Bir Öğrenci Bir Eğitmen Öğretmen

Beş sınıflı okulumuzdaki bir öğretmenimiz eğitmendi. Genç cumhuriyet gökte yıldız kadar köylerimize henüz yeterli sayıda öğretmen yetiştiremediği dönemlerdeyiz. Bin dokuz yüz altmışlı yıllar. Okuma-yazma bilen askerler kısa bir kurs sonunda köylere öğretmen olarak atandı bir dönemler. İyi niyetli fakat pedagojik bilgilerden mahrumdu eğitmen ünvanlı öğretmenlerimiz. Grekoromen güreşçisi gibi geniş omuzlu, çatık kaşlı, esmer yüzlü bir öğretmendi bizim eğitmenimiz.
Okullar açılmış. Aradan birkaç hafta geçmiş. Nihayet babam beni okula götürdü. Serin bir sonbahar sabahı, hayretle beni izleyen çocukların bakışları altın sınıfa girdim. Birinci sınıfları eğitmen okutuyordu. İlgisizce beni alıp en arka sıraya oturttu. Daha önce okuldan mezun olan ablam bana kara tahtayı anlatırdı. Nasıl bir şey olduğunu pek anlayamadığım kara tahtayı ilk kez gördüm! Tahtada dört satırlık bir yazı vardı:
'Koş Kaya Koş,
O kuşu tut okşa...'
İşte bu yazıyı, çocuklar tahtaya çıkıp, okuyorlardı. Parmak kaldıranlardan oluyordu tahtaya çıkanlar. Demek ki tahtaya çıkmak için parmak kaldırmak gerekiyordu. Okuyanları dikkatle izledim. Ben de parmak kaldırdım. Öğretmenimiz niçin parmak kaldırdığımı sordu. Bende okumak istiyorum diye tahtaya çıkıp bilmişçesine yazıyı 'okudum' söyledim. Çok beğenilenlerden oldum. En iyi ikinci sen okudun diye de bir aferin kazandım. Böylesi güzel bir başlangıçla okul yaşamım başlamış oldu.
O yıllarda müzevircilik meşhurdu. Öğretmenin beğenisini kazanmış öğrenci parmak kaldırıp bir arkadaşını hiç nedensiz öğretmene gambazlardı. Şikâyet edilen muhakkak eğitmenin Osmanlı tokadını tadardı. Çocuk dünyası, söz alıp şikâyet etmek öğretmene kendini göstermenin bir yoluydu. Şikâyet etme nedeni pek sorgulanmazdı. Çalışkan çocukların haklı-haksız şikâyette bulunma hakları vardı!
Haksız yere dayağa muhatap olan çocuğun tinsel dünyasındaki fırtınalardan habersizdi eğitmenimiz. Ruh bilimi, psikolojiden habersizdi...
Amcamların evi okula çok yakındı. Önle teneffüslerinde amcamlara giderdim. Yine bir öğle tatilinde amcamların kapısının önünde şeker elmasına kurulu salıncakta kuzenim sallanıyordu. Ben de sallandım. Öğleden sonra sınıftayız. Bir arkadaş benim salıncakta sallandığımı şikâyet etti. Öğretmenimiz sordu:
'Salıncakta sallandın mı?'
'Evet, öğretmenim, biraz salıncağa bindim.'
Daha cümlemi bitirmemiştim. Sağ yanağım güçlü bir şamarla tanıştı. Ağlayarak yerime oturdum. Salıncakta sallanmak suç sayılmamalı diye düşündüm. Canım acıdı, ruhum yaralandı. Sürekli ağladım. Eve gittiğimde sakinleşmiştim. Artık ağlamıyordum.
Köy yaşantısı. Herkes işte güçte. Herkes kendi işini bitirmenin kaygısında. Kimseye halimi anlatamadım. Ertesi gün, daha ertesi gün sabahleyin evden çıkıyorum, hedef bağlar bahçeler. Ormanların beni kabul eden güvenli köşeleri. Bazen öğle tatilini kollayarak amcamlara gidiyorum. Akşamleyin okuldan dönme saatlerinde eve geliyorum.
Havalar gitgide soğudu. Kışa döndük. Kar yağdı. Çember daraldı. Benim dışarlarda dolaşmamın olanağı kalmadı. Durum anlaşıldı. Bu çocuk okula gitmiyormuş. Babamın tepkisi:
' İyi o zaman, mademki okula gitmek istemiyorsun yarın beraber keçileri otlatırız.' Sözleriyle oldu. Canım anneciğim, beni aldı kanatlarının altına. Sevdi. Okşadı. Teselli edici sözler söyledi. 'Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!' Sözünün bir somut örneğini yaşadım. Yaşam denen uzun ve meşakkatli yolculukta benim kalem hep annem olmuştur. Yerlerde hayli kar var. Babamla okula gidiyoruz. Babam:
'Sen okula git, ben okula uğrar, durumu anlatırım,' diyerek bir arkadaşının evine yönlendi. Çaresizce babamın arkasından baka kaldım. Karları eşeleyerek bekledim. Okul kaçkını birisi olarak sınıfa giremezdim. Hayli zaman sonra babam gittiği evden nihayet dışarı çıktı. Beni görünce yüzünü ekşiterek:
'Haydi, beraber gidelim, niçin gitmedin?' Diyerek benim zaten yerlerde sürünen özgüvenimi iyice yerin altına indirdi. Büyük bir mahcubiyet içinde sınıfa girdim. Ben okuldan kaçan, düzene isyan eden bir çocuktum. Öğretmen bazı günler yanıma yaklaşır:
'Niçin okula gelmedin diyerek,' beni iyice mahcup ederdi. Sınıfta en mutsuz öğrenci bendim. O günlerin anımsamak bile beni hala tedirgin eden bir uygulaması vardı sınıfımızda. Hata yapan bir öğrenciye cezasının mükâfatını sınıfın çalışkan öğrencisine verdirirdi eğitmen öğretmenimiz!
' Git Ahmet, Osman'a iki şamar patlat. Eğer ses çıkmazsa şamarı sen yersin...' Bu emri alan Ahmet, istemeden de olsa bile arkadaşına iki şamar giydirirdi. Dayak yiyen çocuk hayli zaman kendisine dayak atan arkadaşıyla konuşmazdı... Köyümüz dağların hemen diplerinde kurulmuş tam bir dağ köyüydü. O zamanlar karlar periyodik yağardı. Kış demek kar demekti. İğne yapraklı ağaçlarla kaplı gür ormanlarımız yağan karlarla birlikte bir başka güzel olurdu. Bahçelerdeki ağaçlar kürklerini giymiş sosyete hanımlar örneği bir süslenirdi bir süslenirdi seyrine doyum olmaz. Kar tatili diye bir uygulamayı yıllar sonra şehirlerde çalışırken duydum. Lastik ayakkabılarımızla karların içinde düşe kalka yürür, eldiven nedir tanımazdık. Eğitmenimiz ne hikmetse; bizlere kızak kaymayı yasak etmişti. Ancak kartopu oynar, karlar üzerinde güreş yapabilirdik.
Birinci sömestri hiçbir şey öğrenemedim. Öğretmenimiz dikte yaptırırdı. Bir alfabemiz vardı. Ondan her gün bir sayfa dikte çalışması yaptırır, not verirdi. En arka sırada tembel diye nitelenen başarısız öğrenciler otururdu. Benim notum zayıf, yerim arka sıraydı. Karlı bir şubat günü karne aldık. Zayıf sözcüğünü okuyabiliyordum. Diktelerde defterime sadece bu sözcük yazılmıştı günlerce. Üç tane zayıfla eve döndüm. Derslerde başarı sağlayamayan sevilmeyen biri olmuştum. Oysa çok konuşkan, çok soru soran, olayları neden-nasıl oluyor diye öğrenmek isteyen bir çocuktum. Susmuştum...
İkinci sömestri dönemi başladı. Bende akademik başarı bağlamında bir kıpırdanma yok. Nisan ayını bulmuştuk. Alfabemizde, okunup diktesi yapılmayan birkaç yaprak kalmıştı. Yine bir dikte çalışması ile Türkçe dersi yapıyoruz. Öğretmen söylüyor ben arka sırada söylenen sözleri heceleyerek yazmaya çabalıyorum. Sanki bana bir tatlı ilham geldi. Harfler sıralanıyor, kelimeler oluşuyordu defterimin satırlarında. Aman Allah'ım yazabiliyordum. Artık zayıf yazılmayacaktı defterime. Eğitmenimiz yazımı kontrol ederken biraz ikircikli ve hayretle bir defterime birde yüzüme bakıyordu...
'Bunları sen mi yazdın? Hayret çok az yanlışın var, doğru söyle yazarken arkadaşlarına mı baktın?' Bu sözlerle durumum sorgulanmaya başlandı. Evet, ben yazmıştım. İçimden geldiği gibi heceleyerek yazmıştım diktemi. Biz çocukların ünlü bir yemin etme tekniği vardı: Ben de o tekniği uyguladım. Küçücük ellerimle gözlerimi kapayarak:
'Ekmek, Kuran gözümü tutsun öğretmenim, yazıyı kendim yazdım. Kimseye bakmadım.'
Sözlerini bir çırpıda söyleyiverdim. Bu benim anımsadığım ilk yeminimdi. Defterime ilk kez 'İyi' sözcüğü yazıldığına tanık oldum. Sınıfı, arkadaşlarımı bir başka gördüm. Herkes bana tebessüm ediyordu sanki... Bir hafta içinde okur-yazar oluverdim. Her doğan yeni gün benim için bayram sabahı oluyordu. Kuşlar gibi uçarak okula gidiyordum. Sınıfta artık önden ikinci sırada oturuyordum.
Çarşamba günleri öğleden sonra ders yapılmaz; okulumuzdaki en büyük sınıfta sosyal etkinlikler yapılırdı. Böylesi bir etkinlik yapıldığı bir gün sınıflarının birincisini etkinliği idare eden öğretmenin yanına çağırılıyordu. Birinci sınıflardan da beni gönderdi öğretmenim. Okuldan kaçan ben sınıf birincisi olmuştum. Tanımsız, uçsuz mutluluklar yaşıyordum.
Yıllar içinde yapmam gerekli işleri hep düzgün yaparak bir daha yemine başvurmadım. Mevlana der ki, ' Yemin yalancının kalkanıdır.' Öğrenim yaşamım bittiğinde kendimi öğretmen olarak buldum. Meslek yaşamım destansı güzelliklerle geçti. Çocukları, öğrencilerimi çok sevdim. Her gün güzel yemekler yenip, bal şerbeti içilmiyor elbet. Öğrencilerimi ikaz ettiğim olmuştur. Her uyarımda öğrencilerimi rencide etmemeye çalıştım. Kötü çocuk yoktur. Bazı afacanlarımın hatalı davranışları oldu. Öğrenciyi değil, tarafsız bir gözle hatalı davranışları sorguladım geçen güzel yıllar içinde.
Doksanlı yıllardayız. Altı yıl süreli Almanya'daki yavrularımızın öğretmeniyim... Bir Noel tatilinde Almanya'dan Türkiye'ye uçuyoruz. Uçağımız bulutların üstünde nazlı nazlı süzülüyor güzel ülkeme doğru. Bulutların üstündeyim. Beyazdan en siyaha kadar tüm renkleri seyrediyorum bulutların içinde. Karanlık bir gecede, içinde devlerin, perilerin olduğu mağaraların görüntüsünü izliyorum. Rüyalar âlemindeyim bir an.
İlkokul yıllarımı anımsıyorum kısa bir süre. Nereden nereye diyorum. Haksızda olsa bana bana dayak atan eğitmen öğretmenimi anımsıyorum. Haksız bir şamar yüzünden okuldan kaçtığım günlerde yaşadığım hayal kırıklıkları bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Şimdi yukarlarda gökyüzünde tanrıya daha yakınım. Ruhumu ulvi duygular sarıyor. İlk öğretmenimi affediyorum bir kez daha. Sonra olay yer karasında olmuştu, ben şimdi yukarlardayım. Affetmek yüce bir duygu. Bana okuma-yazmayı, kendi deyişiyle hesap yapmayı eğitmen-öğretmenim öğretmişti. Ona nasıl kin duyabilirdim...

06 Nisan 2016 8-9 dakika 205 öyküsü var.
Yorumlar (1)
  • 8 yıl önce

    Saygıdeğer okuyucu arkadaş, yıllarını eğitim-öğretim çalışmalarıyla yaşamış bir öğretmen olarak yaşantılarımı öyküleştirip sizlerle oluyorum. Amacım ülkemizdeki eğitim öğretim çalışmalarının nasıl yürüyüp aksak topal bu günlere geldiğini anlatmak. saygılarımla...