Buzdan Kılıç
I.
Salon yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Uğultu gelin odasının anahtar deliğinden sızıp sinsi bir yılan gibi beynine çarpıyordu Aslı'nın.
Kötülüklere acemi kalbinin çalılığından havalanan sözcük sürüsünü, etrafı yosun tutmuş bin yıllık bir çeşmenin çamurlu suyuna batırıp batırıp çıkarıyor, nefesini en çok tutabilenler sağ kalırken, anlamının ihanetine uğrayanlar kıyıya vuruyordu.
Soluk soluğa koşuyor, kıyıya vuran kelimelerin sessizce kumların üstünde öylece yattıklarını görüyor; ölülerin saçlarına konan altın örgüler gibi. Acı, şikâyet ve itiraz diline yerleşip kişiliğini ele geçiriyordu. Onları bir bir ve özenle toplayıp gerçekliğin betonunda kaskatı kesilen saklı bahçenin tezgâhına koyuyordu. Algının akışında yüzlerce insan geçiyor yanından, yüzlerce hikâye. Biri bile fark etmiyor üstünde bembeyaz yankısını taşıdığı yalnızlığın son haritacısını.
Kapıyı hafifçe aralayıp içeri baktığında, ilk görebildiği şey çok sevdiği babasının yüzüne inmiş bir savaş suçlusunun rencide ruhuydu. Ellerini ölüme iliklemiş, çaresizce, borçlarını ödeyemediği tefeciye faiziyle beraber biricik kızının yüreğini ve bedenini satışının görkemli tabelasını taşıyordu bitmiş gözbebeğinde. Bütün salonlarda mevsim kıştı ve kötülük yeterince adil bir tanrı gibi iş başındaydı.
Kararını vermeliydi Aslı. Buzdan bir kılıcı bedenine saplayacak, sonra kanın sıcaklığı buzdan kılıcı eritecek ve kocaman bir delik açılacak karnında, suç aleti su olup gidecek kanla beraber. Yâda...
II.
'Belki de dünya başka bir gezegenin cehennemidir' (Huxley)
Artık biliyorum, insan asıl zaferini kendi gerçeğine yenildiği an kazanırmış. Kendimi tetiğine dokunacak sıcak bir el arayan silah gibi hissediyorum. O el, hayal perdesi kitaplığından bir çığlık gibi 'yenilen asi'ye çiçek verin' dercesine yüzüme gözüme sıçrıyor ciddi bir tavırla. Gittikçe köpeklerine benzeyen insanlardan biri oldum. Ne zaman havada yüreği ezen bir şey varsa gizli bir çağrı gibi üstüme çekiyorum. Aşkların karayolunda kaza yapıp kalbimi kullanma ehliyetini sahte trafik polislerine kaptırıyorum. Kitaplar ve kahramanlarının hayaletleriyle dolu küçücük odamda ölülerle bile arkadaşlık edebiliyorum. Güneşi ve diğer gezegenleri harekete geçiren edebiyatın bir fahişeye dönüştüğü, şairlerin ilkel övgülerle dilin periler ülkesinden kaçıp saçma sapan şiir dinletilerinde, jüri üyeliklerinde, içi boş ve eylemden uzak söylemlerle kürsülerde kokusuz ve renksiz çiçekler gibi açan, mısraların yarış atları gibi yarıştırıldığı bir mekanizmada, ben hala olmayan birine;
'Bana yolladığın noktalama işaretlerinden piramitler yapıyorum, düşmek için'
gibi bir cümlenin en keskin yanına dilimi sürtüyorum, sessizlik cehenneminin kanı için. Çünkü (bir yerde okumuştum) ; dil yazarın huyudur, eylemin kötü çocuğu.
Düş karakollarında onurları çiğnenmiş insanların ruhlarında açılan yaralar gibi kendi arkama saklanıp irinlerimi tamir ederken cep telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara. Kapkara bir güneş, zihinleri sürçmüş çamurlu ışınlarıyla havadaki nemi öperek ve biri bana hayallerini gönderiyormuşçasına, katıksız bir belanın iniltisi gibi bir duada ıslanıyorum kışlıklarını giymeyi unutmuş yalnızlığımla.
'Tanımadığım iğrenç ve yaşlı bir adamla zorla evlendiriyorlar beni, lütfen yardım edin, beni buradan kaçırın, kim olduğunuzu bilmesem de lütfen sesimi duyun, kaçmama yardım edin, adım Aslı, falanca düğün salonu...'
Biri bana hayallerini gönderiyordu, içine etmem için. Yeni yazmaya başladığım bir öykünün sümüklü sesine benziyordu. Ama bu öyküde ben yoktum ki... Uykum kaçtı, irkildim. Pencereyi açıp dışarı kustum korkaklığımı. Çatıdaki buruşuk bulut, benle alay etti;
'seni kaç kez dövdüm yalnızlığımla, akıllanmadın mı, züppe'.
Doğru söylüyordu. Bir şiirden yediğim dayakları toplasam bir düğün salonu dolusu yaralı insan ederdi. Kitaplarıma döndüm. Onlar da sitem ettiler bana;
'Uyandır içindeki suçluluk duygusunu, onu karşına al ve düşün yapamadıklarını. Sana ait olmayan ağrıların haritasını çıkar, ağlayamadığın bölgeler için, mum yak ve utandır dilini'
III.
Aslı, buzdan kılıcı kınına geri sokup, orada görevli bir kominin cep telefonundan rastgele bir numarayı aramıştı. Hangi operatör olduğu önemli değil, her yöne aynı tarifeydi artık çığlığının ücreti. On yedi yaşında hayata tekmelenen ve henüz ışıltısıyla bile tanışamamış yavru bir güvercinin, kanatlarını kiralık verdiği bir rüzgârdan, yakılmak üzere olan toplanmamış hayaller tarlasını kurtarmasını diliyordu huzursuz şairlerin ruhu adına. Kozasının içinde yarattığı ıssız havaalanına konacak bir masal kuşu bekliyordu, insan doğanın hatasıyken bunca. Çünkü dünyayı terk ederken yenilmiş olma hissiyle ayrılmak istemiyordu, hüzünlerin toplantı salonundan.
IV.
Genellikle, boş zamanlarımda kullandığım, içine sonbahar kaçmış bir mutsuzluk çeşidini üstüme geçirip çıktım evden. Ev arkamdan ağladı. Bir defasında ona, neden yüzüme karşı değil de hep arkamdan ağlıyorsun diye çıkışmıştım. Bu kez bir şey demedim. Sadece içimden ona 'bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız var' diye geçirdim. Aklıma o an, beni bir başkası için terk ettikten sonra orospu olan (şimdi takma ad kullanıyor)eski sevgilim geldi. Telefonumdaki en son mesaj ona aitti 'aklımdan hiç çıkmıyorsun' diyordu. Ben de ona cevap olarak 'o piçlerle sevişirken adımı sayıklama' yazmıştım. Kol gibi girmişti. O da soyadıma küfretmişti sonradan. Bazen içimdeki hayvana konuşmayı öğretiyordum işte böyle. O günden sonra uzun süre hayatıma al-kol-ik bir denyo olarak devam ettim. Kazandığım üç beş kuruşun yarısıyla hatırı sayılır cehennemler satın alıyordum. Tam bir kendi hayatını tahrip edenler ustası olmuştum. Tren istasyonlarının geçmişiyle uğraşan bir sanat dalında küçümsenmeyecek ölçüde adım geçiyordu. Sonra bir ara kendimi toparlamaya karar verdim. Sigarayı bile bıraktım aniden. Yüzüme gözüme kan gelmişti. Günde azami yüz elli şınav çekiyordum. Öyle ki ruhum kas yapmaya başlamıştı. Onu unutmak için her gün en az üç hayali roman karakteriyle komünizmi tartışıyordum. Dar alanda kısa paslanmalarla kendimi kandırma seanslarının sonunda yakışıklı sayılabilecek bir şizofren olup çıkmıştım. Freud yaşasaydı psikanalizde ders konusu yapardı beni. Çünkü hiçbir zaman sıradan bir hasta olmadım.
Şimdiyse, öykünün orta yerinde yine bir kadın vardı, küçük bir genç kız. Korkular ülkesinden parmakları yanan bir kız. Bense bataklığını üstünde taşıyan kahraman adayı bir sinek gibi hissediyordum kendimi. Öykünün anlatıcısı olmaktan çıkıp kendi trajedimi süslemeye gidiyordum. Bekle beni ey yenilgiler matruşkası. Bu kez bencilliğimi unutmak için izin aldım tanrıdan.
V.
İptal edilmiş bir mucize gibi, kelli felli yaşlı müstakbel kocasının kollarında dansa kaldırmıştı Aslı'yı kaderinin slow müziği. Endişe bir iblis gibi üstüne sinmişti. Oysa içindeki kusursuz mevsim kimseden yeşil almazdı kendi ilkyazı için. Tıka basa dolu bu salonda herkes ne kadar da birbirine benziyordu. Loş ışıkların izbesine gizlenmiş keskin nişancılar, alınyazısı kırılgan harflerle hayata dökülen korsan bir çiçeği yapraklarından vuracaklar az sonra. Derken düğün pastası romantik bir şarkı eşliğinde kesilmeye başlandı. Gece ilerliyordu. Aslı'nın umudu tükenmişti artık. Havada topal balonlar uçuşuyordu. Dünya rüya pazarında bir sergi yeriydi. Sözün ölümüydü. Umudun uyuya kalmasıydı. Kentin bütün gürültüsüydü içini oyan sessizlik.
Bir adam yaklaştı. Cebindeki son parasını gelinin beyazına taktı. 'Aslı' diye fısıldadı. 'hazır mısın?'
Sanki dünya anne oldu birden. Baykuş çiftliği ilkbahar ormanına döndü; cıvıldaşan kuşlar ormanı. Bir sincap öksüz yavruları evlat edindi. Güneş geceye izinsiz doğdu. Keskin nişancılar ve ızdırabın bütün muhafızları sipariş edilmiş bir rüyanın içinde uyuya kaldılar.
Adam belinden şarjörünü doldurduğu şiirini çıkarıp;
'kimse yaklaşmasın, vururum' dedi kararlı ve soğukkanlı bir şekilde. Müzik durdu. Salon yeniden uğultuya büründü. Az sonra uğultu da kesildi. 'hikâyeni tam olarak bilmiyorum ama sana inanıyorum' dedi adam Aslı'ya. Ne linç kaygısı, ne ölüm korkusu... Adam ilk defa vicdanının sesiyle şeytanlar korosunu bastırıyordu. Endişeli bakışlar ve homurdanan ünlemlerin tanıklığında salondan çıkıp uzaklaştılar.
VI.
Hâkimlikten gelme eski bir avukat dostunun evinde aldılar soluğu. Çay içtiler. Bakıştılar. Çokça, derince, enine boyuna konuştular. Ertesi gün kızın babasını arayıp merak etmemesini, kızının güvende olduğunu söyleyecektiler. Düğün iptal olacaktı. Eskimiş anne kokusu yayılacaktı düzyazıya. Ezilmiş küçük kadınlar barınağına umut dökülecekti. Şefkat tozları dağıtacaktı rüzgâr. Uçurumlar bir süre daha yemsiz kalacaktı. Ve şair ömründe bir kez olsun adını bir apartmandan aşağı atmadan evine dönecekti, tek parça halinde. Melekler ve şeytanların aynı parkurda koştuğu bir dünyada zaman denen zalim patron şaşkın ve donuk gözlerle bakıp kalacaktı.
'Sağol ağbi' dedi Aslı. 'Niçin' dedim. 'Hayat için bana yeni bir şans verdin' dedi. 'Önemli değil' dedim. Bunu kendim için yaptığımı söylemedim ona. Bir sokak tangosunda vicdanımı dansa kaldırmıştım. 'Asıl sen bana bir şans verdin, küçük'. İlk defa acılarımı dublörüme çektirmeden evrendeki gezintide kendi bakışıma rastladım.
VII.
Kırılmış perspektifimi yanıma alıp evime döndüm. Evim gülümsedi. Pencereyi açtım. Dışarıda buzdan bir kılıç erimeye başlamış, kılıçlıktan çıkmıştı. Çatıdaki buruşuk buluttan çıt çıkmıyordu. Sokakta lambanın biri saçını düzeltiyordu. Bir araç konvoyu geçiyordu ıslak caddeden 'en büyük asker bizim asker' diye barım barım bağırıyorlardı. Bir maganda havaya ateş açıyordu. Başka bir evin balkonunda bir çocuk vuruluyordu. Yeşil kartlı güneydoğulu bir baba oğluyla beraber boş koliler topluyordu çöp bidonlarından. Birbirine benzeyen gürültüler arasında her şey tekrar eski yörüngesinde buluşuyor gibiydi. Kendime dönmeye başlamıştım yeniden, o karanlık dehlize. Rast gele bir kitap seçtim raftan. 'Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en iyi trenler çizebilirmiş' diye yazmış Hasan Ali Toptaş. Bütün istasyonlarda mevsim kış mıdır hala? Birden üşüdüm. Yunan yönetmen The Angelopulos'un 'Ulis'in bakışı' filmini koydum dividiye; her taraf sis oldu; ölümün molası.
Kiralık bir uyku zihnime yerleşmek üzereyken, yine telefonum çaldı kışın kapısından giren acemi papatyalar gibi. 'Hayret, bu kadar kısa sürede ünüm ne çabuk yayıldı' diye düşündüm, tebessümle. Çalmaya devam ediyordu, çaldıkça çalıyordu, önce büyük sonra küçük küçük çalıyordu, çağrılar matruşkası gibi. Açtım.
Yok... Bu kez yanlış numaraymış, çiçekçiyi arıyorlarmış.
Bir düğün için.
17 Aralık 2010

