görünce hep o küçük kuyruğunu hızlıca sallar, titrer gibi yapar, kendini silkelerdi. Sonra da arka ayaklarının üzerine dikelir, yeni çıkmış boynuzları ile “tok” dediğimiz kafa tokuşturmayı yapardık. Anam kızardı bunu onunla ne zaman oynarsak… “Oğlum, o bir hayvan, ne bilsin oyun olduğunu? Valla bir gün tokuştuğun kafanı patlatır, Allah korusun orada ölürsün! Yapma!” derdi.
Bu defa onunla “tok” oynamadım. Yemini verdim, sırtını sıvazladım. Sevdim onu. İçimden bugün onunla oyun oynamak, onu kızdırmak gelmiyordu. Önce yengem, sonra anamın bir araya bahçeye girip hemen geri içeri girdiklerini fark ettim. Ne onlar ne de ben bir şey demedik birbirimize.
Bir müddet sonra anam geldi yanıma. Sonrasında yengem de alüminyum küçük tepside çaylarımızı bırakıp hemen geri içeri girmişti. Yengem, sütle ve çayla bisküvi sevdiğimi, banarak yediğimi bildiğinden, çayın yanına bisküvi koymayı da unutmamıştı. (Yengem, merhametli, ön sezgileri kuvvetli olan iyi bir insandı.)
Devam edecek..
