Bu B/aşka Kahır 1

-Bir şey sorabilir miyim?

-Sordun zaten...

-Nasıl yani? Daha sormadım ki!

-Hala soruyorsun. Bir şey sormak istiyorum demen yeterli.

-Peki. Size bir şey sormak istiyorum.

-Ben de bir bira daha istiyorum, soğuk olmasın lütfen!

-Ama biranız bitmemiş?

-Farkındayım. İkisini birbirine karıştıracağım. Bu, çok soğuk.

-Sizin gibi!

-Anlamadım?

-Hemen getiriyorum, siparişinizi diyorum!

-Peki.

Suratı asıldı, merak ettiği konuyu açıp öğrenmek bir yana, soruyu dahi soramamasına içerleyen genç kızın.

Birayı getirip masaya sert şekilde bırakırken sanki sevgilisiyle tartışıp küsmüş bir ifadesi vardı yüzünde...

-Afiyet olsun.

-Teşekkürler.

-Siz hiç sıkılmıyor musunuz?

-Neden? Bira içmekten mi?

-Elbette hayır. Yalnız içmekten? Aylardır buraya geliyorsunuz. Hep yalnızsınız. Merak ettim.

-Oradan bakınca öyle görünüyor olabilirim.

Hadi ya! Yanınızda biri var da ben mi göremiyorum? Eğer öyleyse çok cimri olmalısınız, çünkü hep kendiniz için sipariş veriyorsunuz, dedi alaycı tavırla genç kız...

Ben yeterince kalabalığım. Hesap lütfen!

Hesabı ödeyip mekandan ayrılan adamın arkasından iki garson kız kendi aralarında konuşmaya devam ettiler.

-Sana demedim mi o adamı konuşturamayacaksın diye? Yine ben kazandım.

Unutma! Ne kadar bahşiş bırakırsa kazanan o paranın iki katını alacak demiştik.

-Tamam, sen kazandın ama çok sevinme. Geçen gün geldiğinde “Bu sefer rakı içecek “ demiştim ve ben kazanmıştım.

-En son ne söyledi sana? Gürültüden net duyamadım

-"Ben yeterince kalabalığım" gibi bir şey söyledi. Anlam veremedim.

Ortalama bir tipi var. Karizmatik de değil. Buna rağmen aylardır buraya geliyor ve bir tane kadına dahi baktığını görmedim. Hatta geçenlerde kur yapmak isteyen bir kadın ağzında sigarayla göğüs dekoltesini göstererek adamın masasına doğru eğildi. Kadının yüzüne bile bakmadan çakmağını uzattı. Bu neyin özgüveni sence?

-Bilmiyorum. Ukala biri, zaman zaman da itici... Aslına bakarsak tipi boyu posu falan umurumda değil... Bir gizem seziyorum onda. Anlatmaya başlasa, susmayacak sanki...

Bu konuşmalara şahit olup araya giren erkek şef garson,

- Boş versenize kızlar, en fazla sevgilisi terk etmiştir. Kafaya taktığınız şeylere bak! Sayesinde iddiaya girip eğleniyorsunuz işte. Başka türlü vakit geçmez burada. Görüyorsunuz, cebine iki bira parası koyup gelen buraların sahibiymiş gibi davranıyor. Hepimiz okuyoruz ve hiçbirimiz gönüllü yapmıyoruz bu işi. Bu kadar dedikodu yeter. Haydi, herkes işinin başına!

Adam mekândan uzaklaşırken  ayak parmaklarının uç kısmına bakarak yürüyordu. Tükettiği alkolden ziyade, beynindeki düşünceler onu sarhoş ediyordu... Attığı her adımda çıkmaz sokakta yürüyor gibiydi. Şehrin gürültüsü uğultu olarak kulaklarını tırmalıyor, yüreğini mengeneye sıkıştırmış gibi ruhu daralıyordu.

O sırada duyduğu bir korna sesiyle irkildi.

-Taksi lazım mı hemşehrim?

-Hayır, sağ ol.

Çünkü az ileride çoğu akşam bindiği korsan taksicilik yapan kişinin arabasına doğru yaklaşmıştı...

-Ooo abim hoş geldin, buyur.

-Hoş buldum. Eve bırak beni.

-Derhal abim...

Bir şeyleri hatırlamaktan kaçıyormuşçasına her zamanki gibi müziği kapattırmıştı taksiciye.

-Az önce buraya doğru gelirken gördüm seni. Neden diğer taksiye binmeyip bana geldin? Yani sonuçta o da aynı parayı alacak, ben de.

- Çünkü sen iyi çocuksun.

Oysa daha önce herhangi bir meziyetini görmemişti ama yine de övgü beklediğini düşünmüştü taksicinin.

Ne ile övünmeli insan? Yaptığı işte başarılı oluşu yeterli mi? Öyle ise neden atomu parçalayana gösterilen saygı, kaza yapmadan arabasını süren taksiciye, layıkıyla görevini yerine getiren işçiye gösterilmiyordu? Yapılmayanı yapmak mıydı mesele? Azınlıkları takdir ederek çoğunluğun yaptığı doğruları sıradan bulup görmezden gelmek miydi doğru olan? Azınlık evrime destek olurken birey olarak hatırlanıyor, çoğunluk neden sıradanlığa itilip “Toplum” olarak anılıyordu. Var olduğumuzu ispatlamak uğruna birbirimizi yenmek miydi aslolan?

Oysa yeniliklere kapatmıştı kendini. Ne kimseyle tanışmak istiyor, ne de "Sağa dön, düz git, ileriden sola dön" komutlarıyla evini tarif etmek istiyordu.

-Sağ ol abi. Yüzün pek gülmüyor, fazla sohbet etmiyorsun ama sen de harbi bir adamsın.

-Sigara yakabilirim değil mi?

-Yak, yak. Herkese yasak sana serbest. Camı biraz arala da, külü oradan döküver. Biliyorsun, araçta küllük yok.

-Eyvallah. Sağ ol.

-Yine aynı barda mı içtin abi?

-Evet.

-Kızma ama enteresan birisin.

-Niyeymiş o?

-Aylardır aynı mekân, aynı taksi... Mesela hep sigara içebilir miyim diye soruyorsun, her seferinde ‘Evet’ dememe rağmen.

Taksiciyi az çok tanıyor, konuyu kendinden uzak tutmak istiyordu.

-Bu sene Gazi koşusunu hangi at kazandı?

-Hiç sorma abi ya. Senede bir kere oluyor o koşu. Üç arkadaş bir mekâna oturalım hem içelim hem de ortak kupon yapıp yatıralım diye sözleştik. Tam da o gün kayınvalide rahatsızlanmış. Hanım tutturdu beni anneme götür diye. Kız kardeşin var, o gitsin. Hem bekâr olduğu için daha iyi ilgilenir annen ile desem de dinletemedim...

Hiçbir zaman taksicinin anlattıklarını tam olarak dinlememişti. Sadece cevap vermek amacıyla anlattığı konularda bahsi geçen kişileri aklında tutuyordu.

-Karını üzme dedi taksiden inerken.

Geceydi ve soğuktu.

Rüzgâr nereden esse yüreğindeki çorak toprakları yakıp kavuruyordu. Kimsenin dokunmasına izin vermiyordu acılarına. İliklerine kadar yalnızdı. Hasat zamanına yakın tarlasını dolu vurmuş fakir bir çiftçi gibi her yeri yara, her yanı Anadolu’ydu.

Eve girdi. Odasının kapısını açmak üzere elini uzattığında, son defa buluşup el ele tutuşan sevgililerin hüznü oturdu yüreğine. Bütün sevdiklerini kaybetmiş, sadece kendisi bir enkazdan sağ çıkmış gibiydi. Kulaklarındaki çınlama sesi, hastane koridorlarında ağlayan çocuk çığlıklarını anımsatıyordu. Oysa gerçek anlamda hiçbir şey yaşamamıştı evinde.

Sürekli kendini sorguluyordu. Pişmandı. Pişmanlık duyduğu düşüncelere hapsolduğu için bile pişmandı. Giremedi odasına.

Yatağının altındaki el çantasının içerisinde küçük saç tokası duruyordu. Görmek hatta hissetmek dahi istemiyordu. Salonda yatmaya karar verdi. Kıyafetlerini çıkartmadan koltuğa uzandı. Gözlerini tavandaki bir noktaya sabitledi. Çok uykusu vardı ama yine aynı kâbusu görmekten korkuyordu.

Hemen her gece rüyasında örümcek ağına doğru işiyor, dev örümcekler sağa-sola kaçışıyordu. Ardından koltuğa oturmuş, elinde TV kumandası olan sırtı dönük adam görüyor, bir kadının uzaklardan gelen alaycı kahkaha sesini duyarken nefes nefese ter içerisinde uyanıyordu. Rüya tabirlerine bile bakmış, anlam verememişti. Delirmekten korkuyor, akıl sağlığından zaman zaman endişe ediyordu.

Kafasını biraz olsun dağıtmak,  küçük bir kurtçuk gibi beyninin içerisinde gezinen "Ne yapmam gerekiyor ?" sorusuna ara vermek için bazı zamanlar amatörce şiirler yazıyordu. Yazdıkları kayda değer şeyler değildi. Hangi uyak hangi cümlenin sonuna gelmeli diye düşünürken yaşadığı sıkıntılara geçici olarak ara vermiş oluyordu.

Tanrım! Ben masum bir günahkârım

Cennetin hiçbir zaman olmayacaksa bana yar,

Feryadımla acı çeken cehenneminin ne günahı var?

Ertesi sabah, geçen günlerin kopyası gibiydi. Pencereden içeriye sızan güneş, sanki sadece onun içini ısıtmıyordu. Düşündü. Gülümseyerek uyanmayalı çok uzun zaman olmuştu. Kendini özledi bir an. Eski kendini. Sohbetleri kahkahayla başlayıp kahkahayla biten, arkadaş ortamında aranan kişi olduğu günleri…

Bir zamanlar yüzünden tebessüm eksik olmayan adam, ortadan kaybolmuştu...

Neden bu kadar çok düşündüğünü düşündü sonra.

Cevap bulamadı. Açtı, bir lokma bile yemeden kül tablasında geceden söndürdüğü yarım kalmış sigarasını yaktı. Hiçbir günahı olmayan ciğerlerini patlatırcasına öksürmeye başladı. Yerinden kalkıp yarım bardak su içti. Ardından tuvalete girdi. Yüzünü yıkarken aynaya bakamıyordu. Göreceği kişinin kendisi olmamasından korkuyordu. Çünkü kilo kaybı yaşamış, diş etleri çekilip, saçları dökülmeye başlamıştı.

Sağ diyorlar bana

nefes aldığım için

Ruhum varmış içimde

verilmiyormuş biçim

Ölüden tek ayrıntım

yok olmamış bedense

suya yansıyan yüzüm

ikizim değil, niçin ?

Hayatını mütevazı yaşamayı tercih eden, büyük hedeflerden uzak durmuş, kendini yıpratıp, insanları üzerek 10 kazanmaktansa 1 kazanıp başını ağrıtmak istemeyen, haliyle potansiyelinin de farkında olmayan, maneviyata önem veren otuzlu yaşları ortalamış, bekâr birisiydi. Yaşamını idame ettirmesine yetecek kadar küçük bir dükkanı vardı.

O sabah dükkanı açmak üzere evden çıkıp yürümeye başladığında ki ne zaman yürüyerek bir yere gitse sürekli düşüncelere dalardı. Birden ilk aşkı geldi aklına. 17 yaşındaydı âşık olduğunda. Ve sevdiği kız başka şehirde ikamet ediyordu. Ona gönderdiği saflık dolu aşk mektuplarının içerisine küçük çikolatalar koyup postaladığı anları hatırlarken yüzünde zoraki ama masum bir tebessüm oluştu.

Cep telefonu ve internetin olmadığı zamanlardı. Mektubu yazıp sevdiği kıza ulaşması için bir hafta bekliyor, hemen cevap yazarsa bu kez bir hafta daha da kendisine ulaşmasını beklemesi gerekiyordu. Postacının ona doğru adım adım yürüdüğü, mektubun gönderen kısmında sevdiği kızın isminin yazılı olduğu an hissettikleri tarif edilemezdi. Sanki bir bayram günü el öpünce şeker yerine harçlık verilmiş çocuklar kadar mutlu oluyordu.

Zarfın yalanıp kapatıldığı kısmını hiçbir art niyet taşımadan masumca öpüyordu. Biliyordu, mektubu okumak en fazla on dakikasını alacaktı. Ana yemekten önce içilen çorba gibi süreyi uzatıyor, heyecanını daha da arttırıyordu.

Aşka aşık olduğu zamanların tam ortasında, damarlarında delice akan kanın hasret voltasında, tekrar tekrar özlemle mektubu okurken, aslında farkında olmadan aşka saygı duymayı öğreniyordu. Mektubunda “Çikolatayı görünce çok sevindim ve afiyetle yedim. Ambalajını atmadım, saklıyorum.” yazıyordu. Sahi, artık kalmış mıydı üç kuruşluk çikolatayla mutlu olan insanlar? Çocuklar bile seçici davranıp beğenmiyorlardı, kendilerine hediye alındığında.

Sahildeki kum tanelerine "Seni seviyorum" yazmaya benziyordu yeni yetme sözde bazı aşklar. İlk kavgada, ilk dalgada silinip gidiyordu sahte mutluluklar. Ve içerisinde çikolata tadı olan ambalajlar bulunmuyordu artık ilişkilerde. Ama yine de inatla, ilk önce ambalajların güzelliğine önem veriyordu insanlar. Her yeni sevda eskisini yüreğinde öldürüyor, kullanılmış aşklar mezarlığına gömüyordu. Ve o mezarlıktaki ölüler yaşayanlara beddua ediyordu.

İşyerine vardığında klasik ve sıkıcı bir günü başlamadan bitirmek istiyordu. Günde onlarca kez tekrar ettiği zoraki "Hoş geldiniz, güle güle" sözleri onu artık boğuyordu.

Tüm yaşadıklarından haberdar olan yakın bir arkadaşı vardı. Yerine bakması için arayıp müsait olup olmadığını sordu. "Yine internet kafeye gideceksin anlaşılan" dedi imalı ses tonuyla.

"Bak sen benim en yakın arkadaşımsın ve durumumu az çok biliyorsun. Lütfen artık sorgulama. Bu hafta o maili bitirip göndermem gerek. Müsait misin, değil misin? Onu söyle bana."

"Tamam tamam kızma. Senin iyiliğin için söylediğimi biliyorsun. Ne kendine ne de başkalarına zarar vermeni istemiyorum. Neyse, müsaitim ve kırk beş dakikaya kadar orada olurum.".

Daha önce de arkadaşı dükkanda durup yardımcı olmuştu ve yedek anahtarı vardı. Gelmesini beklemeden kapıyı kilitleyip çıktı. Gideceği yer araçla 10-15 dakika sürüyordu ama o yürümenin rahatlattığını hissediyordu. Ayrıca göndermeyi düşündüğü mail onun için hayati öneme sahipti. En ince detayına kadar anlatmalıydı... Yürürken aklına yeni şeyler gelebilirdi. İki yıldır yaşamış olduğu ağır olaylar bazı detayları unutturmuş olabilirdi çünkü.

Tahmin ettiği gibi oldu. birkaç adım önünde mahalle pazarı alışverişinden dönen yaşlı kadının iki tekerlekli pazar arabası devrilince, hemen yanına gidip yardım etti. Kadın, pazar arabasının elinden kayan sapından ve ihtiyarlıktan dert yandı.

Ardından bir elma ikram ederek, "Allah senden razı olsun. Göklere uç evladım, göklere uç" dualarıyla yoluna devam etti.

Bu olay ona şehirlerarası otobüsün bagajına bavulu yüklerken kırılan sapını hatırlattı ve maile eklemek için cebinden çıkardığı kağıt parçasına not aldı.

Aslında mail birkaç pürüz hariç hazır sayılırdı. Tek yapması gereken adresi yazıp 'Gönder' e tıklamaktı. Nasıl oluyordu da sadece bir tuşa basmak bu kadar zor geliyordu? Cesaretsiz biri değildi, hatta tam tersi gözü karaydı. Vicdanı sızlıyordu. Zaten en büyük kararsızlığı bu yüzdendi. Maili gönderirse vicdanı rahatlayıp gördüğü kâbuslar son bulacak mıydı yoksa daha büyük bir vicdan azabıyla baş başa mı kalacaktı?

Hava kapalıydı ve yağmur yağmaya başladı. Aldırış etmeden yürümeye devam etti. Gençlik yıllarında kavgaya karışmış, burnu kırılmıştı. O günden beri herhangi bir koku alamıyordu. Bu durum onun için sıradandı. Sadece yağmur sonrası toprak kokusunu merak ediyordu.

Yere düşen her damlayı toprak nazikçe emiyordu... 'Ne tuhaf bir aşk' diye geçirdi içinden. Neden kar yağınca toprak bir müddet kabul etmeyip bekletiyordu da yağmuru nazikçe emip içine alıyordu? Galiba Toprak yağmura, kar ise toprağa aşıktı. Yağmur ise umursamaz bir çapkın olmalıydı,

çekip gittiğinde geri gelsin diye ardından dualar okunan. Öyle ya, hiç kar duası yoktu! Demek ki toprak yağmurun vefasızlığını anlayınca sevmekten vazgeçiyor, inatla ilkbahara kadar bekleyen karın, ona olan aşkını sonunda kabul ediyordu.

Kafeye girmeden önce sigarasından art arda derin nefesler çekti. Kalp atışları hızlandı. İçeriye girerken utangaç ifade vardı yüzünde. Uzun zamandır buraya geliyor. Yaş ortalaması düşük, genel olarak bilgisayar oyunları oynayan çocuklarla karşılaşıyordu. İhtiyacı olmadığı halde ara sıra bir şeylerin çıktısını istiyor, önemli bir iş için kafeye geliyorum mesajı vermeye çalışıyordu. Evinde de bilgisayar ve internet vardı ama olaylar çığırından çıkarsa IP adresinden tespit edilip çok çabuk deşifre olmak istemiyor, düşünüp hamle yapmak adına zaman kazanmayı hedefliyordu.

Aklına gelen ve daha önceden notlar aldığı birkaç bilgiyi maile ekledi. Birden göndereceği mailin şifresinin sadece gönderdiği kişide olması gerektiğini hatırladı. "Ya sekreteri okursa! İşte o zaman olaylar kontrolden çıkar. Sadece o okumalı" diye mırıldandı.

Biraz araştırıp sosyal medya hesaplarını buldu. Kendine sahte adres açıp önbilgi yazmaya karar verdi.

"Merhaba. Size haftaya bugün, saat 13.00 sularında çok önemli bir mail göndereceğim. Lütfen hesaplarınızın şifreleri sizin kontrolünüzde olsun, sizden başka hiç kimse okumamalı. Ve bu mesaja herhangi bir şekilde dönüş yapmayın. Zira size gönderdikten sonra kapatacağım hesabımı".

Önbilgi iletisini gönderirken dahi heyecandan kalbinin sıkıştığını hissetti. Sahte hesabını tamamen kapattı. Cevap gelsin, cesareti kırılsın istemiyordu. Mesajının okunacağından emin değildi ama bir hafta boyunca elbet görecektir, diye düşündü.

Hesabı ödemek üzere kasaya yaklaştığında, 10-12 yaşlarında bir çocuğun kafe sahibiyle neredeyse ışık hızında başlayıp biten konuşmalarına şahit oldu.

"50 kuruşu yarın getirsem olur mu amca? Oynadığım oyun yarım kaldı da"

İşletmecinin verdiği cevap ise tüm mal varlığını biri istiyormuşçasına keskindi.

"Hayır!"

Boynunu büktü, yüzünde ağlamaya ramak kalmış ifade oluşan çocuk. Oysa güneşin ısrarla soldurmak için uğraştığı eski tişörtünde, sevimli bir ayıcık gülümsüyordu. Sanki "Seneye de giyersin" diye değil de, geçmişte başkasının kullanıp verdiği, üzerine bol gelen kotu, sağ tekinin topuk kısmında dikişleri açılmış, su alıp batmak üzere olan eski bir takayı anımsatan, umutlarından daha önce ölmüş, ters çevrilip kapı önüne bırakılmaya hazır, yorgun ayakkabıları vardı.

Bir hiçin her şeyi olmaya hazır

yarınları fakirliğe nazır, kalifiye vasıfsızlıklar yetişirdi varoşlarda...

"Sigortası varsa hiç düşünme, başla işe. Bak amcan hastalandı ameliyat oldu. Sigortası olmasaydı nasıl öderdik o paraları?" derdi mahallenin kapı önlerinde örgü örüp dedikodu yapan yaşlı teyzeler.

Farkında olmadan hayatlarındaki ilk yalanı "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusunun cevabını verirken söylerlerdi; yaşamdan alacaklı, devlete borçlu büyüyen hedefsiz yoksul ve masum çocuklar. Heves ve mutlulukla ayakkabılarını bağlamayı öğrendiklerinde nereden bileceklerdi kaderlerine ilk düğümü attıklarını.

"Çocukların oyun ücretlerini ben ödemek istiyorum" dedi, bir daha hiçbir zaman 50 kuruşa mutlu olmayacaklarını bildiği için.

"Yanlış anlamayın. Ben vicdansız biri değilim. Ama her gün akşama kadar böyle sorularla karşılaşmaktan bıkıyor insan."

"Haklısınız sorun değil. En azından bu gün eğlensinler" diyerek ödemeyi yapıp kafeden ayrıldı. Hava tam anlamıyla kararmamıştı. Gündüzleri içmeyi sevmezdi. ama bilinçaltı onu yine o bara doğru götürüyordu.

Kendi çocukluğunu hatırladı yolda. Annesiyle pazara giderken annesinin "Sakın şunu-bunu alalım diye ısrar etme, yoksa döverim seni çocuk! dediği anları. Yine hiç ummadığı anda, sırtındaki kocaman çuvalla mahalleden geçen seyyar satıcıdan kendisine oyuncak gemi aldığı anı… Hemen eve koşmuş, annesinin çamaşır yıkamak için kullandığı mavi renkteki plastik leğene su doldurup üstünde gemiyi yüzdürerek saatlerce oynamıştı.

"Sanırım en son tam anlamıyla o an mutlu olmuştum" diye geçirdi içinden.

Uzun zamandır bazı şeyleri hatırlamamak için sessize aldığı telefonunu saate bakmak üzere çıkardığında 2-3 kez gizli numaradan arandığını gördü. "Yoksa yine mi o?" dedi etrafından gelip geçen insanların varlığını unutup sesli ve sinirli şekilde.

Hafızasından silmek için çırpındığı konulardan kaçmaya çalıştıkça bumerang gibi dönüp geliyor adeta suratına çarpıyordu. Dişlerini sıktı. Sol gözü seğirmeye başladı. Kimsenin onu anlamayacağını tahmin ettiğinden sığındığı tek şey alkoldü.

Tanıdık insanlarla karşılaşıp yorgun beyniyle yapmacık sohbetler etmek istemiyordu. Ara sokaklardan yoluna devam etti.

15 Kasım 2022 16-17 dakika 8 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 17 ay önce

    Düz yazıda da oldukça başarılısın Korkmaz güzel bir öykü