Bu B/aşka Kahır 5

Şimdi Ne olacaktı? Yaptığı şeyden pişman olup vicdan azabı mı çekmeliydi? Yoksa verdiği karara saygı duyup hiçbir şey olmamış gibi hayatına yeniden yön mü vermeliydi? Sürekli duygularıyla hareket eden biri olduğu için kızdı kendine. Neden verdiği kararlar onu daha da karamsarlığa itip ikilemde bırakıyordu? Aldığı tüm kararlar, “Yeter ki sonuca varayım” düşüncesiyle, aslında nihayete erdiremediği ruhunu daraltan kararsızlığının eseriydi. Kendi rutinine esir olmuştu, her yeni gününü düne benzer sıradanlıkta yaşıyordu sürekli. Yanından geçen birine selam vermek dahi ürpertiyordu içini. Öylesine bunalmış hissediyordu ki her nefes alışında sanki Sahra Çölü’nün sıcaklığını ve tozlarını çekiyordu ciğerlerine.

Kafeden çıkar çıkmaz telefonun rehberine girip kişi listesinden dertleşebileceği arkadaşlarına baktı. Her seferinde birilerini seçip aramak üzereyken aniden oluşan sebepsiz isteksizlikle vazgeçti. Nereye gittiğini önemsemeden küçük adımlarla meçhule yürüyor, sürekli gönderdiği mailin olası sonuçlarını hesaplayıp nihayetsiz kalıyordu.

-Ooo kimler gelmiş? Hey! Neşesiz adam sana söylüyorum.

-Ne, bana mı seslendin?

Nasıl oraya geldiğinin farkına bile varamamış, kafasını kaldırıp etrafa baktıktan sonra her zamanki bara geldiğini anlayınca kalp atışları hızlanmış, heyecanlanıp tüyleri diken diken olmuş, akıl sağlığından şüphe ederek ürpermişti.

- “Merhaba Seda” dedi yüzündeki şaşkın ifadeyle. Beni çabuk sarhoş edecek, tavsiye edebileceğin bir içki var mı?

-Aslında birkaç özel karışımımız var ama seni şu anki ruh halinden daha kötü edebilecek kadar etkili olacağını sanmıyorum.

-Gerçekten o kadar kötü mü görünüyorum?

-”Pek sayılmaz.” dedi alaycı tavırla. “Hiç ayılmadan tekrar içmeye başlamış gibi bitkin, ruhundaki ıstırap yüzüne yansımış gibi umutsuz, ölmeden gömülmüş de debelenip mezarından çıkmaya çalışıyormuşsun gibi çaresiz görünüyorsun sadece”. Neyin var senin böyle?

-Rakı içmemi tavsiye ediyorsun anladığım kadarıyla!

-Hayır, sadece gerçekten seni bu hale neyin getirdiğini merak ediyorum.

-Beni merak edecek kadar tanımıyorsun. Bu inatçı ısrar niye?

-Tanımama izin vermiyorsun ki. Bir duvar örmüşsün yüreğine. Tekrar kanatırlar diye yaralarını saklıyorsun sanki.

-Belki de o yaranın kabuk bağlamasını bekliyorumdur. Bazen yara bandı iyi gelmez her yaraya. ‘Tamam, iyileştim, artık çıkarayım’ dersin. Bandı kaldırırken yaranın kabuğunu da çekersin ve tekrar kanamaya başlar. Bence sen benim yaralarıma merhem olma isteğinden vazgeç. Sadece rakı ve birkaç çeşit meze getir. Ben pansuman yaparım acılarıma.

- “Peki Tolga, hemen getiriyorum” cümlesini kurar kurmaz mutfak bölümüne yöneldi Seda, Tolga’nın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden.

Elindeki tepsiye dizdiği rakı ve mezelerini sırayla masaya bırakırken pot kırmış bir hal vardı yüzünde. Mümkün olduğunca hızlı davranıp oradan uzaklaşmak istiyor gibiydi ki Tolga’nın sorusu gecikmedi.

-Seda ben sana ismimi söylediğimi hatırlamıyorum! Nereden ya da nasıl öğrendin?

-Eee şey… Hani bir keresinde kredi kartından ödemiştin ya hesabı. Oradan görmüştüm.

--Yalanlarımız arasında iki fark vardı. Yabancılara, bizi tanımadıkları için çok kolay şekilde söyleyebiliyorduk. Samimi olduklarımız insanlara karşı ise hemen ortaya çıkmasınlar diye daha detaylı düşünmek zorunda kalıyorduk. Oysa en masumu da en yıkıcısı da aynıydı. ‘Gerçeğe uymayan söz’ olarak tanımlıydı Türk Dil Kurumunda.--

-Seda, ben eski kafalıyım. Kredi kartı kullanmıyorum. Yanımda sürekli nakit bulundururum. Eğer öyle bir şey olduysa da muhtemelen arkadaşlarımdan birinin kartıdır. Yalan, dünyanın en güzel insanını dahi çirkinleştirir. Lütfen bana doğruyu söyle.

-Peki. Ben sana doğruyu söylersem, sen de bana bunun karşılığında yaşadıklarını, hikâyeni anlatır mısın?

-Bu neyin pazarlığı?

-Lütfen olaya pazarlık olarak bakma. Seni, hikâyeni, kim olduğunu merak eden biriymişim gibi bak.

-İyi de bundan, benden sana ne! Hepimizin iyi ya da kötü hikâyesi zaten yok mu?

-Pekâlâ… Evet, ismini başkasından duydum. Hatta duyduğum kişi, “Lütfen onunla konuş. Çok bunalımda. Sürekli sessiz kalması beni korkutuyor. Hiç kimseye yaşadıklarını anlatmıyor. Hep susuyor. Yaşadıklarını anlatıp anlatmaması önemli de değil aslında. Yeter ki ortak nokta bulup onu konuştur, kafası dikkati dağılsın. Nihayetinde kendine zarar vermesinden korkuyorum.” dedi ve bir miktar para verdi. Yalan değil, amacım sadece verdiği paranın karşılığı için mücadele etmekti. Ama daha önce hayatımda senin gibi kapalı kutu hiç kimseyi görmedim. Bir müddet sonra yaptığın her hareket bende merak uyandırdı, gizemini arttırdı. İnan bana, şu an para verip seni konuşturmamı söyleyen kişi karşıma çıksa, o parayı iade ederdim.

-Uzatmayacağım. Kim o?

-Ama ben uzatacağım Tolga. O kişinin kim olduğunu söylesem ve konuştuklarımız aramızda kalacak desem, benimle dertleşir miydin?

Bir anda yerinden kalktı Tolga. Masasında üzerine su doldurulmayı bekleyen sek rakıyı tek seferde yudumladıktan sonra çıkış kapısına doğru hızlı adımlarla yürürken Seda’nın peşinden geldiğini titrek sesiyle “Özür dilerim” cümlesini duyduğunda fark edebildi. Arkasını döndüğünde gözlerinden yanaklarına doğru süzülüp masumiyetin hüzün haritasını çizen saydam damlaları görünce duraksadı.

-Sana bir soru soracağım Seda. Ama çok net cevap ver. Ben hırsızlık yaptım desem, ne derdin? Hakkımda ne düşünürdün?

-Muhtemelen senin kötü biri olduğunu düşünürdüm. Hatta seni ihbar bile edebilirdim.

-İşte bu yüzden anlatmıyorum yaşadıklarımı ne sana ne de başkalarına. Zira dışarıdan bakınca, detaylar bilinmedikçe hep ben haksızım. Yani öyle görüneceğimi bildiğimden susuyorum.

-Korkun kendinle yüzleşememek mi?

-Korku değil, anlaşılamamak… Söylesene bana, kaburgaların kırılınca mı daha çok acı çekersin? Yoksa elinde ya da kolunda birkaç dikişlik kesik oluşunca mı?

-İkisi de gelmedi başıma ama muhtemelen kaburgalarım kırılsa daha fazla acı verirdi sanırım. Evet. Kaburgaların kırılırsa aylarca acı çekersin, nefes alıp verirken, yatakta sağa sola dönerken bile inanılmaz canın yanar. Ama insanlara bu acıyı tarif edemezsin. Çünkü görünen bir şey değil kol ve eldeki kesik gibi. İnsanlar duyduklarından çok gördüklerine inanmak isterler… Görünen bir yara, gizli bin yaradan daha etkilidir. Zira hepimiz ön yargılıyız. Görünmeyen, bilinmeyen, sadece anlatılan bir şeye karşı empati kuramayız. Şimdi sen de gözyaşlarını sil, hayatına kaldığın yerden devam et.

- Peki, o kaburgalarındaki acının, yüreğindeki yaraların merhemi susmak mı Tolga? Acılarımıza susuşlarımız pansuman olacaksa, neden doğduğumuzda bize konuşmayı öğretiyorlar? Acı çekelim diye mi?

-İnsana konuşmayı öğretirler, susmayı kendisi keşfeder. Kim bilir belki de insanlarla dertleşmenin ne kadar zararlı olduğunu göstermek için öğretiyorlardır konuşmayı. Ben de sana sorduğum sorudan vazgeçip iyi geceler dileyerek ve susarak gidiyorum.

--Hayat hiç kimseye tozpembe değildi. Siyahı görmeden beyazın kıymetini anlayamıyorduk. Ne zaman kime mağlup olsak birbiriyle kıyaslanan acılarımıza sığınıyorduk. Mazoşisttik belki de. Bir başkası bizim kadar çok acı çeksin istemiyorduk. Kendimizi avutmak için, “Seninki de dert mi?” derken bile, acımızla övünüyorduk. Mağlubiyetten galibiyet çıkarmak aşklara özgü bir şey miydi? Çözemiyorduk.--

Son yaşadığı diyalog tamamen iç dünyasına kapatmıştı Tolga’yı. Ruhunu kemiren asıl dertleri çözüm beklerken bir de üzerine onu konuşturması için Seda’yı devreye sokan kişiyi önemseyecek enerjisi yoktu. Günleri ev ve dükkanı arasında aynı sıradanlıkla geçiyor, her sabah uyandığında ilk yaptığı şey, telefonunda gizli ya da yabancı numaradan cevapsız çağrı var mı, gönderdiği maile yanıt gelmiş mi diye endişe ve heyecanla bakmak oluyordu. Akşam olup karanlık çöktüğünde, gün içerisinde yaşanan ego savaşlarına ertesi sabaha kadar ara veriliyor, insanlar evlerine döndüğünde yüzlerindeki maskeleri çıkarıp gerçek kimliklerine bürünüp huzur arıyorlardı. Bu durum yılgın Tolga için de geçerliydi. Milyonlarca dikeni yüreğine batırıyor, defaatle aydınlığın başkaları tarafından görülmeyen karanlığını yaşatıyordu sanki güneş. Akşam olunca da sadece kendi ıssızlığına sığınabiliyordu.

Dükkânı içeriden kilitleyip ışıkları söndürdü. Gizli bölüme geçerek dolaptan çıkardığı birayı açıp sırtını koltuğa yaslayarak ayaklarını sehpanın üzerine uzattı. Sigarasının ucundaki ateşten başka içeriyi aydınlatan ışık yoktu. Baba yadigârı tik tak duvar saatinin saniyesinin sağa sola çarparken çıkardığı ses dışında çıt çıkmıyordu. Sessizliğin arasında ses ararcasına sessizdi o akşam. Birasından henüz ilk yudumu almıştı ki ısrarcı şekilde çalan kapı zili dikkatini dağıttı. Kapalı ve ışıkları söndürülmüş dükkânın zili çaldığına göre o saatte içeride olduğunu tahmin eden arkadaşlarından biri olmalıydı. Yerinden kalkıp ışığı yakmadan zifiri karanlıkta sağa sola tutunup küçük adımlar atarak girişe yaklaştı. Dışarıya doğru baktığında gülümseyen bir yüz gördü ama karaltıdan dolayı kim olduğunu anlayamayıp hemen kapıyı açtı.

-Merhaba neşesiz adam… Müsait misin?

-Seda! Ama sen… Nasıl buldun burayı?

-İznin olursa onu da anlatırım. Ama önce nezaket gereği beni içeri davet etmelisin, dedi sempatik ve çocuksu sevimlilikle.

Şaşkınlığını gizleyemiyordu Tolga.

-Eee şey… Edeyim etmesine ama…. Kafe değil, bar değil. Burası birkaç saat önce kapatmış olduğum bir dükkân. Nasıl buyur gir içeri denir ki bir kadına!

-Gece vakti buraya kadar nasıl geldiğim önemli değil, içeriye nasıl gireceğim mi önemli Tolga? Yapma lütfen. Ayrıca merak etme, korkmuyorum. Çalıştığım barda sana kimlerin asıldığını ve yüzlerine bile bakmadığına çok kez şahit oldum.

-Peki Seda. Şaşkınlığımı anlayışla karşıla. Lütfen Buyur.

Bize öğretilen görgü kuralından dolayı mı? Çok fazla vicdanlı oluşumuzdan mı? Yoksa savunmasız olduklarını tahmin edişimizden mi? Nedendir bilinmez, dışarıda en sevdiklerimizle bile kavga edebilirken kapımıza düşmanımız gelse en güzel şekilde ağırlamaya özen gösteriyorduk.

--Ekmek çalmaz aç olmayan. Merhem aramaz yarası olmayan. --

Dükkânın arka tarafındaki gizli bölüme geçtikleri sırada ışıkları yaktı Tolga.

-Kusura bakma ortalık biraz dağınık.

-Hah o zaman tam denk geldi desene. Zaten ben de kafaları dağıtırız diye getirdim, diyerek çantasındaki kırmızı şarabı çıkardı Seda.

-Senin şarap içmediğini biliyorum. Ama bu elimdeki çok özel ve pahalı bir içki. Beni kırmayacağını, birlikte içebileceğimizi düşündüm.

-O kadar kaliteli içkiyi, benim gibi şarap kültüründen hiç anlamayan biriyle rezil etmeseydin keşke Seda.

-Şaka yapıyorum yahu. En ucuzu buydu ve param bu kadarına yetti. Üniversite öğrencisiyiz oğlum. Bir öğünlük yemekten üç öğün çıkarmak gibi özel yeteneklerimiz var bizim. Kaliteli şarap için önce kaliteli bir hayata ihtiyacımız var. Şimdilik çok erken değil mi sence de?

-Ne desem ki? Uzun zamandır hüznüyle alay edebilen, senin kadar pozitif bir insanla karşılaşmamıştım”

-Teşekkürler. O sizin negatifliğiniz Tolga Bey!

Ortam biraz daha yumuşamış Seda’nın samimiyeti, içten tavırları önyargılarını yıkmaya başlamıştı Tolga’nın. Kadehleri boşalıp yenileri dolduruldukça sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek sohbetin içerisine bırakmışlardı kendilerini.

Benim derdim Dem

Senin derdin ham

Bir araya gelip demlenemedik

Bardaklarımızda gam…

15 Kasım 2022 10-11 dakika 8 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar