Bir Mevta'nın Ahret'ten İzlenimleri ? 2 - ( Allah Kurtardı )
( Efendim, değerli vaktinden ayırıpta bu öykü dizimizi takip edenler bilir, geçen yazımızda ? affedersiniz ? ölmüştük. Bir mevta olarak ahretten haberler gönderiyorduk. Bu size ikinci mektubum. )
Beni çukura koyup toprakladıktan sonra, mezarlıkta su satanlardan 2 bidon alıp, topraktan tümseğe iyice döktüler. Sonra da acele acele çekip gitmeye başladılar. İşte o zaman içime bir sızı, bir korku düştü; terkedilmişlik, yalnızlık korkusu. ? Ulan dedim, insanı ne çabuk terk ediyorlar. Bari biraz daha kalsanız. ? Kim duyar beni. Kimi işyerini kapatmış, kimi izin alıp gelmiş. Geç kaldıkları için saate bakıp duruyorlar. Hele biri, ? keşke mezarlığa gelmeseydim, geç kaldım ? diyor. Eh ulan bir gün sende göçeceksin, elbet yolun bu tarafa düşer..
Sağ olsun birkaç dost benim hanımı yalnız bırakmadı. Koluna girdiler, teselli etmeye çalışıyorlar. Aman benim hanım da bir ağlıyor ki, iki gözü iki çeşme. Şahsen öldüğüm ve kadını bu kadar üzdüğüm için kendime kızdım. Meğer beni ne çok severmiş. Ulan, yoksa dul kaldığı için, kendi başına mı ağlıyor. Neyse, zaman gösterecek.
Ben sağken, bizim hanım hep karısı ölen erkeklerin vefasızlığından örnekler verir, sonra da;
- Hepiniz bir, erkek milleti değilmisiniz. Ölsem daha kırkım çıkmadan evlenirsin. Oysa ki kadınlar öyle mi, evlenmez, çoluğuna çocuğuna hem analık, hem babalık eder, derdi.
Ben de ona,
- Bir dene, hele bir öl bakalım evleniyormuyum, deyip şu bilindik fıkrayı anlatırdım.
? Adamın birinin karısı ölmüş. Daha kırkı çıkmadan adam evlenmeye karar vermiş. Bunu duyan çocukları çok öfkelenmiş ve soluğu babanın yanında almışlar.
- Yahu baba, utanmıyor musun, daha anamızın kırkı çıkmadı. Ayıp, çok ayıp !..
Adam başını önüne eğmiş,
- Evlatlarım, ben ananızın üzüntüsünden ne yaptığımı biliyor muyum ki, demiş. ?
Neyse efenim, benim hanım böyle çırpınırken Kör Musa ona yaklaştı ve;
- Kendini bu kadar heder etme. Allah böyle yazmış. Beni bir yakının olarak gör, bir ihtiyacın olursa ilk beni ara, bana gel. Gelirken de bu siyah elbiseyi giyin, sana çok yakışıyor, diyor.
Mezarda kendi kendimi yiyorum ama elden ne gelir. Ulan, diyorum, kör kıyamet ne biradan, ne binadan kopacak, senin gibi düzenbaz, üç kağıtçılar yüzünden kopacak.
Yuyucu musalla taşında beni öyle bir yıkamış ki, neredeyse derilerim soyulmuş. Belli ki epey bir bahşiş almış. Zaten insanlar bir düğünde, bir de ölüde bonkör olurlar. Bunu bilen yiyici taifeside her yolu dener. Aklım evlendiğimiz zamana gidiyor; malum evlenmeden önce fotoğrafçıya gidilir ve fotoğraflar çektirilir. Eh, biz de gitmiştik tabii. Fotoğrafçı işinin erbabı, sağdan çekiyor, yandan çekiyor, elimize vazo tutuşturup çekiyor, güldürüp çekiyor. Çaktırmadan? yeter ulan, dünyanın parası tutacak ? diyorum. Ama, adam ? yok abi, istediğinizi alırsınız ? diyor. Neyse kan ter içinde çekimler bitti, guya seçip alacağız. Benim müstakbel hanım, ? bu da güzel, ayol bu da güzel çıkmış ? deyip ayırıyor. Düzenbaz fotoğrafçı da;
- Abla, bu anlar insan hayatında çok önemli. İlk ve son. İnsan ömründe bir defa evlenir, bence siz hepsini alın, diyor. Adi herife kaş, göz ediyorum, yüzüme bile bakmıyor. Müstakbel hanıma baktım, yüzü gözü ? alalım ? diyor. Almasak, evlenmeden adımız cimriye çıkacak. Yüklü bir para ödeyip almak zorunda kalmıştım.
Neyse biz mezarımıza dönelim. Dedim ya adam beni pırasa, domates yıkar gibi yıkamış, hamur gibi yoğurmuş. Bir de o trafikte geçen zaman beni öylesine yormuş ki, mezarımda derin bir uykuya dalmışım. Bir gürültüyle uyandım. Doğrulayım derken başımı mezarımın tavanında ki tahtalara çarptım. Bereket ölüyüm, başım şişmedi. Sese kulak verdim, sol yanımda ki mezar komşum. Duvara vuruyor, bir yandan da sesleniyor;
- Kalk yeni komşu, akşam oldu, karanlık bastı, müzik saati geldi.
Nerde olduğumu hatırlayıp, kendime geldikten sonra cevap verdim;
- Kimsin yahu, ne müziği ?
- Benim komşu, hemen kızma. Allah kurtardı.
Komşuma sinirlendim ve;
- Yahu ne Allah kurtarması, öldürdü beni, resmen ölüyüm ve mezardayım, dedim.
- Bizde ölüyüz canım, ne var yani. Belki biliyorsun, ceza evlerinde mahkumlar birbirlerine ? Allah kurtarsın ? derler. Biz ölüler ise, ? Allah kurtardı ? deriz. Yeryüzünde olanı biteni görmüyor musun. İnsanlar birbirlerine neler ediyor. Burada huzur içindeyiz, halimize şükrediyoruz.
- Peki, bu müzik neyin nesi, mezarlıkta çalsa çalsa cenaze marşı çalıyordur, dedim.
Mezar komşum bir kahkaha attı ve,
- Yahu bildiğin gibi değil. Karanlık bastığında, poptan, cazdan, arabeskten, halk müziğinden, kısaca her türden bulabilirsin. Geceleyin yolu mezarlığa düşüp de şarkı, türkü söylemeyen birini duydun mu?
Efendiler, komşumun anlattığına göre, meğerse mezarlığın ortasından, mezarlığı ikiye ayıran bir yol geçiyormuş. İşte akşam olup, karanlık basınca, bu yoldan geçen canlı insanlar korkularından her makamdan şarkı ? türkü söylermiş. Mevtalar da kendilerinden geçer, kefenlerini paralarmış.
Sahi insanlar mezarlıklardan niye korkar, niye ürker? Mezarlık deyince içimize bir kasvet çöker. Yolumuz oradan geçse çalagöz bakarız. Hele gece ise, kalbimizin gürültüsü kulağımızın uğultusuna karışır, adımlarımız hızlanır. Mezarlıktaki ağaçlar, mezar taşları sanki ayaklanıp bize doğru gelirler. İşte o zaman başlarız korku bastıran şarkılara, türkülere..
Bana sorarsanız, bu korkuyu oluşturan mezarların şekli. Baş ve ayak uçlarına taşları dikip, tümsek yada dikdörtgenleri oluşturdunuz mu ölümün o soğuk yüzünü kalıcı kılmış oluyorsunuz. Gel de korkma, mangal gibi yürek olsa ne yazar.
Oysa ki, mezarlar bir bank, koltuk, salıncak, şaheser bir heykel, bir enstrüman vb. şekillerde yapılsa fena mı olur. Yeşilin tükendiği şehirlerde, tek yeşil alan olan mezarlıklar park yeriymiş gibi kullanılsa, insanlar eğlenir, biz mezardakiler de bunca insan cıvıltısının varlığından mutlu olurduk.
Neyse, bizim mevtalar bana ? Allah Kurtardı Partisi ? yapacaklarmış. Gidip onlara yardım edeyim. Mektubuma burada son veriyorum. Gelecek mektupta buluşmak dileğiyle.
Hasan Aksoy