Bir Annelik Öyküsü - Mektep Çocuğu

MEKTEP ÇOCUĞU

Mekanlarının cennet olacağına inandığım anneme, babama ve ablama...

Aralık 1953

Anam tarafından dedemlerin yanında kalıyor, Saraycık Köyü İlkokulu'nda okuyordum. Yedi yaşımda ve ikinci sınıftaydım. İlk tatilimiz dokuz gündü. Bu defa karnemin hepsi pekiyi idi. Yavru kardeşimi merak ettiğimden tatili Belova'da geçirmek istiyordum. Güzel karnemi anam babam ve Belovalılar görsün hevesine de kapıldım. Bir de ebeme inat, babamın Gediz pazarından alıverdiklerini giyerek köye gelmek istiyordum. Anamın doğumunda gittiğimizde ebem, 'Seneye giyersin' diyerek giydirmemişti.

"Belova'ya gidelim," dedim dedeme.

"Kar eriyince gideriz," dedi dedem.

Köyde, onun eliyle yarım karış kar vardı. İlla gidelim diye tutturdum. Dedem, keyfinin olmadığını söyledi. Ebem de, "Karda kışta ne işin var Belova'da?" diyerek azarladı beni. Kısa boylu şaşkın ebemi dövmek geçti içimden. Güreşte onu yensem bile dayakta o beni döverdi. Karararak baktım. "Git bakkaldan hap al gel. Deden iyileşince gidin," deyince kızgınlığım geçti.

Bakkal dükkanında Kaypak Ülfet'le karşılaştım. O, Aşağı Belova'da; anası, babası ve kız kardeşiyle birlikte oturuyordu. "Belova'ya gitmiyor musun?" diye sordu. "Dedem, soğuk algınlığına tutulmuş. Geçince götürecek," dedim. "Birazdan Belova'ya gideceğim. İstiyorsan seni götüreyim. Anandan horoz alırım," dedi. "Götürürsen verir," dedim. Bakkaldan iki gripin alıp, Kaypak Ülfet'le birlikte eve döndüm. "Ülfet ağam beni götürecek," deyince ebem, "Olmaz!" diyerek beni gine azarladı. Ağlayıp gözyaşı dökmeme dayanamayan dedemin "Olur," demesiyle sevindim. Ebem, "Bu kaypağa çocuk teslim edilmez!" diye bağırınca sevincim kursağımda kaldı. Ebeme çok kızdığımı belirtmek için dişlerimi gıcırdatıp, gözlerimi belerttim. Ardından da dedeme boynumu bükerek baktım. Bir süre kararsız kalan dedem yüzünü Kaypak Ülfet'e çevirdi.

"Çocuğu heveslendirdin. Kaypaklık yapıp dönersen bozuşuruz bak," dedi. "Dönmem dayı," diyen Kaypak Ülfet, anamdan bir horoz almadan beni teslim etmeyeceğini söyleyince dedem güldü. Ben de güldüm. Ebem, sırıtan Kaypak Ülfet'e daha da karardı.

Dedem, Kaypak Ülfet'e başka tembihlerde bulundu. Örme sırt torbasına kitabımı, defterlerimi, kalemle silgimi koydum. Karnemi de kitabımın arasına sıkıştırdım. Ebem çok kızgındı. Burnundan soluyordu. Dedem olmasa var ya, Kaypak Ülfet'in kafasında rahat odun parçalardı. Ocağa atmak için aldığı odunlarla ona bakışından anladım bunu. Dedem para verdi.

"Bir paket çayla, bir okka şeker alıp götür. Kardeşlerine de akide şekeri al," deyince pek sevindim. Önce dedemin elini öptüm. Ardından da oflayıp puflayan ebemin elini. Ebem, sımsıkı sarmalayıp şapırdatarak öptü beni. Kaypak Ülfet'in el öpmesine soğuk baktı. Sekide uzanan dedem selam yolladı. En küçük kardeşimi görmeye ve beni almaya geleceğini söyledi. "Selametle gidin," dedi. Ebem, dua ederek ve arkamdan üfleyerek avlu kapısından uğurladı beni.

Dedemin dediklerini bakkaldan alıp, ağzımıza da birer tane akide şekeri atıp yola çıktık. Benim torbayı Kaypak Ülfet taşıyordu. Kendi torbası daha büyük ve kabarıktı. Öğleye doğru köyü geride bıraktık. Kaypak Ülfet'in hemen ardından gidiyordum. Yolda epey ayak izi olduğundan çığır genişti. Hava güneşliydi. Esinti azdı. Kaypak Ülfet'i iyi tanıyordum. Geçen sene askerden geldiğinde dedemlere uğramıştı. Uzaktan akraba olduğumuzu o zaman öğrenmiştim. Geçtiğimiz yaz, Belova'da birkaç kez karşılaşmıştık. Bir keresinde bize gelirken uzaktan, "Teyze! Karnım aç!" diye anama seslenmişti. O gün yemek yerken, "Saraycık'ta bana kız veren yok. Çukurören köyünden kız buluver," demişti. Anam da, "Kaçırdığı kızı yarı yolda bırakan birisine bu köylerden kız veren olmaz. Uzaktan ara," karşılığını vermişti. Meğer Ülfet, askerliğinden önce ağabeyi ve yengesinin yardımlarıyla bir kız kaçırmış. Köyden çıktıklarında "Vazgeçtim," deyip kaçmış. Ondan sonra da ona Kaypak Ülfet lakabı takılmış.

Kaypak Ülfet, boylu sayılırdı. Kalın kemikli ama zayıf yapılıydı. Sık sıkr torbaların yerini değiştiriyordu. Besbelli ipleri omzunu kesiyordu. Yol, giderek yokuşa sarıyordu. Çığır, tek insanın gidebileceği kadar daralmıştı. Kaypak Ülfet yorulmuş olmalı ki yokuşu çıkınca, karın üstüne koyduğu şapkası üzerine oturdu. Ben de onun gibi yaptım. O sigara yaktı ben de kar topu yaptım. "Anandan önce kuzu isteyeceğim," dedi Kaypak Ülfet. Gülüştük. Kaypak Ülfet, "Ananın malı kıymetlidir. Kuzu vermez. Evlenecek çağda olsaydı kuzu yerine abanı isterdim," deyince yine gülüştük. İçimden, "Anam, abamı sana vermez," dedim. Yeniden yola koyulduk. Dinlendiğimiz için daha hızlı yürüyorduk. Bir süre sonra köy yolundan ayrılıp yamaca saran kağnı yoluna saptık. Yolda tek ayak izi vardı. Kaypak Ülfet çığırdan gidiyordu. Basılan yerlere adımlarım ermiyordu. Bir kara, bir ize basarak gidiyordum. Boylu çam ağaçları karın birazını tepelerinde tuttuklarından ayaklarım az batıyordu. 'Dünkü benim izler,' dedi Kaypak Ülfet. O izlerin bana hiç yararı olmuyordu. Yorgunluğumu ona belli etmeden peşinden gidiyordum.

Bir evle samanlığın ve iki ahırın bulunduğu Aşağı Belova'ya geldik. İki iri çoban köpeğiyle kobay karşıladı bizi. Köpeklerin havlamalarından huylanan Kaypak Ülfet'in anasıyla kalçası çıkık kız kardeşi evin kapısında göründüler. Ocak ateşiyle ısınan odaya girdik. Kadınla kızın ellerini öptüm. Gelirken üşümedim ama, sıcak oda hoşuma gitti. Kaypak Ülfet, babasını sordu.

"Bekir'in ağılına gitti. Akşama dönecek," dedi anası.

Kaypak Ülfet, ocak başındaki geniş minder üzerine uzandı. Kız, "Karnınız aç mı?" diye sordu. Acıktığım halde, "A ah," dedim. Kaypak Ülfet de, canının istemediğini söyledi. Ocağın başında mayıştı kaldı. Oysa ben, anama, babama ve kardeşlerime ulaşmaya can atıyordum. Gidelim dercesine Kaypak Ülfet'in gözlerinin içine bakıyordum. O, ocak başında yan gelmiş yatıyordu. "Gidelim,"dedim. Hiç oralı olmadı. Anası, 'Geç olmadan çocuğu götür,' deyince uzun uzadıya inledi. Ardından da, "Uyuştum kaldım. Her yanım dökülüyor," diye yakındı.

"Üşengeçliği bırak da yola çıkın," dedi kız. "Gidecek halim yok," diyen Kaypak Ülfet, anası ve kız kardeşinin kızgın bakışlarıyla karşılaşınca bana, "Yarın gidelim," deyip, ocak başına daha da yayıldı.

"Götürmezsen yalnız başıma giderim," dediğim gibi ayağa kalktım.

"Gidersin tabi. Ne kadarçık yer," diyen Kaypak Ülfet, inleyerek omuzlarını kütürdetti.

"Yumruk kadar çocuk bu karda kışta nasıl gider?" diyerek çıkıştı anası.

Ağasına öfkelenen kız, "Hadi beraber gidelim," dedi bana. Kaypak Ülfet, "Oğlanın hızlı gidişini engellersin," diyerek kızdı kız kardeşine. Kalça çıkıklığı yüzünden bir ayağını sürürcesine yürüyen kızın, sağlam olmayışına yandığını anladım. Kadın, "Ah!" diye inledi. "'Dizlerim tutsaydı, bu oğlanı tezden anasına ulaştırırdım," deyip içli soluk verdi. "Ben de tez giderim," dedim."Korkmazsın değil mi?" diye soran Kaypak Ülfet'e de, korkmayacağımı söyledim. Anası ve kız kardeşi bağırıp çağırdılarsa da Kaypak Ülfet yerinden kımıldamadı. Kız kardeşi, "Kaypaklığını yine gösterdin," deyince az doğruldu. "Kalkarsam öbür bacağını da ben sakatlarım bak!" diye sert çıkıp yine uzandı. Torbamı sırtıma bağladım. Kadınla kızın ellerini öptüm. Anası öpme dediyse de Kaypak Ülfet'in uzattığı elini de öptüm. "Aslansın sen aslan," dedi bana.

Kadınla kız, üstlerinde birer atkıyla avlu dışına kadar benimle geldiler. Anama selam yolladılar. Bana da yol açıklığı dilediler. Kız, beni gözleyeceğini söyledi.

Aşağıdaki kara bir çizgi gibi görünen dereciğe koşarcasına indim. Onun yanından yukarıya doğru yollandım. Uzak da olsa Belova'nın evlerini görünce içime bir sevinç aktı. Daha da hızlandım. Kar, dizlerime yakındı. Basarken iyiydi de ayağı çıkarmak zordu. Başımı çevirip baktım. Kız, avlu önünde duruyordu. Onun gözlemesi bana güven verdi. Kendim duyacak kadar türkü çığırmaya başladım. İkinci türkü bitince İstiklal Marşı'nı söyledim. Ardından andımızı içtim. "Varlığım, Türk varlığına armağan olsun," deyip kara selam verdim. Güldüm. Alanın tam ortasından gidiyordum. Belova'ya kadar düzlüktü. Yürüdüğüm yerler tarla idi. Güzün ekildiyse eğer, tarlada bir karış boyunda ekin olurdu. Ekine basmanın günah olduğunu hatırladım. Kar altında da olsa ekinlere basmamak için dereciğe yaklaştım. Tarla ve meralar ta Belova'ya kadar iki taraftan ormana dayanıyordu. Dil şeklinde ormana dalan tarla ve meralar da vardı. Geçen yaz hayvan otlattığımız az yokuşlu yamaçlardaki meralara baktım. Soğuk suyunu içtiğimiz Keleş çeşmesi bile uzaktan belli oluyordu.

Bulutlar güneşi kapatıyor, esinti artıyordu. Kar, kimi yerlerde dizlerimi buluyordu. Ayaklarım üşümeye başladı. Yüzüm, kulaklarım ve boynum da. Şapkamı kulaklarıma kadar indirdim. Ceketimin yakasını kaldırdım. Boynumla kulaklarımın yarısı dışarıda kaldı. Dizlerimde karıncalanmalar belirdikçe ayaklarımı kardan zor çekiyordum. Pantolonumun cebine soktuğum ellerim üşüyordu. Gözlerim ıslanıyor, ıslandıkça da yanıyordu. Aşağı Belova'dan epey uzaklaştığımı anladım. Başımı çevirip geriye baktığımda beni gözleyeceğini söyleyen kızı göremedim. O kadar yol geldiğim halde Belova'nın evleri hâlâ uzaktaydı. Evlerin ötesindeki Sarıkaya daha da ilerde gibiydi.

Sağ taraftaki ormandan kulağıma bir ses geldi. Köpek hırlamasına benzeyen bir ses. Ürperip titredim. Ürkek ürkek ormana baktım. Boz bir hayvanın hızla ağaçların arasından geçtiğini görür gibi oldum. Daha bir tirildedim. Çok üşüdüğümden değil, korktuğum için. Korkak bir çocuk değilim ama, kurt sürüsü aklıma geliverdiği için korktum...Kurtlar sürü halinde gezerlermiş. Aç kaldıklarında insanlara bile saldırırlarmış. Üstelik çocuğum ben. Benden çekinmezler. Canlısını görmesem de bir kurdun ölüsünü görmüştüm. O hali bile korkutucuydu. Kurt göreceğim korkusuyla sağdaki ormana bakamaz oldum.

Beni götürmediği için bildiğim bütün küfürleri sıraladım Kaypak Ülfet'e. Onların suçu günahı yok, üstelik benden yana olmuşlardı diye anasına ve kız kardeşine giden küfürler için tövbe ettim. Ebemin, "Bu Kaypağa çocuk emanet edilmez," demesini daha iyi anladım. Ebem çok haklıymış. Dedemle ebemin sözlerini dinlemeyip gideceğim diye tutturduğuma bin pişman oldum.

"Bundan sonra dedemle ebemin sözünü dinleyeceğim..."

Elimde bir sopam bile yoktu. Tarlalar avluyla çevrili olsaydı ince bir sırık çıkarırdım. Kurtlar yaklaşınca kafalarına kafalarına vururdum. Ucu sivriyse karınlarına dürterdim. Ya da avludan çalı dikeni çeker, saldıran kurtların gözlerine dikenlerini batırırdım. Ormandan dal koparmak geldi aklıma. Korkudan gitmek istemedim. Ayrıca, ıslak olduklarından kırılmazlardı.

Korkudan dizlerimin dermanı iyice azaldığı gibi üşümem de arttı. Sırtımdaki torba ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. İpi de omzumu kesiyordu. Asıl yılgınlığım, korku belasının daha fazla üzerime gelmesiydi. Kurtlardan korkuyorum. Domuzlardan, hatta ayıdan bile... Yaralı bir domuz, saldırmak için insan ararmış. Ya yaralı bir domuz beni görürse? Bıçak gibi çalaklarıyla delik deşik ederdi beni. Öldürülmüş bir domuzun çalağını az öteden karışlamıştım. Benim karışımdan daha uzun ve çengel gibi kıvrıktı çalakları. Kama ucu gibi sivriydiler.

"Ah bir bıçağım olsaydı...Bana saldıran kurtların karınlarına saplardım. Bıçağı çekerken karınlarını
yarardım. Bağırsaklarını dökerdim. Ya da bıçağı boynuna sokup kan fışkırtırdım. Bıçağım olsaydı hiç korkmazdım...Ormana bile giderdim. Boyumun iki uzunluğunda bir dal keserdim. Ucunu sivriltirdim. Kurtların Karınlarına karınlarına, boğazlarına boğazlarına, gözlerine gözlerine dürterdim. Ayıyla domuza da öyle yapardım. Bir bıçağım olsaydı korkar mıydım hiç?.."

Kurt sürüsünün ormanın içinden beni gözlediklerini sanıyordum. İçime öyle doğuyordu. Ayrıca, yan gözle baktığımda parlayan gözler görüyormuşum gibi oluyordum. O taraftan iki defa kuş sesi geldi. Başımı çevirip bakamadım.

"Besbelli kurtlardan kaçtılar. Kurtlar bana saldırmadıklarına göre, elimde bıçak var sanıyorlar herhalde. Belki de, küçük çocuk da olsa silahlıdır diye benden korkuyorlar. Ondan saldırmayıp yorulmamı, elimi kolumu kaldıramayacak hale gelmemi bekliyorlar zannım..."

Gökyüzü, kara bulutlarla iyice karardı. Esinti de arttı. Yüzüme iğne gibi bir şeyler batıyordu. Soğuk, göğsüme bile işliyordu. Kalın yün çoraplarım olduğu halde buz gibiydi ayaklarım. Karalastik ayakkabı ayakları çabuk üşütüyordu. Dizlerimin dermanı iyice azaldığı için belli belirsizdi adımlarım. Gözlerim bulanıklaşıyordu. İki Belova arasını ortaladığım halde evler çok uzaktaydı. Sarıkaya da öyleydi. Sanki ben yaklaştıkça onlar uzaklaşıyordu...Ötemdeki derecik kıyısında kar öbekleri görünce birden irkildim. Sendeleyip düşecek gibi oldum. Kar tümseklerini, sinerek beni bekleyen kurt sürüsü sandım. Köstebeklerin çıkardığı toprak yığınları olduğunu anlayınca, korku belasına derinden sesli soluk verdim. Korkudan ayaklarımı fazla açmışım ki, toparlanırken neredeyse düşüyordum. Ceketimin iç cebinden bir şıkırtı sesi geldi. Sakladığım kibrit geliverdi aklıma. Bu sabah kibrit çöpleriyle yazı yazarken ebemin geldiğini fark edince kibrit kutusunu hemen ceketimin iç cebine koymuştum. Tezden çıkardım. Bir kibritimin olmasına sevindim.

"Bıçağım yok emme kibritim var. Kurtlar saldırdığında, kibriti yakar üstlerine atarım. Yanarız diye kaçarlar. Ayı da korkar. Ya domuz? Kim bilir, belki o da korkar. Parlak ateş görünce beni göremez. Domuzlar, burunlarının doğrultusunda giderlermiş zaten. Ha deyince dönemezlermiş. Kibritimle yaralı domuzu bile başımdan def ederim."

Dizlerime azcık derman geldi. Kibrit kutum dopdoluydu. Çöplerin yarısını, yanan başları bir tarafta olacak şekilde ceketimin sağ cebine koydum. Bir çöpü sağ elime aldım. Kutu sol elimde. Ellerim üşüyor olsa da kutuyla çöpü sımsıkı tuttum. Çöpü ikiledim. Kurtlar, ayı ya da yaralı domuz saldırdığında iki çöpü birden yakıp üstlerine atacağım. Cayır cayır yakacağım canavarları. Daha çok alev yapıp ses çıkarsın diye kibrit çöpünü üçledim. Çekerek tez çıkarmak için çöplerin yarı kısmını dışarıya alıp iki kutu arasına sıkıştırdım. Yanıcı kısımları içerdeydi. Düşmesinler diye uyuşuk parmaklarımla kibrit kutusuyla çöpleri sıkıca tutmaya başladım.

Kibritim güven verse de korkuyu defedemiyordum. Hava giderek bozuyordu. Kibrit kutusuyla çöpleri tutan ellerim benden kopuklar gibiydi. Hepten uyuşmasınlar diye sıcak soluğumu üflerken önümü göremeyip tökezliyordum. Üstelik daha fazla yoruluyordum. Kutu ve çöpleri tutan ellerimi küçük teyzemin ördüğü kazak altına soktum. Ceketin yakaları tam kapatmadığı için göğsüm daha fazla üşümeye başladı. Bir tek sırtım üşümüyordu. Ağırlaşan ve ipi omzumu kesen torba soğuktan sırtımı koruyordu.

Karnım da iyice acıktı.

Ara sıra sağ tarafımdaki ormana bakıyordum. Orman sık olduğundan kurtları göremesem de beni gözlediklerini hissediyordum. Aklıma birden Allah'tan yardım dilemek geldi. Öğrendiğim ne kadar dua varsa hepsini okudum. Fatiha suresini beşledim.

"Büyük Allah'ım...Kurtlara yem etme beni...Ayıya parçalatma...Yaralı domuza karnımı deştirme...
Beni dermansız bırakma Allah'ım...Soğuktan koru...Yaz sıcaklığı kadar olmasa bile ısıt beni...Sana yalvarıyorum Allah'ım...Anama, babama, kardeşlerime sağ salim ulaştır beni...Ölürsem eğer, anam çıldırır...Saçını başını yolar... Bağrını döver... Veysel'im!..Veysel'im! diye diye dağlara taşlara düşer... Sütten kesilir... Yavru kardeşim ölür... Babam, gizli gizli ağlar... Abam, yerden yere atar kendini... Dövünür durur... Ortanca kardeşim, ağam ağam diye bağırıp ağlar...Üzüntüden dedeme inme iner. Ebem, ortalığı kırıp geçirir. Küçük dayım, emanete hıyanetlik ettin diye Kaypak Ülfet'i öldürür. Hapislere düşer..."

Gözlerimi üşüten yaşları ceketimin yeniyle sildim.

"Beni kurtlardan, soğuktan koru Allah'ım...Okuyacağım ben...Öğretmen olacağım...Beni korursan eğer, yatarken hep dua edeceğim...Bundan sonra gizliden oruç bozmayacağım...Adak (1) için değil de... namaz kılmak için camiye gideceğim... Küçük dayıma, dedeme söylerim bak diye (2) baskı yapıp şu bu aldırmayacağım...Kuş yakalamayacağım. Pişirip yemeyeceğim...Beni koru olur mu Allah'ım?.. Beni korursan eğer, bundan sonra daha aklı başında bir çocuk olacağım..."

Gözyaşlarımı gine ceketimin yeniyle sildim.

Arkama ve yanlara bakmaktan boynum acımaya başladı. Kazak içinde de olsa parmaklarım çöpleri ve kutuyu zor tutuyordu. Ayaklarım uyuşuyordu. Dizlerimde sancılar belirdi. Burnum, kulaklarım neredeler farkında değilim. Göğsüme sanki diken batıyordu. Yanan bulanık gözlerle sağdaki ormanı iyice taradım. Orada kurtlar vardı. Görmesem de hissediyordum. Dört mü yoksa beş mi? Belki de altı. O kadar kurdun hakkından gelemem. Parçalarlar beni. Daha fazla yiyebilmek için birbirleriyle bile dalaşırlar. Kazak altındaki ellerimi çektim. Soğuktan ve korkudan parmaklarım kutu ve çöplere yapışık gibiydi. Böyleyken bile bazen efelik yanım üstün geliyordu.

"Gelecekleri varsa görecekleri de var. Çak yak, at üstlerine. Çak yak at. Yansın gavurlar..."

Korku belasına güldüm. Yanımda köpeklerim olsaydı hiç korkmazdım. Bizim karabaşlar kurtları bana yaşlaştırmazdı. Kurtların boyunlarını kavradıkları gibi iki üç defa sarsıp savururlardı. Boyunlarında tasmaları olduğundan, kurtlar onların boyunlarına diş geçiremezdi. Tasmadaki uçları sivri ve kıvrık demirler kurtların ağızlarına batardı. Bizim karabaşlar çok yaman köpeklerdi. Bütün köpekleri dalarlardı. Şimdiye kadar sürüye hiç kurt yaklaştırmamışlar. Onlar iki kardeşti.

"Ah...Karabaşlarım yanımda olsaydı korkar mıydım hiç?.."

Son kalan gücümle üç taş atımı uzaklıkta olan Tabak emmimin tarlasındaki ahlat ağacına varmak istiyordum. Üstü karla kaplandığından büyük bir mantar gibi görünü-yordu ahlat ağacı. Geçen yaz, okulların açılmasına yakın bir zamanda sürüden ayrılan koç ve tekeleri güderken, yaşıt üç emmi oğluyla birlikte onun dibine gelmiştik. Ağacın üstüne çıkıp ahlat yemiştik. Salladığımız dallardan düşenleri de koçlarla tekeler yemişti. Yere indiğimde, karagözlü koçuma ellerimle ahlat yedirmiştim.

"Ah!..Karagözlü koçum yanımda olsaydı ne iyi olurdu...Kurtları yaklaştırmazdı. Öyle bir tos vururdu ki, kurtların beyinlerini parçalardı. Ya da bellerini kırardı...Burmalı boynuzlarıyla hınzır kurtlara aman vermezdi. Üstüne binerdim. Ellerimi tüylerinin içine sokardım. Dizilerimi de böğrüne dayardım. Karagözlü koçum sıcak olduğu için hiç üşümezdim..."

Isınır gibi oldum.

Belova'ya varınca, karabaşlarım gibi karagözlü koçumu da seveceğim. Arpa vereceğim. Koçumuzun gözlerinin etrafı siyahtı. Hepsi yağ olan geniş kuyruğunun ucu siyahtı. Bir de, önayaklarının tırnak üstleri öyleydi. Gerisi aktı. Yıkadığımızda apapak olurdu. Beş altı kıvrımlı grimsi boynuzları vardı. Karagözlü koçumuz kocamandı. Sırtına binerdim. Ne bulursam yedirirdim. Avucuma tuz koyar yalatırdım. Yanımdan hiç ayrılmazdı. Bizim karagözlü koçtan daha dövüşken koç yoktu. Bütün koçları yenerdi...Geçen yaz koyun otlatan büyüklerin işi olduğunda, emmi oğullarıyla birlikte birkaç defa yakın yerlerde koyun güderken koçumu; burçak, nohut ve arpa tarlalarına sokuvermiştim. Öbür çocuklar da kendi koçlarını sokmuşlardı.

"Bir daha elin tarlasına koç sokmayacağım Allah'ım..."

Birden tökezledim. Dizlerim kara gömüldü. Arkamdan gelen bir kurt pençe atıp yıktı sandım. Arkaya nasıl döndüğümü bilmiyorum. Kibrit çöplerini çakmak istedim. Soğuktan uyuşmuş ellerim buluşmadı. Arkamda kurt yoktu. Çevreye bakındım, bir şey göremedim. Kalbim, yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Dizlerimin üstünde döndüm. Ahlat ağacı, bir taş atımı uzaklıktaydı. Kalkmak istedim, kalkamadım. Kurt pençe attı korkusu, dizlerimin dermanını hepten tüketti. Soğuktan kuruyan dudaklarım cayır cayır yanıyordu. Gözlerim de öyleydi. Burnumla kulaklarım sızlıyordu. Parmak uçlarım pek fena acıyordu. Ayaklarım yoktu sanki.

"Ya Allah!" deyip hamle yaptım. Ayağa kalktım. Allah'ın güç verdiğine inandım. Adımlarım küçülse de ağlat ağacına doğru yürümeye başladım."Az kaldı. Ha gayret," diyerek kendime güven aşıladım.

"Kurtları gördüğümde hemen ağaca çıkarım. Gövde kalın ve uzun olsa da tırmanırım. Geçen yaz çıktım ya, gine çıkarım evvel Allah...Dalların olduğu yere varınca otururum. Kurtlar ağaca çıkamaz.Çıkmaz isteler bile dal kırar, kafalarına vururum. Ahlat ağacındaki kurumuş ince dalları yakıp ısınırım. Ateşin dumanını gören anamla babam beni almaya gelirler..."

Anam geliyor gözümün önüne. Benim güzel anam...Beyaz tenli, boylu ve narin yapılı ama güçlü anam...Sol elinin yüzükparmağı olmayan (3) anam...Yoksa sağ elinin yüzükparmağı mıydı? Yok yok, sol elinin o parmağı. Benim anam çok sevecendir...Bizlere aşırı düşkündür...Hayvanlara da. Onlara, evlatlarının adıyla seslenir. Ayşe'm, Veysel'im, Fevzi'm diye...Erken kuzu doğduysa eğer, ona da kesinkes Adnan'ım diyordur... Çok yüreklidir benim anam...Haksızlığa dayanamaz. Kimseden de korkmaz... Kötüleri dövmeye kalkar. Gözü kara bir kadındır anam... Ondan Deli Fadime derler anama...

Anam kadar güzel gözleme yapan olmaz. Açtığı yufkaya haşhaş yağı sürer. Katladığı yufkayı tekrar açar. Yine haşhaş yağı sürer. Bunları beş altı kere yapar. Kızgın sacda pişirdiği gözlemenin katları kağıt kadar ince olur. Gözleme öyle nefis olur ki... yedikçe yiyeceğin gelir. Ağzım sulandı.

"Varır varmaz anama gözleme yaptıracağım..."

Bu defa babam geldi gözümün önüne. Benim babam boylu bosludur. Çok uysaldır. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Çok da dürüsttür. 'Okuyup öğretmen olacağım' dediğimde çok sevinmişti...İkinci dünya savaşında ihtiyat askeri olarak ikinci defa askere gitmiş. Okuma yazma biliyordu babam. Benim hemen okuduğumu, gecikmeli ve heceleyerek okurdu. Düzgün iş yapar benim babam...Ağaç işlerine eli yatkındır. Onun yaptığı ekmek teknesi, yaba, dirgen, döven çok beğenilirdi. İşe zor başlar, başladıktan sonra da bırakmak bilmezdi. Çok, çok iyi bir insandır benim babam. Kasımda anam doğum yaparken gittiğimde, "Sana daha iyi giyecekler almak isterdim emme, gücüm bu kadarını almaya yetti oğlum," demişti. Boynumu bükmüştüm. Haklıydı babam...Parası yeterli olsaydı, daha iyi giyecekler alırdı bana...

Yavru kardeşimi pek merak ediyorum. Belki kocaman olmuştur. Emekliyordur. İki aylık bebek emekler mi? Ne bileyim ben? Gülünce, soğuktan gerilen yüzüm acıdı.

"'Eve varınca, küçük kardeşimi abamın sırtına bindireceğim. Yok yok. Bu defa ben at olacağım. Minik kardeşimi dıgıdık dıgıdık gezdireceğim. Abamla ortanca kardeşim at olmaya özenirlerse onlara da bindiririm. Dört kardeş, gülüş çığrış eğleniriz."

Ortanca kardeşim inşallah kaşınmıyordur Babam, yeni ilaçlar almıştı. Minik kardeşimin doğumunda ebem de ilaç yapmıştı. İnşallah iyileşmiştir kardeşim.

Eve varır varmaz ortanca kardeşimin sırtına, karnına bakacağım..."

Ahlat ağacının yanına gelmişim. Sırtımı ağacın gövdesine verip Belova'ya bakındım. Evler gine uzaktaydı. Sarıkaya da öyleydi. Sırtımı gövdeden ayırmadan dönüp Aşağı Belova'ya baktım. Yolun yarısını biraz geçmişim o kadar. Kurtların olduğu ormanın devamına göz attım. Tarla, yan yukarı uzanıyordu. Kurtlar görünmüyordu ama, ormanda oldukları kesindi. Bana öyle geliyordu. Ormanın ucundan bana saldırdıklarında ağaca çıkabilir miyim diye gövdeye bakındım. Ağlayacak gibi oldum. Ağaca çıkana kadar kurtlar gelip ayaklarımdan yakalarlardı beni. Soğuktan uyuşmuş ellerim kibrit kutusuyla çöpleri zor tutuyordu. Ağacın buz gibi kabuklarını nasıl tutabilirlerdi?.. Soğuktan zaten uyuşuktum, hepten uyuştum. Bir tek sırtım kendinde. Ağacın gövdesine dayandığım için yüküm biraz hafifledi.

Aha! O da ne? Taşpınar alanına sokulan bizim tarlanın çayırlarla birleştiği yerde bir karartı var. Ayıya benziyor. İri bir domuz da olabilir.Yüreğim yeniden küt küt atmaya başladı. Nedense o karartı hiç hareket etmiyordu. Beni gözetliyor olabilirdi. Ahlat ağacının yanından ayrılmamı bekliyordu besbelli. Sırtımı gövdeye iyice dayadım. O karartı ayı ve domuzsa eğer, gelene kadar can havliyle ağaca çıkarım. Domuz ağaca çıkamaz.

Üşümüş ellerimle ağaca çıkamayacağımı anlayınca içli içli ağlamaya başladım...

Kar, ara ara tozuyordu. Artan esinti, açıktaki yerlerime iğne gibi batıyordu. Ceketimden ve pantolonumdan bile geçip tenimi iğneliyordu. Karabulutların en aydınlık yeri Sarıkaya'nın üstüydü. Belli ki yakında akşam olacak, karanlık basacaktı. Seslensem sesim duyulmazdı. Kurtlara ulaşırdı ancak. Ya da o karartıya. Belki bağıramam. Korkudan dilim tutulmuştur. Sesimin çıkıp çıkmadığını anlamak için bağırmaya cesaret edemedim. Ateş yakmak için ağaca çıkıp ince dallardan kırmayı düşündüm. Zorbela ağaca çıktım diyelim. Ya ateşi gören olmazsa?..Ya dallar ıslaksa? Onları yakmaya kibritim yetmezse?.. Torbamdaki kitabımla iki defterim geldi aklıma.

"Kitabımı yırtmam. Öğretmenim kızar. Defteri yırtmama da kızar. Ortasını yırtarsam belki fark etmez. Görüp kızarsa üşüdüm derim. Varsın kulağımı çeksin. Dedeme söylemeyeyim diye küçük dayım bana gine defter alır. Kur'an çarpsın, dayıma bir daha öyle şey demeyeceğim..." (4)

Kibrit çöplerini kutuya sokuşturdum. Parmaklarım uyuştuğundan, torbanın önden bağlı ipini dişlerimle çözebildim. Sırtımı ağacın gövdesinden ayırmadan çepeçevre döndüm. Kurtlar görünmediği gibi o karartı şey de duruyordu yerinde. Ahlat ağacının gövdesine sinercesine çöktüm. Dizlerim kara gömüldü. Küçük dayımın köyün bakkalından alıverdiği defteri çıkardım. Ötekini yırtmam. Dedem, ta Dumlupınar'dan alıvermişti. Defterin orta sayfasını açtım. İçimden bir türlü yırtmak gelmiyordu. Uyuşuk parmaklarım, yaprakları tutmamak için hepten uyuşmuş gibi oldular. Sıcak soluğumu üfledim. Defterime acısam da iki yaprağı yırttım. Esintiden uçmasınlar diye buruşturup ceketimin sol cebine koydum. İkisini daha yırttım. Onları da toparlayıp aynı cebe koydum. Gizli yaparcasına iki yaprak daha yırtıp onları da top haline getirdim. Defteri koyarken akide şekeri olduğunu hatırladım. Ararken kalem geldi elime. Hemen çıkarıp iç cebime koydum. Buruşuk kağıdı arayıp buldum. Şekerleri torbaya döküp, ellerimi ısıtmak için kağıdı yakmak istedim. Şekerler kirlenir diye vazgeçtim. Açlığımı köreltmek için ağzıma iki akide şekeri attım.

"Kardeşlerim, anam, babam yerken ben yemem..."

İki şeker de pantolonumun cebine koydum. Torbamı sırtıma alıp öndeki ipini bağladım. İlk kopardığım ve buruşuk koyduğum iki yaprağı top haline getirdim. Ahlat ağacının gövdesinden destek alarak doğruldum. Güç de olsa yaktım kağıt topu. Alevlenince, ellerimi ısıtmak için ondan ona aktardım. Hoşuma gitti ama alev kısa sürede bitti. Küller uçuştu. Ellerim ısınmadığı gibi acımaya başladı. Acıdan olsa gerek parmaklarımın uyuşukluğu geçti. İki ateş topumla kalemimin olması güven verdi bana. Ağzımdaki akide şekerleriyle güçlenir gibi oldum. Kibrit kutusuyla çöpleri ellerime aldım. Yürümek istedim ama uyuşmuş dizlerimi çözemedim. Tepindim. Gerime ve sağıma soluma iyice baktım. O karartı yerinde duruyordu. Adım attım. Bir, iki, üç derken açıldı dizlerim.

"Kurtlar yaklaşırlarsa eğer, ateş toplarımdan birisini yakar üstlerine atarım. Arkasından öbürünü savururum. Korkutup kaçırırım. Ateş topumun bittiğini sanıp yaklaştıklarında, ardı ardına çakar ateş yaparım. Tabanca attığımı sanırlar. Gine gelirlerse, cebimdeki kurşunkalemi gözlerine gözlerine dürterim. Kör ederim. O karartı yürüdü mü ne? Sanki beriye geliyor gibi. Önüme geçmesin? Yok yok. Yerinde duruyor."

Karın tozuması arttı. Esinti o taraftan geldiği için sağ kulağım yanıyordu. Acı duyduğumdan üşüdüğümü anlayamıyordum. Şeker yemem iyi oldu. Biraz derman kazandım. Zor da olsa pantolon cebindeki şekerleri alıp ağzıma attım.

Çayırın ortasındaki yola geldim. Durup dört bir yanıma bakındım. Kurtların olduğu taraftaki orman öteye kaydığından daha karanlık görünüyordu. Sol taraftaki karartı ise eksikte kalmış gibiydi. Belova'nın evleri puslu görünüyordu. Sarıkaya, sanki havada duruyordu. Yürüdüm. Buralarda kar daha fazlaydı. Dizlerimi geçiyordu. Bir ayak boyu adım atabiliyorum ancak. Ağzımdaki eriyen şekerin tatlı suyunu yutarken çenem acıdı. Gözlerim kararmaya başladı. Öyle bir uykum geldi ki, uyurgezer gibi gider oldum.

"Karı eşeleyip biraz uyusam iyi olur. Büzülüp yatınca kurtlar beni görmez. Uykumu savdıktan sonra kalkar giderim. Dinlendiğim için daha hızlı yol alırım. Kar atıştırması da belki o vakit kesilir. Karanlıkta kurtlara da görünmemiş olurum..."

Ötelerden bir ses geldi. Köpek havlaması sandım. Besbelli kurtların kokusunu alan bir köpek havladı diye yordum sesi. Kim bilir, belki de bizim karabaşlardan birisiydi havlayan. Uykum biraz dağılır gibi oldu.

"İyi. Uyurken, köpek var diye kurtlar bana yaklaşmaz. Çayır suludur. Üstüm başım ıslanır. Büyük halamın tarlasının yanı sulu değildir. Orada yatayım."

Yan tarafa yönelmek istedim. Kısa bir adım attım ki, "Veysel" diye bir ses duyar gibi oldum. Durup baktım Belova'ya. Evlerle Sarıkaya yatık gibiydiler. Üstelik bulanıktılar. Köpek hırlamasına benzeyen bir ses ilişti sağ kulağıma. Sandım ki kurtlar yaklaştı. Dönerken uyuşuk ayaklarım dolandı. Düştüm. Ellerimle birlikte, kibrit kutumla çöpler de kara gömüldü. Kalkamadım. Kurt göremedim ama, Karaarap deresi, kurtlar kadar korkutucu göründü. Kapkaranlıktı.

"Veysel'imm!.."

Kibrit kutusu ve çöpleri bırakmadan yumruklarımın üstünde doğrulup ayağa kalktım. Söğütlerin altından bana doğru bir karartı geliyordu. Gözlerime kar bulaştığı için ne olduğunu seçemedim.

"Veysel'imm!.."

Anamın sesi bu...Gözlerim yaşarıverdi. Anam geliyordu...Ağlamaya başladım. 'Ana...' sesim zor çıktı. Koşmak istedim, küçük bir adımı bile atamadım.

"Veysel'imm!"

Anam geliyordu...Delicesine koşarak...Şalvarını karda sürüyerek...Elindeki atkısını dalgalandırarak... Arkaya kayan üstlüğünden taşan saçlarını savura savura...Hüngür hüngür ağlarken dizlerimin üstüne çöktüm. Koca söğütlerin olduğu yerde başka karartılar gördüm... Anam geliyordu... Şalvarla da olsa koşarak...Büyük adımlar atarak...Bir taş atımı kadar yaklaştı anam. 'Veysel'immm!..' der demez süstü gitti karda. Ciğerim yanıverdi. Gidip anamı kaldırmak istedim. Kalkamadım ama anam kalktı. Yüz gözü kar içinde koştu bana doğru. Soluk soluğa geldi...Çöktüğü gibi beni öyle bir sarmaladı ki, birlikte kaydık. Kara gömüldük. Anam, yüreğine koymak istercesine sımsıkı sardı beni...Çıldırmışçasına öperken kesik kesik ağlayınca ben de başladım yeniden ağlamaya...

Anam sıcacıktı. Yüreği güm güm atıyordu. Ciğerlerine soluk yetiştiremiyordu. Anam için korktum. Yaman anam, onca yorgunluğuna rağmen atkısıyla beni hemen sarmaladı. Boşta kalan ayaklarıma da, belinden çıkardığı kuşağını sardı. Kalktığı gibi beni kucaklayıp sırtına aldı. Yürüdü koşarcasına. Koşarak gelenleri gördüm. Aralarında babam da vardı. En öndeki genç emmim, geldiği gibi anamın sırtından aldı beni. Geldiği yöne koşmaya başladı. Babam ve iki emmim yanında hiç durmadı. Babamın, dokunsan ağlayacak gibi olduğu fark ettim Az sonra başımı çevirip baktığımda, babamın ceketini çıkarıp anama verdiğin gördüm. Sevindim. Bir başka duygulanıp gözyaşı döktüm...

Küçük emmim, evlere çıkan yokuşta bile koşarak sırtında taşıdı beni. "Veysel'e ne olmuş?" diyen kadınlara cevap bile vermeden beni götürüyordu. Bir tek, ellerini dizlerine vurarak ağlayan abama, "Ağlama kız! Kardeşin iyi!" diyerek çıkıştı.

Soğuktan uyuşan ellerim, ayaklarım, kulaklarım, boynum epey bir süre karla ovuşturuldu. Çıplak vücuduma koyun pöstekisi sarıldı. Döşeğe yatırıldım. Anam, ıhlamur kaynatıp içirdi. Bir zaman sonra ısınıp canlandım. Çoluk çocuk bütün Belovalıların evde oluşuyla gönlüm de ısındı. Hele, minik kardeşim yanıma yatırılınca içim daha bir ısınıverdi. Baya büyümüş kardeşim. Tam benim beklediğim gibi olmuş. Çok tatlı bir oğlandı. Kokusu pek tatlı geldi. Fırından yeni çıkmış ekmek kokusu gibi... Öpüp kokusunu içime çektim. Ağlayınca abam aldı. Özenen ortanca kardeşim yatağa giriverdi. Gülüşenler oldu. Sarıldı kardeşim. Ben de sarıldım. Ağladı. Ben ağlamadım emme gözyaşı döktüm...

***
Öğle namazını biraz geç kılan anamın üstüne bir ağırlık çökmüş. Yavru kardeşimizi emzirip uyuttuktan sonra odanın içinde gezinip durmuş. Bir emmi kızının yanına gitmek isteyen abama, "Otur!" diye bağırmış. "Ayağımın altında dolaşma!" diyerek küçük kardeşimi azarlamış. Sonrasında iç sıkıntısını hayra yormuş. Çukurören köyünde okuyan çocuklar geldiği için Veysel'im de gelir diye umut etmiş.Dedesi, dayıları getirir diye düşünmüş. En küçük kardeşimin başında abamı ve ortanca kardeşimi bırakıp, evin biraz ötesindeki ahlatların yanına gitmiş. Karaarap deresine doğru giden ve ormana giren köy yoluna bakmış sürekli. Aha şimdi çıkacaklar, birazdan görünecekler diye hep ümit etmiş. Anamla birlikte başka kadın ve çocuklar da bakmışlar.

"Bu karda gelmezler," diyenlere anam,"Beygirlere binip gelirler. Belki de kızakla gelirler," demiş hep. Geleceğim sanki içine doğmuş. Kardeşimi emzirmek için eve döndüğünde abamı göndermiş. Sonra yine kendisi almış nöbeti. Aşağı Belova'dan geleceğimi hiç düşünmemiş. Gözü hep, Karaarap deresi yolunda olmuş. Ortanca kardeşim gelmiş. Anam, üşümemesi için onu eve göndermek istemiş. Kardeşim gitmek istememiş. Anam, gelmeyecekler herhalde diye ümidini yitirip kardeşimi götürürken Saraycık köyü yoluna son kez bakmış. Sağ tarafta, tarlalar ortasından bir alev gözüne çarpar gibi olmuş. Parlayıp sönen bir kıvılcım gibi. Sevecen yüreği cız edivermiş. "Veysel'im, yalnız başına gelip işaret veriyor olmasın?.." diye geçirmiş içinden. Gözlerini ayırmadan bakmış durmuş Aşağı Belova'ya doğru. Bir hareket ya da aleve benzer başka bir şey görememiş. Kardeşimi yolladığı halde kendisi oradan ayrılmamış. Abamla birlikte evde çocuğa bakan emmim kızı merdiven başından, "Yenge! Çocuk ağlıyor!" diye seslenmiş. "İnek sütü verin!" diyen anam, ışığı fark ettiği yerden ayırmamış bakışını. Küçük bir karartı görünce, ciğerinin yanıvermesinden karartının oğlu Veysel olduğunu hissetmiş..."Veysel'immm!.." feryadıyla koşmuş aşağıya doğru. Anamın deli gibi koşarak gittiğini pencereden görmüş abam. Küçük kardeşimi emmi kızıyla ortanca kardeşime bırakıp dışarıya fırlamış. Anamın peşine düşmüş."Veysel'imm! Veysel'imm!" diye diye koşarak giden anamın uzaklaşmasıyla geriye dönmüş. Büyük emmilerimden birisinin, kardan bir tarafı çöken samanlığının tamirine yardımcı olan babama haber vermiş. Babam ve oradaki emmilerim de seyitmişler anamın ardından. Aşağıdaki koca söğütlerin yanına indiklerinde anamın niye delicesine koştuğunu anlamışlar.
***
Anam, canını dişine takarak bana tez ulaşmak için karda koşarken karalastik ayakkabısından tekini kara diyet vermiş. Ayağından nerede çıktığını bilmiyordu. "Karlar eriyince bulurum. Arkası kopuk bir ayakkabı var. Onunla idare ederim," dediğinde gözlerim sulandı. Babamın bana alıverdiği ayakkabıları veririm ama uymaz ki...Anamın ayakları büyük.

Evdeki kalabalık epey azaldı. İyiyim. Yemek de yediğim için iyice canlandım. En küçük kardeşim ağlamıyordu. Bana gülücük bile veriyordu. Allah nazardan saklasın pek güzel çocuktu. Anam, "Yeni elbiselerini giyip otur istersen," dediğinde, "A ah," dedim. Onları giymek hevesiyle gelmişken nedense canım istemedi. Hep pekiyi olan karnemi göstermek de gelmedi içimden. Gecenin karanlığında bir ses geldi. Köpekler havladı. Yakında askere gidecek emmim oğlu dışarıya giderken anam da pencereden baktı. Abama, geciken akşam yemeği için serdiği örtüyü kaldırmasını söyleyip odadan çıktı.

"Kaypak oğlun nerede dayı?" diyen anamın öfkeli sesi ulaştı odaya. Elinde çiftesiyle İnce Emin girdi içeriye. Anamla emmim oğlu da peşinden girdiler. Herkes ayağa kalktı. Ben de doğrulup döşeğe oturdum. Benim pösteki sarılı halime bakan İnce Emin, "Allah'a şükürler olsun..." derken derinden öyle bir içli soluk verdi ki, odanın içinde rüzgar estirdi. Tüfeğini kapı arkasına dayayıp yanıma geldi. Uzanıp beni sardı. Alnımdan öptü. Ben de elini öptüm. Dudakları ve eli buz gibiydi. Beni yatırıp üstümü örttü. Döşeğin kenarına oturdu. Yutkunup gözyaşlarını sildi. Ayaktakilere oturmalarını işaret etti.

"Allah'a binlerce şükürler olsun..." dedi yine. "Size de bize de evlat acısı yaşatmadı..." deyip dertli soluk verdi. "Veysel'imize kötü bir şey olsaydı eğer, oğlumu oracıkta vuracaktım. Kurda kuşa yem olsun diye bırakıp gidecektim. Evden o niyetle ve yemin ederek çıkmıştım..." Çocuk gibi ağladı. Herkes gibi benim de gözlerim yaşardı. "Veysel'imizin sağ salim olduğunu öğrenince oğlumu Şefik'lere bıraktım," diye devam etti İnce Emin. "Getirip teslim edeyim. Öldüresiye dövün. Sesimi çıkarmam."

Yüzler, babamdan çok anamın üstüne çevrildi.
"Karşıma çıkmasın," dedi anam. O kadar. Bazı yüzlerde gülümseme belirdi. Ben de gülümsedim.
Anamın yüzünde hiçbir değişiklik olmadı.
***
Akşam karanlığına yakın eve gelen İnce Emin, karısından ve kızından oğlunun yaptığı kaypaklığı öğrenince, öfkeden deliye dönmüş."Mektep çocuğu kışta kıyamette tek başına gönderilir mi?" diye bağırıp, okkalı iki tokat atmış oğluna. Sırtına bir torba dolusu yağlı çıra parçaları yükletip önünden yürütmüş. Çıra alevi aydınlığında izlerimi takip ederek gelmişler. Benim, soğuktan donmamam için çok hızlı yol almışlar. İnce Emin'in en çok korktuğu kurtlar olmuş. Kuşkulandığım ormanın yukarısından kurtların uluduklarını duymuşlar.

Yüreğim bir defa daha cız etti. Anamın, "Hi!.." diyerek ürperdiğini gördüm.
***
Sabahleyin; İnce Emin, oğlu Kaypak Ülfet ve silahlı dört Belovalı, benim kurt gördüğümü sandığım yere gitmişler. Gidenler, orada kurtların izini gördüklerinde bana inanmışlar. İzleri saymışlar. Tam dört kurt varmış. İzleri sürmüşler. Kurtlar, alana yakın ormandan gitmişler hep. İki tümsekte, alanı görecek şekilde arkaları üstüne çökmüşler. Kurtların izleri, ahlat ağacı bulunan tarlanın kıyısından yukarıya yönelmiş. Karaarap deresinde yokuşa saran köy yolunun ortasında, çayıra doğru uzanmışlar. Öyle uzandıkları karda besbelliymiş.

Kim bilir, anamla buluşmamıza bakmışlardır her halde...

İz sürenlerden, "Veysel'i Allah korumuş," diyenler olmuş. Beni sırtında taşıyan küçük emmim, "Anası görüp yetişmeseydi, belki de kurtlar getirecekti," diyerek öbürlerini güldürmüş. Gülmüşler ama inanmışlar da...Kurtların, küçük bir çocuğa saldırmayışını Allah'ın bir hikmeti saymışlar...Kurtların izini sürmekten vazgeçip evlerine dönmüşler.

***
Yılar, yıllar sonrası.
Yerlerde bir karışı aşkın kar vardı. Ahlatların altındaki oturakta oturup Aşağı Belova tarafına bakıyordum. Yıllar önceki o kış gününde yaşadıklarımı anımsadım. Hepsi belleğimde capcanlı duruyordu. Hüzünle gülümsedim. Kurtlar beni parçalamış olsalardı...Ya da soğuktan donup ölseydim eğer, annem çıldırır mıydı bilemiyorum ama...Ahlatların yanında çökerek hep yolumu gözlerdi...Uzun hava bir türkü vardır hani. Okul olmadığı için küçük kızını öbür köydeki okula gönderen, tipide kaybolup bir daha dönmeyen kızına yanan bir ananın yaktığı ağıt...

"Sıra... sıra gelen mektep uşağı anam uşağı... uşağı...
Ah!...Neden eller geldi Zöhre'm gelmedi...Eyvah ey...
Neden eller geldi Zöhre'm gelmedi...vah...
Aman aman...aman aman...aman aman aman...
Neden eller geldi Zöhre'm gelmedi..."

Belovalı çocukların okuldan gelişlerinde de benzer ağıtı annem yakar ve söylerdi...

"Yaya...yaya gelen mektep çocukları...anam çocukları...
Ah!..Ellerin çocukları geldi...Veysel'im gelmedi...
Yavrum...Kuzum Veysel'im gelmedi...Vah...Vah...
Herkes geldi... Koçum Veysel'im gelmedi...Ah!..Ah!..."

Vura vura çürüttüğü bağrını yine döverdi...Bağrını dövmekle de yetinmezdi...
Erkek buzağıları, yeni danaları ve koça ayrılan erkek kuzulara ömrü boyunca;
"Veysel'im!..Veysel'im!.." diyerek sarılırdı. Onları öperken, yitirdiği Veysel'inin ruhuna gözyaşı da hediye ederdi...

Tıpkı;
Askerde şehit olan kardeşi, küçük dayım için ömrü boyunca *tosunlara;
"Memed'im!..Memedim!.." diyerek sarıldığı gibi...Onları öperken kardeşinin ruhuna gözyaşı da hediye ettiği gibi...

Tıpkı;
Yirmi bir yaşında ölen biricik kızı, ablam için ömrü boyunca; *düve ve *şişeklere;
"Ayşe'm!..Ayşe'm!.." diyerek sarıldığı gibi. Onları öperken yitirdiği kızının ruhuna gözyaşı da hediye ettiği gibi...

Veysel Başer


Tosun: İnek dölleyebilecek çağa gelen dana. Şişek: Kuzulama dönemine gelmiş koyun. Düve: Doğum yapmamış dişi sığır.
1: Ramazan ayında, ikinci namazı sonrasında camiden çıkanlara haşhaşlı da yapılan küçük pide dağıtılırdı. Biz çocuklar da, adak pidelerinden almak için sözde ikindi namazına giderdik. 2: Küçük dayımı, kendinden biraz büyük bir kızla yarı çıplak yatarlarken görmüştüm. Vermezsen dedeme söylerim bak deyip dayımdan para sızdırırdım. 3: Annem dokuz-on yaşlarındayken sol elinin yüzük parmağını incitmiş. Önce şişen parmak morarmaya başlamış. Kocakarı ilaçları yarar sağlamamış. Parmak kangrene dönüşmüş. Kangren ele geçmesin diyen dedem, döven oyacağı ile (bir ucu kıvrık, döven altına çakmaktaşı yuvası açmaya yarayan keski.) o parmağı dipten kesmiş. 4: Bu öyküyü yazana kadar yeminime sadık kaldım.

11 Mayıs 2013 39-40 dakika 23 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 11 yıl önce

    Dolu dolu bir Anadolu hikayesi belli ki yazarının birebir yaşanmışlıkları da var içinde. Uzun olmasına rağmen adeta bir macera romanı gibi bir solukta okundu. Teşekkürler ve tebrikler Veysel bey bizim ile paylaştığınız için...👍

  • 11 yıl önce

    İyi Geceler Ahmet Bey,

    İlginize teşekkür ederim. Yazıldığı gibi yaşanan bir olay. Kişiler, gerçek adlarıyla yazılmıştır. Öyküyü bölerek bütünlüğünü bozmak istemedim.

    Saygılarımla.