Bir Yaşam Bir Kaç Promil Üç Beş Gölge Azcık Korku

...

Hayret! Gölgem düşmüş denize, nasıl da boğulmamış. Şaşıyorum. Gölgem yüzme biliyor olmalı, ben bilmiyorum. Benim yüzümde sivilceler, burnumda yaralar, alnımda (daha çok kaşlarımı çattığım zaman ortaya çıkan) kırışıklıklar var; ama gölgem pürüzsüz, zamana ve mekana meydan okuyor, ağlamıyor ve gülmüyor. Gölgem; hiç ölmeyecekmiş gibi... Gölgesi kendinden daha mükemmel bir insan olarak, yanımdan geçenlerin beni iplememesine şaşırmıyorum. Ama bakın, ne güzel de yüzüyor. Gölgem... Dalgaların arasında. Dans ediyor...


İşte o an fark ettim. Geberesi gölgemin denize düştüğü serin ve sıradan bir İstanbul akşamında, sahilde, üzerinde farelerin gezindiği taşlardan birinde (elbette en az sivri olanında) otururken... İşte tam o anda... Orhan Baba hatasız kul olmaz demese, karşımda kız kulesi olmasa, çiçekçi teyzeler öpüşen çiftleri rahatsız etmese, daha yarısı bitmemiş sigaram elimden kayarak taşların arasında kaybolmasa, karşıdan süzülerek gelen bir dilek feneri martılara göz kırpmasa, arkamdaki seyyar satıcıdan gelen mis gibi köfte kokusu mideme oturmasa, ay bu kadar kızıl, gökyüzü bu kadar mor olmasa, belki de fark edemeyecektim. Ama oldu işte. Bunların hepsinin bir araya geldiği bir sonbahar akşamıydı (ve hatta kasım ayı), ben fark etmiştim. Ben yalnız olduğumu o an fark etmiştim ve sanırım Tanrı'nın da istediği buydu.


Kaldıramadım tabi... İnsan değişmeyeceğini bildiği olguların gerçekliğini hazmedemiyor. İnsan, artık farkına varmış bulunduğu realitelerin ağırlığı altında ezilirken, ‘' ah ulan, daha acziyetimi suratıma haykıran ne gerçekler var acaba da, ben bilmiyorum'' diye düşünüyor. İnsan düşünüyor. Zaten mesele de bu ya... Ve kendini bir çeşit duygusal paradoksun içinde buluveriyor. Sürreal bir uçurum... Belirtilerini biyolojik olarak da gösteren duygusal bir tepkime (Heyecanlanınca çişinin gelmesi gibi)...


O akşam da böyle oldu. Bir çeşit tinsel nöbete girdim. (ya da nöbet bana girdi... hahaha, ah şu ergen esprileri!!) Terlemeye başladım. Titriyordum. Birden başım dönmeye, gözkapaklarım kıpırdanmaya, kulaklarım çınlamaya başladı. Bayılmam gerekiyordu. Yani en azından bayılmak için gerekli olan bütün fizyolojik tepkileri gösterdiğimin farkındaydım. Oturduğum taşa uzandım. Ellerimi bağlayarak kafamın arkasına koydum. Gözlerimi morarmış gökyüzüne ve çokbilmiş yıldızlara diktim. Öylece hareketsiz kalakaldım. Dışarıdan çok komik görünüyor olmalıydım, ama umurumda değildi. Üstümden bir fare atladı, aldırmadım. Önümden bir kayıkçı geçti, aldırmadım. Hemen sağ tarafımdaki taşın üstüne bir martı sıçtı, aldırmadım. Havlayan köpeklere, köpüklü dalgalara, ışıl ışıl parlayan yıldızlara ve hatta kız kulesine, aldırmadım. Bir müddet kaldım öylece. Nöbetim kısa sürdü, irkildim, uyandım. Umurum geri geldi.


Doğruldum. Karanlıkta el yordamıyla, sağ tarafımdaki boklu taşın üzerinde güçlükle bulabildiğim ucuz biramı açtım. Bir yudum aldım. (Bok varmış gibi) Uzaklara daldım. Arkadan bir fotoğrafçı (bok varmış gibi) beni çekti. Ben ve gölgem, hiçbir zaman göremeyeceğimiz bir fotoğraf karesinde binlerce boktan layk aldık. Ve aklıma boktan bir hikaye yazmak geldi...


Kasım ayıydı, aşk ayıydı, insanlar içinde bulundukları (ya da kendilerine sunulan) koşullardan rahatsız değillerdi, mutlu görünüyorlardı. Kendi boktan hikayemde ölmektense başkalarının yersiz ama masum duygularında yaşamayı tercih ettim. Ve hikayemi kurmaya başladım. Hayalle gerçek... Kurmacayla reel dünya... Doğru ile yanlış. Fizik ile metafizik... Bütün bunlar (çoğu zaman olduğu gibi ) iç içe girdi ve benim sıradan hikayem başladı:


‘'Arkamdaki lüks restoranların birinde (elbette hiç birine daha önce girmedim), iki gün önceden rezerve edilmiş ve özenle süslenmiş olan, o tahmin edebileceğiniz en köşedeki masada, gören herkesin eminim ki ‘'ay ne kadar uyumlu bir çift'' diyebileceği (uyumlu ne demekse? ikisi de gayet canti giyinmiş, saçlarını falan yaptırmıştı, bu açıdan gerçekten uyumluydular) kadar sıradan bir çift oturuyordu. Önemli bir yemek olduğu her halinden belliydi. Bilirsiniz işte; yersiz kasıntılar, gerilim dolu bakışlar, kaçamak cevaplar falan. Kendilerine menüyü sanki kucağındaki bebeği uzatır gibi (evet titizlikle ve gururla) uzatan garsona siparişlerini verdiler, ve gelen yemekleri (ne çabuk geldi, bayat olabilir... ah, pahalı restoranlara da mı güvenemeyeceğiz?) yemeye koyuldular. Uzaktan ne olduklarını kestiremediğim yemekleri önce bıçakla keserek en küçük yapıtaşlarına ayırıyorlar, çatalı bu parçalara tahammül edilebilir bir yapmacıklıkla batırıyorlar, sonra ağır ağır, aheste aheste ağızlarına atıp, dudaklarını magnum reklamlarında oynayan kadın gibi yaptıktan sonra o küçük lokmaları mideye indiriyorlardı. Ve bütün bunları yaparken birbirlerine saçma sapan gülücükler atıp, günün anlam ve önemini belirten konuşmanın bir an önce gerçekleşmesini umuyorlardı. (Nihayet!) Yediler yemeklerini.

Sonra kadın özür diler gibi yaptı, yerinden kalktı, lavoboya gitti (bunu yazmasam hikaye hep eksik kalacaktı). Herif masada yalnız kalmıştı. Bir yudum su içti, bir nebze olsun rahatladı, ama bunun kısa çok süreceğinin de farkındaydı. O boşlukta herif çaresizce sağa sola bakıyordu, bense onu izliyor, ne yapacağını kestirmeye çalışıyordum. Bir an göz göze geldik. İnsanlığım tuttu. Ona (elbette yalnızca bakışlarımla) ‘'Yapma olum. Kıyma kendine. Siktir et, yapmak zorunda değilsin bunu, hayatının amına koyacak olan o kadın hazır içerde sıçıyorken (evet, o sorunun cevabını buldum, güzel kadınlar da tuvalette sıçıyor) kaç, kurtar kendini, hadi aslanım, yapabilirsin'' dedim. Anlamadı tabi. Neden anlasındı ki...

Kadın makyajını tazelemiş bir şekilde geldi (bunu tamamen sallıyorum ama filmlerde hep böyle olur) ve yerine oturdu. Adama ‘'gir lan artık şu mevzuya!'' bakışı attı. Adam tedirgindi, çekingendi, son derece heyecanlıydı, belliydi, korkuyordu. Kadın gayet kendinden emin görünüyordu, suratına sahte olduğunun anlaşılması olanaksız bir gülücük takınmıştı, meraklı ve sorgulayıcı, aynı zamanda olağanüstü sabırsızdı. Ben deniz kenarında üstünde farelerin gezindiği buz gibi taşlara oturmuş, sıcak biramı (sahi bu havada nasıl ısınıyor aq) yudumlayıp, şiddetli rüzgara rağmen sigaramı yakmak için insanüstü bir çaba harcarken, adam mevzuya girmek için fırsat kolluyordu. Bu durum bir müddet sürdü. Sonra adam cesaretini toplayıp kaldırdı kafasını, kadının gözlerinin içine baktı. O da ne? Birden bütün ışıklar söndü. Ortalık kopkoyu bir karanlığa bürünmüştü. Adam ne olduğunu bile anlayamadan kendisini birden çevrelemiş olan o karanlıkta, tamamen içgüdüsel olarak, daha önce hiç görmediği bir şeyleri aramaya koyuldu. Bulamıyordu. Karanlık giderek derinleşiyordu. Adam, kadının gözbebeklerindeki siyahlıkta kayboluyordu. Bu son derece tehlikeli bir durumdu. Ama, kaybolmak hiç bu kadar güzel olmamıştı...

Kadının son derece itici bir ses tonuyla ‘hayatım!' demesinin ardından (evet, güzel kadınların sesi mide bulandırıcı olabiliyor) ışıklar yandı, büyü bozuldu, adam kendine geldi. Toparlandı. Öksürdü. Cebinden bir yüzük kutusu çıkardı. Suratına o yapmacık gülümsemeden takındı (kadınınkinin aynısı). Titreyen elleriyle kutuyu açtı ve maaşının yarısını gömdüğü pırlanta yüzüğün ihtişamını kadının zaafiyetine sundu. Kadının etkilenmemesi mümkün değildi. Önceden planlamış (romantik!) bir akşam yemeği, son derece pahalı bir restoran, loş ortamda ışıl ışıl parlayan ve üstündeki kocaman parlak taşıyla ‘ben çok değerliyim' diye bağıran bir pırlanta yüzük, karşısında kendisi için maymuna dönmüş ve her türlü şaklabanlığı yapmaya hazır bir herif... Kadınlar böyle şeylerden etkilenirdi (He la, he. doğanın kanunu). Kadın gözlerini yüzükten, masadaki mum ışığından, bembeyaz ve özenle katlanmış peçetelerden, mekana o romantik havayı veren renkli ve yaldızlı ışıklardan, çaktırmadan kendilerini seyreden garsonun hürmet dolu bakışlarından, ve hatta belki de benden (yani sahilde sırtüstü uzanmış göbeğini kaşıyarak yıldızları seyreden o ayyaştan) alamıyordu. Adamın gözlerini alamadığı tek şeyse, kadının gözleriydi. İçinden ‘'ne kadar güzeller!'' dedi. Böyleydi işte. Kadın kadındı, erkek de erkek. Böyle olunca, yani herkes yalnızca üzerine düşen rolü yerine getirince, her şeyin yolunda gitmesi son derece doğaldır. Beklenmedik bir durum ortaya çıkmaz. Bu hikayeden de size ekmek çıkmaz yani; ama madem başladık bitirelim ( hem de mutlu bitirelim lan, sizi mi kırıcam) :

Adam kadının buz gibi ellerini tutarak, kendisi hariç her şeye dikkat kesilmiş olan gözleri kendisine çevirmeyi başardı. Ve o boktan klişe soruyu sordu:
-Benimle evlenir misin?
Kadının cevabı zaten hazırdı, düşünmedi bile. Umarsız bir mutlulukla haykırdı:
-Evet sevgilim!! Yetmez ama evet!!

Aman Tanrım! Ne sahne ama! Mutluluktan altıma sıçıcam!!! Bravo!!! Tebrikler!!! Yürüyün be!!! Mutlu çiftimizi ayakta alkışlıyoruz !!! Şak şak şak!!! Ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar!! ... (Ulan beyinsiz, senle bir sonraki hikayemde görüşücez)''


Bense soğuktan götüm donmuş bir şekilde, sahilde biramı yudumlamaya devam ediyor, titreye titreye sigaramdan bir nefes çekiyor, ciğerimde biriktirdiklerimi yıldızlara ulaştırabilmek umuduyla gökyüzüne doğru kocaman bir nefes üflüyordum ve mutlu sonla bitirmek zorunda kaldığım hikayemi düşünüyordum. Ne tuhaf!


Kadın ve adam gülüyordu, yıldızlar gülüyordu, onları dikizleyen garson (cebindeki bahşişi yoklayarak) gülüyordu, martılar gülüyordu, köprünün rengarenk ışıkları gülüyordu... Bütün dünya bana cephe almış, alay edercesine gülüyordu... Fark etmeyeyim de ne yapayım be, yalnızdım işte! Sapına kadar yalnızdım! Hayatta her şey değişebiliyordu. Değişmeyen tek şey; benim lanet yalnızlığım ve iliklerime kadar işlemiş olan karamsarlığımdı...


Ebeni si...m Heraklitos!!!

20 Kasım 2015 9-10 dakika 4 öyküsü var.
Yorumlar (1)
  • 7 yıl önce

    Günün öyküsünü ve yazarımızı kutlarızud83eudd20