Bozkırın Ayazından Düşlerin Beyazına Hüznün Tomografisi
Çırılçıplak bir bozkırın ortasında, naftalin kokulu eski ahşap bir evde hayata tutunma gayreti içinde geçiyordu siyah beyaz günlerimiz. Okulumuz evimize çok uzaktaydı. Daha doğrusu birkaç köyün öğrencisi beş kilometre ötedeki bir köy okulunda bir araya gelip birleştirilmiş sınıflarda okuyorduk. Kışın okula gelirken elimizde birer parça yarma odun olurdu. Her gün bir öğrenci okuldaki sobayı yakmakla görevliydi. Bu iş bizim için bir oyun gibiydi. Eğlenceye dönüştürüyorduk işimizi. Annelerimiz meşgulken çoğumuz evlerimizde de aynı işi yapardık zira.
Babamı geçen güz, gencecik yaşında (z)amansız bir kalp sektesinden kaybetmiştik. O karanlık günleri hatırladıkça gözbebeklerimdeki hüzün dalgaları kalbimin sahillerine vuruyor. Zira henüz senesi dolmamış o büyük ve hazin göçün. Yaramız daha kabuk bağlamamış. Zaten anne- babanın bıraktığı hicran yarası hiç kabuk bağlamaz ki. Hatırladıkça tazelenir, tesiri gittikçe artar.
Arka dağım, can babam her zaman yaptığı gibi sabaha karşı yatağından kalkmış, buz gibi suyla abdestini almış, nefes aldıkça izinden gittiği Rabbine huşu ve huzur içinde yönelmişti. Namazdan sonra tespih çekerken kalbine ince bir sancı isabet etmişti. Bir süre seccadesinin üzerinde iki büklüm dinlendikten sonra yatağına geçmişti. Aradan beş dakika geçmeden şiddetli bir göğüs ağrısıyla tekrar sarsılmış; öyle ki babamın derin nefes alışları annemi derin uykusundan uyandırmıştı. Annem, babamın tir tir titrediğini ve boğulurcasına zorla nefes aldığını görünce telaşla çığlık çığlıya ağlamaya başlamıştı. Bizler de annemizin o acı çığlığıyla beş kardeş, yataklarımızdan apar topar kalkmıştık. Babamızın bu acı görüntüsü yüreklerimizi burkmuş, bizi hüzünlendirmişti.
Çocuk halimizle ne yapacağımızı bilmiyorduk. Elimiz ayağımız birbirine dolanmıştı. Evimizde telefon yoktu. Köyde sadece birkaç kişide telefon vardı. Bunlardan biri de köyün muhtarıydı. Ben kardeşlerin en büyüğü olduğum için, biraz daha soğukkanlı olabilmiş, kapıdan kendimi dışarıya atmış, durumu muhtara bildirmiştim. Muhtar ilk iş olarak 112'yi aramıştı. Fakat numara bir türlü düşmüyordu. Hep meşgul görünüyordu. Bir, üç, beş, on.... Ses seda yok. Aradan bir saati aşkın bir zaman geçmesine rağmen ısrarla aramaya devam ediyorduk. Tam ümidimizi kestiğimiz sırada karşıdaki bayanın “Alo 112, buyrun...” sesini duyduk. Bir hazine bulmuşçasına sevinmiştik. İlgili bayana adresi vermiş, ambulansı ve sağlık ekibini beklemeye koyulmuştuk.
Köyümüz bozkırın ortasında, bütün şehirlerin uzağına düşmüştü. Şehre ulaşmak saatleri alırdı. Biz gelecek ekibi beklerken köyün ebesi, bildiği birkaç kocakarı ilacını babam üzerinde deniyordu. Fakat babam baygın bir şekilde annemin kucağında zorla soluk alıyordu. Apayrı bir dünyadaydı sanki. Bu acı manzarayı görmesinler diye, kardeşlerimi evin bahçesine çıkarmışlardı. Ben fark ettirmeden odanın bir köşesinden olup bitenleri hüzünle ve dayanılmaz bir acıyla takip ediyordum. Zaman bir türlü geçmiyordu. Dakikalar saatler kadar uzundu sanki. Bana bir asır kadar uzun gelen bekleyişin sonunda ambulans, evimizin önüne kadar gelmişti. Ambulansın o acı sesinden dağlar yankılanıyordu. Sesi duyan herkes, evimizin önüne akın etmişti. Ben ve kardeşlerim sanki evimizden bir ölü çıkıyormuşçasına hüngür hüngür ağlıyorduk. Evimizin direği olan babamızın öleceği korkusu hücrelerimize kadar sinmişti. “Ya babamız ölürse...” sorusu içimizi yakıyordu. Bize ondan sonra kim bakardı? Akşamları heyecanla kimin yolunu gözlerdik?
Ambulans köyden babamı alır almaz şehre doğru bir kuş gibi uçmuştu sanki. Yol boyunca babama “bak, dinle, hisset” yöntemini uygulayan hemşireler, netice alamayınca ağızdan solunum yaptılar. Nabız ve dolaşım belirtisi göremeyince kalp masajı uyguladılar. Bunu uzun süre denediler. Bir taraftan da solutma işlemine devam ettiler. Bu işlemler fayda vermeyince son olarak kalbi normal ahengine döndürebilmek için, vücutta anarşi yaratan tüm odakları susturacak elektro şok(defibrilasyon) uygulamasına karar verdiler. Defibrilatörle, kasırgayı yaratan odakların susacağını, kalbin normal elektrik uyarı ve dağıtım sisteminin vücudun idaresini ele alacağını umdular. Fakat vücuttaki fibrilasyon durmadı; kalp normal ritmine geçmedi. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Babam tıbbı tabirle eks olmuştu. Bir çocuğun kolay kolay kaldıramayacağı bir haberdi bu.
112 Acil'i lüzumsuzca meşgul edenler, babamın katili olmuşlardı. Daha sonra bu durum araştırılmış, bir saat boyunca 112 Acil'i meşgul eden telefon sapığı bulunmuştu. Tabii ki hafif bir cezayla cezalandırılarak canlı bir bomba misali toplumun içine salıverilmişti. Daha sonraki yıllarda bu acil sapığının annesinin 112'yi meşgul edenler yüzünden mide kanaması sonucu öldüğünü gazeteler yazmıştı. Tıpkı o da babam gibi 112 mağduru olmuş, ahlaksız bir evlat yetiştirmenin bedelini ne yazık ki canıyla ödemişti. Böylece “Men dakka, dukka(Eden bulur)” sözü hakikat olmuştu. Fakat baba acısını yıllarca çeken bir evlat olarak o kadın için de doğrusu üzülmüştüm. Babamın ve öz annesinin ölümüne sebep olan bu gibi hayırsızların vicdan mahkemesinde en büyük cezaya çarptırılacaklarına olan inancım her zaman diri ve iri kaldı. Onlar asla huzur bul(a)mazdı.
O gün bugündür babamı hiç unutamadım. Geceleri rüyalarıma misafir oldu. Hatta hiç unutmam, bir gece rüyamda onu bembeyaz elbiseler içinde gördüm. Yüzünde çocukların bayram neşesini yansıtan bir tebessüm vardı. “Seni de beyaz elbiseler içinde görmeyi ne çok isterim” diyordu bana. “Baba ne demek beyaz elbise, daha çok gencim, sen ne diyorsun?” demeye kalmadan gül kokulu eliyle başımı okşadı. “Kızım sana bembeyaz doktor elbisesi ne çok yakışır” dedi. Babamın meramını anlamıştım. Onun bu isteği benim için kutlu bir hedef olmuştu adeta.
Geceleri evimizin balkonuna çıkıp yıldızları seyreder, yıldızların kaydığı sırada da dilek tutardım. Dileğim babamın dileğiydi. Bu öyle kolay bir hedef değildi. Yarınlara dair düşlerim boyumdan büyüktü. Bunun farkındaydım. İmkânların sıfır noktasında seherlerde kalkar, dualara sığınır, tarumar yüreğimi onarırdım. Babamın durup dururken ve de kendisine en çok ihtiyacımız olduğu bir sırada bir kuş gibi yuvamızdan uçup gitmesi kolay kabulleneceğim bir şey değildi.
Babamdan sonra çok büyük zorluklar çektik. Annem beş evladının üzerine bir rahmet meleği gibi kol kanat gerdi. Gece gün demeden çalıştı. Hafta sonları şehre giderek zenginlerin apartman merdivenlerini sildi. Yetmedi, ev işlerine baktı. Çocuk bakıcılığı yaptı. Gün geldi köyde ırgatlık işine girdi. Fakat bizi hiçbir zaman ele güne muhtaç etmedi. Önümüzdeki zifiri karanlıkları aydınlatabilmek için bir mum misali erimeyi göze aldı. Çünkü o sadece bir ana değildi, zamansız göç eden bir babanın bıraktığı o büyük boşluğu da doldurmaya çalışan bir şefkat meleğiydi. Çocuklarının okuması için her şeyini tüketti. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi biz yetim çocuklarına.
Köyde yaşamak hem zevkli, hem de zordu. Kış vakti ayaz, içimize işlerdi. Nefeslerimiz adeta havada donardı. O zamanlar, bugünkü gibi servis minibüsleri bizi evlerimizden almazdı. Kara lastiklerimizle yürüyerek okula giderdik. Kışın dondurucu soğuğunda annelerimizden aldığımız kalın naylonlarla tepeciklerden büyük bir hızla ve hazla kayar, oyun içinde okula varırdık.
İlkokul hayatımız bütün zorluklara rağmen keyifli bitmişti. Ardından ortaokul ve liseyi okumak için ilçenin yolunu tuttuk. O güne kadar köyden çıkmadığımız için, ilçe bize çok büyük gelmişti. Gerçi hem boyumuz, hem de hayallerimiz büyümüştü geçen zamanla birlikte. Herşeyin büyüdüğü bir ortamda şehrin büyümesi de olağandı. Parasız yatılılık sınavını kazandığım için ilçede devlet yurtlarına yerleştirilmiştim. Sıcak bir yuvam, üç öğün aşım hazırdı. Ne kadar şükretsem azdı.
O vakitler dershane filan da yoktu. Öğretmenlerimiz hafta sonları büyük bir fedakârlık örneği göstererek bizi yetiştirme kurslarına alırlardı. O kurslarda bilmediklerimizi öğrenir, okuldaki birikimlerimizi pekiştirirdik. Kursların firesiz müdavimlerinin başında yer alıyordum. Geceleri ışığı sönmeyen tek oda benimkiydi. Büyük hedeflerim vardı zira. Büyük hedefler büyük gayretleri gerektirirdi. Annem, canını dişine takarak bizim için onca fedakârlık gösterirken ben uyuyamazdım. Uyumadım da. Yeterli kaynağım olmadığı için, arkadaşlarım uyuduğunda onların test kitaplarını alır, üzerlerine işaretlemeden çözerdim. Ortaokul ve liseyi birinci olarak bitirmem tesadüf değildi.
Üniversite sınavına girerken kalbim duracak sandım. Üzerimde çok büyük bir sorumluluk vardı. Bir zamanlar gördüğüm rüya, gözümün önünden hiç gitmiyordu. Zira babamın en büyük hayali beni beyaz önlükle görebilmekti. Yaşarken bunu göremese de, ötelerde ruhunun bunu tatmasını, mutmain olmasını çok istiyordum. Bu büyük sorumluluk, heyecanıma da yansıyordu.
Sınavı başlatan zil çalmıştı. Vücudumun titremesinin geçmesi için ellerimi şakaklarıma dayayıp birkaç dakika muhasebe yaptıktan sonra “bismillah” deyip soruları çözmeye koyuldum. Sınavım beklediğimden daha güzel geçmişti. Sanki gizli bir el, kalemimi kavramış, kalemin ucunu doğru cevaplara götürmüştü. Çalışmalarım boşa gitmemişti. Sonuçlar açıklandığında dünyalar benim olmuştu. Zira postacının kapımıza kadar getirdiği sonuç belgesinde “Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi” yazıyordu. Bu neticeyi görünce kendimden çok, babam için sevinmiş, adeta havalara uçmuştum. Dünyalar benim olmuştu. Hayal ağacım hakikat meyvelerini fazlasıyla vermişti.
Üniversite hayatım çok güzel ve başarılı geçmişti. Yine bozkırın ortasındaydım; ama burası Türkiye'nin kalbiydi. Bozkırdan gelen kara kuru yetim bir kız, dolu dolu geçen altı yılın ardından Hacettepe'yi birincilikle bitirmişti. “İntörn” olarak görev yaptığım sırada hastalar beni hep hemşire sanıyordu. Bu yüzden bana “hemşire hanım” diye hitap ediyorlardı. Bu tertemiz insanlara sevgiyle tebessüm ediyordum. Hocalarım üniversitede kalmam için ısrar etse de ben bir an evvel o bembeyaz gömleği giyip insanlara şifa ve yaşama umudu dağıtmak istiyordum. Tevafuka bakın ki mezun olur olmaz yine ülkemin payitahtında, gözde bir hastanenin acil polikliniğinde görevlendirilmiştim.
Bazılarının hasta olmaya bile razı olduğu bu güzide hastanede acil doktoruydum ben. Hayallerimin doruk noktasıydı bu. Zaman zaman aynanın karşısına geçiyor, seneler evvel gördüğüm rüyayı adeta yeniden yaşıyordum. Babamın ruhunun huzurlu olduğunu düşünüyordum.
Başkentin bu seçkin hastanesindeki ilk günlerimde hasta trafiğinin yoğunluğu içerisinde doğru dürüst yemek bile yiyemedim. Açlığım aklımın ucundan bile geçmedi. Çünkü herkesin can derdine düştüğü bir yerde boğazını düşünmek, genç ve idealist bir doktor için şık olmazdı. Hayat kurtarmanın peşindeydik zira. Yemek her zaman yenirdi. Farkı fark ettirmenin zamanıydı şimdi.
Acil deyip de geçmemek lâzım. Adı üzerinde, her şey aceledir burada. Zamanla yarış içerisindesiniz. Her şeyi yerinde ve zamanında yapmak mecburiyetindesiniz. Acil servisler hastanelerin can damarıdır. Burası hastanelerin vitrinidir bir anlamda. Oradaki hayatî müdahalelerin yerinde, zamanında ve isabetli oluşu, bir hastaneyi abat ettiği gibi, isabetsizliği de bir hastaneyi berbat eder. Mesai kavramı yoktur acilde. Zamanın o coşkun akışına kapılıp gidersiniz. Koşuşturmaktan sırılsıklam olduğunuz vakitler olur. Bir kez ağız tadıyla “off” demeye zamanınız olmaz. Özel hayatınız kalmaz. Benler bize dönüşür. Siz “siz” olmaktan çıkarsınız. Onun için zordur acillerde doktorluk veya hemşirelik yapmak. Bir anlamda kızgın çölde ateşten gömlek giymektir bu.
Hiçbir doktor her hastalığı bilmez, ama acil doktoru her hastalığı bilmek ve her hastalığa tanı koymak zorundadır. Hastalar ve hasta yakınları o gözle bakar size. Acil doktoru, gecenin kaçı olduğunu düşünmeden bir can daha kurtarmanın hesabını yapandır. Onca risk içerisinde işini en iyi yapma gayreti içerisinde olandır. Acı içinde kıvranan hastaların serzenişlerine, bazı anlayışsız hasta yakınlarının hakaretlerine tahammül edendir. Bazen o, çirkin fiili müdahalelere maruz kalandır.
Acilde çalışan doktor, dayanılmaz acıları vicdan makinesiyle resmeden bir fotoğrafçıdır. Fakat o, bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi duyarsız olamaz. Çünkü yürek taşıyan, etten kemikten ibaret insandır o. Her hâl ve hareketini vicdan mahkemesinde yargılar, temyiz eder. Acilde çalışmanın tıpta en büyük tecrübe olduğunu burada çalışanlar çok iyi bilir. Bu bölümde çalışmayan doktorun, duruşmaya çıkmayan bir avukattan farksız olduğu kanaatindeyim.
Acil doktorları, servislerde ölenlerin yasını hasta yakınlarıyla birlikte tutandır. Çaresiz hastaların durumuna üzülerek dudaklarında uçuk çıkarandır. Kalbi duran hastasını hayata döndürmek için ona nefesiyle can olandır. Ölüm vakalarının çoğunun acillerde gerçekleşmesi bu polikliniklerin kusuru değildir. Zira aciller, ölümcül hastalıklarla yüzleşenlerin son bir umut diye getirildiği sondan bir evvelki duraktır. Burası ya hayata, ya da ölüme uzanan kıldan ince köprüdür.
Bir gün hafif sıyrıkları olan bir hasta gelmişti başkentteki acile. Hastadan evvel, hastanenin ilgili birimlerine telefonla talimat verilmişti. O gün hastanenin acil polikliniğinde büyük bir yoğunluk vardı. Gelen hasta sedyede tadavi edilerek gönderilmişti. Hastaneye talimatlar yağdıran yetkili, bu durumu öğrenince hastayı geri döndürmüş, bizzat kendi arabasıyla acile getirmişti. Gelir gelmez de bizlere hakaretler yağdırmaya başlamıştı. Hastasının yatırılarak tedavi edilmesini emretmişti. Ben de kendisini acil odalarına götürmüş, hastasına yatacak yer bulmasını istemiştim kendisinden. Acilde bir kişilik bile boş yer yoktu. Bu duruma bizzat şahit olduğu için sözlerinden utanmış; hastasıyla birlikte, arkasına bile bakmadan mahcup bir ruh haliyle acilden uzaklaşmıştı.
Yaşadığım tecrübeler bana gösterdi ki başkentte, özellikle seçkin bir hastanede, acil doktoru olmak, diğer şehirlerdeki acillerde çalışmaktan çok daha zor ve külfetlidir. Çünkü başkentte yaşayan halkın büyük çoğunluğu ya elittir, ya da elitlerin bir şekilde yakınıdır. Bakanlar, genel başkanlar, milletvekilleri, genel müdürler, müsteşarlar, danışmanlar, daire başkanları... Daha neler neler.... Herkes gelecek seçimlerde bir oy kapmanın ve yerini sağlamlaştırmanın peşindedir. O yüzden hastaneye gelenlerin çoğu referansla gelir; özel muamele ister. Diğer hastalar onların umurunda değildir. Eğer beklediği şekilde muamele görmezse tehditler ve hakaretler havalar(d)a savrulur.
İçerisinde yaşayanların yüzde bilmem kaçının yüksek düzeyde makamları işgal ettiği Ankara'da acil hekimi olmanın dünyanın en zor işi olduğunu kısa zamanda anladım. Bu yüzden zorunlu kalış süremi tamamladıktan sonra doğu vilayetlerinden birinde gönüllü olarak çalışmak için tayin istedim. Benim bu kararımı duyanlar, delirmiş olduğuma hükmetti. Zira başkentin göbeğinde böyle seçkin bir kamu hastanesinde çalışmak her doktorun biricik hayalidir. Ben herkesin düşlerini süsleyen bu cazibe merkezi yerden; gönüllü olarak kimsenin tercih etmediği, gidenlerin gözyaşı döktüğü bir doğu vilayetine tayin istiyordum. Hiç kimse bu duruma bir anlam veremiyordu.
Acil servisler her yerde zor olsa da insanlar anlayışlı olunca engeller kolayca aşılıyor. Doğuda bunun en güzel örneklerine şahit oldum. Burada insanlar acil servise referansla gelmiyordu. Buradaki acil sevislerde insanların hakkına razı olduğunu gördüm. Hastalar en küçük hizmette bile şükran duygularını bakışlarıyla gösteriyorlardı. Doktor yetersizliği yüzünden 24 saat boyunca nöbet tuttuğum zamanlar olsa da, vazifemi hakkıyla yapmanın verdiği hazla bütün yorgunlukları unuttum.
Acil doktorlarıyla 112 doktorlarının yolu birçok yerde kesişir. Hayat arkadaşım Dr. Hakan'la benim yolum da acil polikliniğinin kapısında kesişmişti. Hastayı ambulanstan indirirken, masmavi bakışları görüş alanıma girmişti. O günden sonra birçok yerde karşıma çıkmış, benimle ilgilenmeye başlamıştı. Sonuçta tanışma, nişan derken sade bir düğünle evlenmiştik. Demek ki kader beni Ankara'dan alıp küçük bir Doğu şehrinde Hakan'la aynı karede birleştirmiş, onu bir hayat arkadaşı olarak bana bahşetmişti. Evliliğimizin ikinci yılında Hacettepe'deki hocalarım istisas yapmam için beni üniversiteye çağırıyorlardı. Artık bunca ısrardan sonra bu çağrıya kayıtsız kalamazdım. Şimdi Hacettepe'de yeni tıp doktorları yetiştiren bir kürsü hocası olmayı hocalarıma borçluyum. Demek ki siz vicdanınızın sesine kulak verdiğinizde hayat bütün kapılarını sizin için ardına kadar açıyor.
