Bir Ölünün Mektubu

15.00

Sevgilim, dokunuşa hasret ellerimden önce, istedim ki bu mektuba dokuna bilesin. İçinde bulunduğum ruh halimi sana bütün açıklığı ile anlatacağım. Beni en iyi anlayacak olan kişinin sen olduğunu düşünüyorum. Mektubumu okuduktan sonra, duygularında ve düşüncelerinde bir şeylerin değişeceğini düşünüyorum.

Yaşadığımı hissettiğim günden bu tarafa, bahçedeki çam ağacını her sabah düzenli şekilde suluyorum. Bu ağacı seviyorum. Onun etrafında dolaşmayı seviyorum. Kökleri ayaklarımın altında olduğu için seviyorum.
Bir insanı doğduğu topraklara bağlayan, bulunduğu yörenin yemekleri, adetleri ve insanların kendilerine özgü nidalarıdır.
Peki, bir çam ağacını toprağına bağlayan nedir? Bizimle aynı atmosferi paylaşan bu dilsiz varlık için, önemli olan hiçbir şey yok öyle değil mi? Doğasever insanın yada hatıra adına onu dikme zahmetinde bulunan ellerin, yoğun arzularından ötürü; yıllardır bu bahçede yaşıyordur kim bilir.

Beni yaşama bağlayan mutlak birçok gerekçem vardır.
Derin duygularım, her sabah ayağa kalkmamı, kovamı elime almamı ve gidip onu sulamamı istiyor benden. İşte bu yüzden onu toprağına bağlayan ümitsiz düşünceyi alt edip, kendisine ait bir parça gibi, onun rahatlatıcı gölgesi altına çocuklar gibi koşuyorum. Görenler deli olduğumu zannediyor, beklide şuan sende böyle düşünüyorsundur. Düşünmekte haklı olduğunu söyleyemeyeceğim.

Kaldığım odamı seviyorum. Bazen penceremden akıp gidişini görüyorum. Karşıdaki dokuma atölyesinin büyük, geniş havlusunda toplanan işçilerin, farklı renklere boyanmış bedenlerini, gökkuşağına benzetiyorum. Oysa gök kuşağı her zaman tepemizdeki aynada var olmuştur. Bu renkleri taşıyan insanlar, gözlerimden daha aşağıdalar.
Yeniden bahçeye baktığımda, ucu sivri çam ağacının gölgesine uzanma arzusunu hisseden kendimi görüyorum. Masmavi havanın kucağında bir birine farklı ses tonlarıyla seslenen kuşları görüyorum. O kutsal sesler, rüzgârın uğultusunda git gide zayıflıyor ve duyulmaz hal alıyor.

Biraz önce hava mükemmeldi.
Yoğun bulut sürüsünün kustuğu duman, koca kentin üzerinde gri bir halı gibi belirdi.
Şimdi bir süre uyumak zorundayım, kalktığımda ilk işim mektubuma kaldığım yerden devam etmek olacak.

21.30

Uyandığımda ateşim olduğunu hisettim, bedenimin tüm noktasına yayılan bu korkunç acı nöbet vaktimin geldiğine işaret. Sürekli olarak kanıma ve ruhuma işleyen bu hastalığın, beni delirteceği korkusuyla yaşamam, henüz olğunlaşmamış bir meyvenin dalından düşüp, çürüyüp yok olmasına benziyor.

Sana karanlıktan çok korktuğumu söylemek istiyorum.

Doktorumun vermiş olduğu ilaçlar sayesinde biraz olsun büyümüş olan göz bebeklerim küçülüyor. Gerçekten garip bir duygu yaşıyorum.
Akşamın ilerleyen vakitlerinde, ürpertici bir korkunun pençesinde can çekişen zavallı bir insanım. Sinir sistemlerimin bozuk olması, emin ola bilirsinki neşeli insanlardan bile nefret etmeme yetiyor.

Şuan gele bilme ihtimalini düşünüyorum. Kalbim hızla çarpıyor ve titriyorum. Ağır ağır yağmakta olan yağmurun oluşturduğu küçük su birikintisine ayaklarının değdiğini hissediyorum. İşte şimdi çamurlu çizmeni, yağan su damlası temizliyor.

Saat gece yarısına yaklaşıyor. Yeniden uykuya dalacağım ve bir kâbusun çemberi içinde bulacağım kendimi. Yüzünü göremediğim birinin öldürme arzusu, bir rüyadan çok gerçekle yüzleşmeye sürükleyecek beni. Çırpınıp bağıracağım. Ayağa kalkmak istediğimde, yakınıma düşen bombaları göreceğim. Kurşun sesleri kafamın içinde parçalanacak. İçinde bulunduğum savaşın, yüzü maskeli adamın dünyasından ilk fırsatta kaçacağım ve ter içinde uyanacağım.


Savaş sonrası kendimi hiç böyle hissetmedim. Birçok arkadaşımın kolunu, bacağını kendi ellerimde toplayıp gömdüm. Ki aç kurtlara yem olmalarını kaldıramazdı yorgun yüreğim.
Ölenlerin ve benim suçum neydi? Bazen düşüncelerimi bu konu üzerinde yoruyorum. Henüz bir kaç hafta önce kan ve barut kokusuyla tıkanan havanın, ciğerlerime verdiği igrenç oksijenle bugüne kadar gelmiş olmam mucize mi?

Koca bir dağın kıyısında yapa yalnız kalan ama yaşayan bir ölüydüm. Arkamdan birinin ateş açacağı korkusuna kapılmak, düz bir yolu çaresizce arattı bana. Gözlerimi kapatmak istediğimde öleceğimi düşündüm. Oysa çevremde dans eden ağaçlar yaşayacağıma dair müjde veriyordu umutlarıma. Bu yüzden ağaçları ve köklerini seviyorum.

Savaş berbattı, yaşadığım korkunç travmanın etkisinden kurtulmak için askeri bir hastanede psikolojik destek alıyorum. Beni bulanlardan biri geçtiğimiz gün ziyaretime geldi.
Deli gibi çamurlu yolun ortasında, gözleri açık şekilde tarladaki başakları izlediğimi söyledi. Evet seyretmekteydim. Çünkü başakların sonunda ve güneşin battığı noktada ülkemin sınırları vardı. Çok yakın gibi görünsede başaklarda güneşte ülkem kadar uzaktı ellerime.

Yeryüzüne birdaha gelsem, hiçbir güç beni savaşa götüremezdi. Hayatım boyunca görmediğim insanlara karşı silah tutmayı, insanlık yasalarına aykırı en ağır suç olarak kabul ederdim. Korkutuğumu mu düşünü yorsun? Asla korkmadım. Sana burada duyduğum bir olayı anlatmak istiyorum.

Ruh doktoru hastasının durumunu teshiş edememiş ve şunları söylemişdi:

?' Bu adamın neyi var bilmiyordum. Sürekli hayali kahramanla kavga ediyor olmasının, yaşadığı savaşla alakası olduğu söylenilemezdi.
Bu akıl hastası olan genç adam. Aslında milyonlarca yaşayan varlıklardan yalnızca biriyle kavga ediyordu. Bunun ne tanrı ne bir hayvan nede insan olduğunu düşünmüyorum. İnsanların evini yıktığını, zehirlediğini, ağaçları kökünden devirdiğini söylüyordu. Sizce bu nedir? Ve üstelik ıslıkta çalıyormuş. Uzun süre düşündüm. Hastamı uzaktan izledim. Güneşli günlerde bahçede kitap okuyan bu adam, ne zaman rüzgâr sesi duysa dehşete kapılıyordu. İşte o gün onun bir akıl hastası olduğunu kabüllenemez oldum. Haklıydı! Dünyanın varoluşundan bu tarafa yaşayan bir katil vardı ortada. Onu yakalamak güçtür ve imkânsızdır. Bizler bu katili görmezken, hastam kan torbası gezdiren insanlardan kaçıyordu. Beyinlerimizde halen daha fazla toprak, daha fazla egemenlik kurguları yaratırken, savaştan sağ çıkan birisi için rüzgârla savaşmak, koca bir orduyu alt etmekden daha zahmetli olmaz mı? .''


Evet, dudaklarımızın arasına ağzını dayayan, soluğunu içimize sürükleyen bu korkunç yaratığı alt etmeye çalışmak, bir insanı öldürmekten daha zor değil mi? O halde ben kolay olandan kaçıp fırtınaya kafa tutmayı daha doğru buluyorum.

İki gün önce bayramdı. Çocuklar ellerinde bayraklarla geçtiler buradan. Hükümetler tarafından belirlenmiş bir günü sahiplenmek ne kadar doğru? Bazen gereksiz buluyorum bu özel günleri, çünkü zaman sonra taşıdığımız bayraklar uğruna aptalca savaşlara şartlanıyoruz. ?' Git öldür'' diyorlar öldürüyoruz. ?' Oğlunu savaşa gönder'' diyorlar gönderiyor analarımız. Yönetenlerin yönetilenler kadar budala olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz günlerde öğle yemeğini yerken bir devlet bakanının şu konuşmasını utançla izledim.

?' Sınırlarımızı, yani topraklarımızı ölümü göze alarak koruyan askerleri hastanede ziyaret ettiğimde, halen ayağa kalkıp savaşa gitme arzularını gözlerinden görmüş olmam, beni oldukça hüzünlendirdi''

Bunu söyleyen, gül bahçesinde henüz açmamış sonbahar gülleri arasında gezinen adamdı. Bir el tarafından kırılan çiçeğini görse, ürkütücü bir sesle kırmızı lekeyi bahçivanının suratına yapıştıracak kadar asabidir. Kendini kaybedip çığlınca öfkeye kapılır ve katilin parmak izini aratır. Peki, çiçeğini kopartan kimdi?

Onu kopartan henüz yirmi yaşında olan oğluydu. Sevdiği kıza babasının bahçesindeki açmamış gülü kopartıp vermişti. İşte ozaman eksiksiz bir delikanlı olan genç adam öfkeli adam tarafından alnından öpülür. Çok sürmez gökyüzünden bir savaş uçağı geçer. Aralarındaki bu duygusal bağlantıyı yüksek sesiyle kesen uçağa kızar hatta söverler!
Uçakta üst üste yığılmış insan cesetleri vardır. Bu onların kaderidir. Yoksul ve aç olanların evlatları ne bahçeden gül koparta bilmiştir, nede sevdiği kadının ellerine dokuna bilmiştir.

İnsan bazen ruh hastalığına yakalandığında bütün bir zaman istemediği basit özğür eylemleri gerçekleştire bilir. Mesela koşarsın. Savaşa koşar gibi koşarsın. Takılır ayakların taşlara. Kemiklerinin kana bulaştığını, kanın sıcak bir çorba gibi toprakla kucaklaştığını hissedersin. Cesareti kalmasada coşkusuna hakim olamayıp ayağa kalkmak istersin. Birilerina itaat ettiğimiz için kalkmak isteriz ve bir süre sonra ölürüz. Buda bilimsel olarak ruh hastalığı olamaz mı?

Ruhumun ve tüm bedenimin ele geçirildiği zamandan geldim. Bütün eylemlerim, düşüncelerim, yalnızca üst düzey bir asker tarafından yönetildi. Köleleştirilmiş ve yerine getirilmesi gereken kuralları yalnızca ayakta selam durarak devralmıştım. O sıra evimizin bahçesini düşündüm. Annemin çileklerini topladığını gördüm, o topluyor ve ben yiyordum.
Bu nasıl bir acı! Bu nasıl bir felaket! Bu nasıl bir işkence! Anlatamam.

Yavaş yavaş mektubumun sonuna geliyorum. Penceremi açtığımda içeriye vuran esintinin yanaklarımı okşamasını ellerine benzetiyorum sevgilim.
Havada ay yok! Yıldızların bir kaçı titrek ışıklarını gözlerime sunuyor. Onlarda savaş denilen cümle varmıdır? Orada tüm canlılar bir birlerini acımadan öldürüyormudur? Bizim göremediğimiz neleri göre biliyorlar? İçlerinden birinin uzayı aşarak odama gelmesini istiyorum. Zayıf halkların nasıl köleleştirildiğini, kimlerin hangi kapalı odalarda neleri sattığını anlatmasını istiyorum ondan. Şuan bunları düşünüp yazarken uyukladığımı hissediyorum. Tuhaf heycanla gözlerimi açmaya kalkıyorum. Masa titriyor, lamba sallanıyor, pencere bütün gücüyle kapanıyor gibi geliyor bana.

Sana bu mektubu yeni doğacak varlıklar adına gönderiyorum. Bütün dünyayı saracak güzel kokulu çiçeklerin özlemini, ateşten, sudan ve topraktan harmanlayıp zarif ellerine teslim ediyorum.
Evinin önünde ürkütücü bir ateş topunun patladığını görürsen, ilk aklına gelen ölenlerimiz olmalı! Ve sorgulamalısın kendini, cesetleri nerede? Bir cehennem kentine dönüşen tüm toprağı kucaklayarak koş uzaklara sevğili. Adını tanımlayamadıkları anlamsız savaşa kafa tut.

Hayır... Hayır... Hiç düşünme ki yaşıyorum.. ben yalnızca bir ölüyüm.. Evlen..
Mutlu ol.. Çocuğunun adını bana olan aşkın için değil.. Tüm dünya çocukları için
Barış koy...

Gözlerinin ana yurdundan öpüyorum..


'' Asker bu mektuptan bir ay sonra tedavi gördüğü hastanede intihar ederek ölmüştür''

13 Kasım 2011 10-11 dakika 26 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)
  • 12 yıl önce

    mükemmel bu okurken yaşadığım bir anlatım kutlarım...

  • 12 yıl önce

    Savaşa katılan askerlerde ki travmatik durum ve psikoljik bozukluklar çoğu zaman filimlere romanlara bile konu olmuştur. Sebepli veya sebepsiz yere bir insanın canına kıymak çok da kolay ve normal bir insanın yapabileceği birşey olmasa gerek. Birçoğunun savaş bittikten sonra psikolojik yardım aldığı, hatta bir kısmının da düzelemediği bilinen gerçeklerdendir. Hüzünlü bir hikaye ibretlik kutlarım Devrim bey içtenlikle...👍