Cam Kırığı Hikayeler

Yıkılmış bir evin bahçesini mesken tutmuştuk. Bu yer, Yeni Garaj'ın yan tarafındaki Halkapınar Garı ile Çınarlı İstasyonu arasında uzanan tren hattının ortasında kalıyordu. Tren yolunu ayıran demirleri sökmüştük. Yeni Garaja tren yolunu takip ederek gitmek daha kestirmeydi çünkü. Diğer türlü Atatürk Stadı'nın etrafından dolaşıp da gitmek gerekecekti.
O gün, soğuk havanın sokaktaki insan sayısını azaltmasına veryansın ediyordu bizimkiler. Bir taraftan da bulduğumuz çerçöpü yakarak ısınmaya çalışıyorduk. 'Şarapçı' olarak anılan insan taifesindendik ve tek geçim kaynağımız dilencilikten kazandığımız sadakalardı. Sermayemiz insan olduğundan, müşteri potansiyelinin yüksek olması gerekiyordu bu meslekte. ‘Çoktan çok gelir...' Bu sebepten insan selinin eksik olmadığı otobüs terminalleri en iyi sadaka kapısı oluyordu. İzmir'in Yeni Garaj'ı, soğuktan olsa gerek son günlerde fazlasıyla sakindi.

'Bi şarap olaydı!' dedi Muzaffer oturduğu yerden. Kolunda, sadece tellerden oluşan, bezi kalmamış bir şemsiye asılıydı. Kendi kendine konuştuğundan pek oralı olmayıp muhabbete devam ediyorduk. Ağızlardan buharlar çıkarıyordu. Hava alabildiğine gri... Morarmış burunlarımızın ucunda biriken saydamsı sümüğü, bir seremoni oluşturmuşçasına çekiyorduk sırayla.
'Zaten yakında Yeni Garaj kapanacak. Yepyeni bir garaj yapmışlar Işıkkent'e' diyordu Yaşar Ağabey. En büyüğümüzdü o ve neden burada bizimleydi bir türlüde anlayamamıştım.
'Olsun be Profesör, oraya gider yerleşiriz' dedim.
'Orası havalimanı gibi olacakmış, nah alırlar bizi içeri' dedi. Bu arada Naci söze girdi,
'Len akadeş, yoksulu Allah bile istemeyo, isterlemi bizi öngürde.'
'Allah'ı karıştırma!' diye atıldım.
'Ne garıştırmicemişim? Götümüzün donduğu yetmeyo gibi gursamızdan da bişeycik geçmedi kaç gündür.'
'Allah napsın Naci?' dedim.
'Len akadeş, görüp duru ya bizi. Gene de verdikçe veriyo soğuğu, verdikçe veriyo.'
'Oğlum soğuğa muhtaç olan onlarca canlı var. Hem soğuk olmasa mikroplar nasıl kırılacak.' Bu sözümün üzerine ayaklanıyordu Naci. Söylene söylene yıkık eve doğru gidiyordu.
'Mikrokla tabi ya, mikrokla kırılacak. Biziz akadeş soğuktan gırılan. Ateş sönüyo bah, şincik senin döşeği de atem de ateşe, görüve bakam mikroku sen.' Yaşar abi atışmanın arasına giriyordu.
'Naci, elleme adamın döşeğine. Benim eski kitaplar, dergiler gazeteler filan olacak oralarda, onları getir.'
'Naptın Yaşar Abi?' dedim.
'Olsun Mehmet'im olsun. Okudum hepsini, yenilerini toplarız yazın.'
'Bi şarap olaydı!' dedi Muzaffer...

Eski bir naylonun üzerine kitapları, dergileri yüklemiş sürüyerek getiriyordu Naci. Yanımıza geldiğinde dikeldiği yerden bir süre Yaşar Ağabey'e baktı. Yaşar Ağabey sönen ateşe doğru uzattığı ellerine bakıyordu. Bir daha sormak, onun yarasını dağlamak demekti. Kabullenmişken o, en iyisi biranevvel kitapları ateşe atmalıydık. Naci'de benim gibi düşünmüş olacak ki naylon paçavrasını avucundan bıraktı ve eğilerek birkaç kitaba uzandı. Doğrulduğu yerden ateşe fırlatınca küller havalanmıştı etrafımızda ve kar gibi savruluyordu şimdi. Naci, geride dökülmüş gazete, kâğıt ve onların içine konulduğu eski kartonları topluyordu. Küller hala uçuşuyordu. Hiçbirimiz istifimizi bozmadık. Yaşar Ağabey, naylonun üzerinde açık kalmış bir dergiye uzandı. Bir müddet baktı. Gülümsedi. Sonra bana uzattı dergiyi.

Marketa Luskacova'nın bir fotoğrafı vardı derginin o sayfasında. Gerçi fotoğrafın kime ait olduğunu şimdi öğrendim. Neyse. Ne tesadüf ki ateş başında üç adam ısınıyor, birinin kolunda şemsiye, ortadaki de ben gibi şapkalı. Şu solumdaki de Yaşar Ağabeyin saçları ağarmamışı. Diğer bir adamda Naci gibi ateşe malzeme topluyor, hava gri, küller uçuşuyor, etrafımız çer çöp, tıpkı fotoğraftaki gibi... Bir tek kar yağmıyordu. Evler bile solgun; buradaki tren yolu sırasınca sıralanmış evler gibi. Farkı bizim buradaki evlerin müstakil oluşuydu herhâlde. Ben bu tesadüfe yorarken zihnimi, Yaşar Ağabey ses verdi iç sesime.
'Gördün mü Mehmet'im? Hayat bu işte. Cam kırığı hikâyeleri bunlar.'
Anlamamıştım. Ama o anlamadığımı anlamıştı. Güldü. Bir sigara çıkartıp yaktı. O sırada Naci son getirdiklerini de ateşe doğru kümeleyip oturuyordu. Resmi elimden aldı ve bir müddet bakıp ateşe attı.
'Cam kırığı hikâyeleri ne abi' dedim. Ateş resme ulaşmıştı ve usulca yakıyordu sağ alt köşesinden. Resmin tükenmesini beklerken benimde resme odaklanmamı istiyor gibiydi; öyle yaptım. Resim tükendiğinde onun sesi yeşeriyordu şimdi. Bense hala ateşe bakıyordum. Resimde son gördüğüme takılmıştı aklım. Yana yatmış itfaiye çeşmesi...
'Cam kırığı hikâyeleri ne demek diye sordun demi? Elindeki aynayı kırdın diyelim Mehmet'im. Ayna parçalara bölündü ve sen parçalara bakıyorsun. Ne görürsün? Her bir parçada kendini görürsün değil mi? Kendi gözünü... İşte yukarıdan Yaratıcının gördüğü de hep aynıdır. Bize ruhundan üflememiş mi? Hepimiz aslında O'yuz değil mi? İşte bu sebepten yerdeki cam kırıkları gibiyiz işte, hikâyemiz hep aynı. Görünen hep aynı... Geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacak Mehmet'im. Bak! Fotoğraftaki aynı kareyi verdik şu an...'
'Len akadeş, zenginin götü donuyo mu?' dedi Naci.
'Onların cam kırığı başka Naci! Onlarında hepsi aynı; önce çok para için hırslanırlar, sağlıklarını kaybederler. Sonra da tüm kazandıklarını, tekrar sağlıklarına kavuşmak için harcar bu dangalaklar.' Bir kahkaha patlatmıştık hep bir ağızdan. Naci de anlamıştı şimdi ve ekliyordu.
'Abi len, mirasyedi veletleri mıngırları kaptırmamak için babalarını postalamazsa tabi.'
Gülüşmelerimiz solunca bir düşünce sardı ortamı. Ateşin çıtırtısı kapladı sessizliğimizi.
'Abi!' dedim, yanan resmin hafızamda kalanını gözümün önüne getirerek. 'Resimde başka insanlarda vardı, burada yok. O zaman aynada, aynı görüntü olmuyor ki!' Başını salladı bir müddet. Ateşe bakıyordu. Gözlerini ateşten çevirmeden konuştu.
'Mehmet'im, dikkatli hatırlıyorsan onların sırtı dönüktü. Yani gidiyorlardı değil mi?' Hafızamı zorladım. Evet, sağ kadranda bir fötr şapkalı gidiyordu. Caddede de giden insanlar vardı. Gelen insanlar da vardı sanki ama aldırmadım. Evet diyerek devam etmesini istedim. Yaşar Ağabey'in sesinde bir şiirsellik vardı. Konuşmak bir kişiye bu kadar mı yakışır diye düşünürdüm. Cem Karaca'ya benzetirdim sesini; bir buğusu vardı. Devam etti.
'Bizim resmimizde de gidenler oldu hatırlasana. Hani Puyan Hasan? Nerede Deli İbrahim?'
'Öldüler onlar!' diye araya girdim. Gene başını salladı önce.
'Gittiler işte, sırtlarını bize dönüp gittiler. Giden insan bundan daha güzel nasıl resmedilebilir ki? Sırtını verir işte bize... Peki, onlar aramızdan ayrıldılar diye bu resimde yer almasalar mıydı Mehmet'im? Gitmekle gitmiş olunmuyor ki! Anıları kalıyor bak bizim kırık aynadaki resmimizde.' Bana baktı onay almak istercesine. Bende başımı sallayarak onayladım. Naci de onayladı ve söze giren Muzaffer de.
'Bi şarap olaydı.'

Sessizlik oldu sonra bir müddet. Ben resmi düşünürken düşüncülerimi okuyordu gene Yaşar Ağabey.
'Gelenlerde vardı resimde. Bir kadın vardı sol köşede. Yarısı görünüyordu. Birde caddenin ortalarında elinde bir şeylerle gelen bir adam vardı hatırladıysanız? İşte şu Ayşe teyze var ya, hani ara ara bize çorba yapan, eski kıyafetler filan getiren Deli Anamız... Hah! Resimdeki gibi işte değil mi? Her zaman bizimle değil ama ara sıra da burada işte; yarısı vaaaaaar, yarısı yok.' Gülümsemiştik hepimiz. Yaşar Ağabey araya bir laf sokuşturmamıza fırsat vermeden devam etti.
'Diğer gelen adam da bize gelirken eli hiç boş gelmeyen, ya şarap, ya işte bilmem ne getiren Basmane Piçi...' Sözünü tamamlayamadan yıkık duvarın ardından 'Esselamualeyküm' diyerek Nihat geliyordu. Basmane Piçi Nihat. Bir kahkaha koy verdik ki İzmir ısındı. Nihat bir şey anlamadan yanımıza kadar geldi. Önümüzde veya elimizde bir şey var mı diye arandı. Lakin bulmayı tahmin ettiği şey yoktu bizde.
'Ne o lan! İçmeden mi güzelleştiniz bugün düşkünler?'

Gene boş gelmemişti. Sırtından indirdiği çuvalda şişeler tıngırdadı. Altında da odun olduğu belli oluyordu. Muzaffer'in gözleri yuvalarında fal taşı gibi açılmıştı, dayanamayıp çuvala atladı. Denize balıklama dalan bir yüzücü gibi atletik ve çevikti. Bir şişeyi kaptı ve çıktı. Efes Güneşi. Kırmızısından. Köpek öldüren. Ama biz köpek değiliz, bize bir şey olmazdı. Muzaffer birini bir dikişte bitirdi. Sonra gözünü gene çuvala dikti. Nihat çuvalın ağzını kapadı ve işaret parmağını kaldırarak tehditvari konuştu.
'Ağır ağır içeceksin bak. Yoksa boş şişeleri kafanda kırarım.' Muzaffer söz verircesine başını salladı ve şişenin birini daha kapıp yerine oturdu. Nihat benimle Muzafferin arasına sıkıştı ve hepimize birer şişe uzattı. Sonra meşe odunlarından bir tanesini tahta parçaları ile destekleyip ateşe bıraktı. Piçti miçti ama güzel arkadaştı hani, şu Nihat...
'Ee! Anlatın bakalım neye gülüyordunuz düşkünler?' dedi. Yaşar Ağabey cevapladı.
'Harfleri eksik söylüyorsun Nihat' çığım, düşkün değiliz biz, düşünürüz, düşünür.'
'Vay kıçımın kenarlarına bak sen, kendilerini nasılda bir kimlik sahibi yapıyorlar. Ulan lafla peynir gemisi yürümez derler birde. Yalan arkadaş, siz gayet güzel yürütüyorsunuz. Birader çöpten sadece plastik toplasanız kimseye muhtaç olmadan geçinir gidersiniz diyorum size, bırakın artık bu ayakları.' Yaşar Ağabey sakince cevapladı. 'O zaman kim düşünecek Nihat.'
'Len abi, bu millet düşüncesiz mi, herkes düşünebiliyor. Ne demiş Gencebay Orhan Abimiz; düşünüyorum o halde varım.' Yaşar Ağabeyle eş zamanlı gülümsedik ama Nihat'ı bozmadan söze girdi.
'Nihat Beyefendiciğim, size daha kaç sefer diyeceğim. İnsanlar düşünmüyorlar, onlar düşünmekten korkuyorlar. Düşünen insan dünyanın bir hiç olduğunu görür. Bak! Sana çobanla Buddha'nın hikâyesini anlatayım da dinle.'
Nihat, anlatılacakların boş şeyler olacağına dair bir küçümsemeyi mimiklerine oturtmuştu. Ama ne var ki Yaşar Ağabeyi dinleyip de keyif almayan tek kişi bile yoktu. O, bu fotoğrafın Herodot'uydu.
'Yolları kendine mesken edinen Buddha, bir çobanla karşılaşır. Çoban ona kendinin daha akıllı olduğunu ispat etmeye çalışır. Çünkü aklın kazanılmış mallarla ölçülü olduğunu zannediyordur. Derki, ‘koyunlarımı sağdım, yemeğim pişti, kulübemin mandalı sürüldü, ateşimde tütüyor,(eliyle yukarıyı işaret ederek) sende istediğin kadar yağ gökyüzü.' Buddha da derki, ‘artık yemek ve içmeye gereksinimim yok, rüzgârlar kulübemdir, ateşimde söndü, sende istediğin kadar yağ gökyüzü.' Çoban sinirlenir. Daha da gür sesle ve daha büyük bir yüksünmeyle derki, ‘ineklerim, öküzlerim var. Atalardan kalma çayırlarım var, ineklerimle çiftleşen bir de boğam var, sende istediğin kadar yağ gökyüzü.' Buddha sakinliğini bozmaz, ‘ne öküzlerim ne de ineklerim var. Atalardan kalma çayırlarımda yok, ‘hiçbir şeyim' yok, bu yüzden hiçbir şeyden korkmam, sende istediğin kadar yağ gökyüzü.'' Nihat'a doğru bir bakış attı. 'Ya, işte böyle Nihat, istediği kadar yağsın gökyüzü be birader korkumuz mu var...' diyerek şişesini kaldırdı. Şişelerimizi tokuşturduk. Onlar bilmem ne anladı ama galiba ben anlıyordum Yaşar Ağabeyi. Büyük bir yudum alıp koluna sildi ağzını, keyifli bir şekilde gülümseyerek devam etti. Sesi yüksek çıkıyordu bu sefer.
'Onun babası kim bilmem ama biz düşünürlerin babası odur. Diyojendir. Tek eşyası su tası iken bir gün bir çocuğun avucunun içini kullanarak su içtiğini görünce, ‘bu çocuk bana fazla eşyam olduğunu öğretti demiştir. Namı dünyada hala büyük olan Büyük İskender, Diyojen'i merak eder ve ta ayağına kadar gider. Bakmış ki elbiseleri ile bir fıçının içinde, saçı sakalı birbirine girmiş, garip guruba biri... Acıyarak bir isteği olup olmadığını sorar. Tek gözünü açar Sinoplu Diyojen ve der ki, ‘gölge etme başka ihsan istemez.'' Bu arada kalın bir kahkahayı koy vermişti, bizde güldük. Devam etti.
'Çoooooook zaman sonra, o namı büyük, Büyük İskender ne demiş biliyor musunuz?' hepimizin gözlerinin içine tek tek baktıktan sonra devam etti.
'Eğer Büyük İskender olmasaydım Diyojen olmayı isterdim.'


Dün gibi hatırımda o sohbetler. Aradan yirmi beş sene geçti. Dile kolay. Şimdi Azrail'imi beklediğim hastane odasından o günlere gitmemi sağladı Marketa Luskacova'nın bu fotoğrafı...

Bu sabah gülen yüzü ile her zamanki vaktinde gelmişti Canan Hemşire. Cumartesi olduğu için de okumam için gazete, kitap, dergi getirmişti. Gazeteye göz attım ilkin. Sonra dergiye göz attığımda, o gün ateşe attığımız resmi gördüm. Altında fotoğrafçı Marketa Luskacova'nın adı vardı. Yıllar sonra tesadüfen öğreniyordum bu ismi. Yaşlılıktan olsa gerek, galiba gözümde ıslaklık oldu. Şimdi o fotoğrafta yüzü dönük sadece ben kalmıştım. Hepsi sırtını vermişti. Nazım'ın dediği gibi, ‘önce dişlerimiz döküldü, sonra saçlarımız, ardından birer birer arkadaşlarımız...'
Bir ayna istemek düştü aklıma. Şimdiki hikâyeme bakacaktım aynadan. Ama vazgeçtim. Benim cam kırığı aynam dergideydi. Gelin o güne gidelim gene; fotoğrafta küllerimizi savurduğumuz güne. Yaşar Ağabey son hikâyesindeki son sözünü tamamladığında Muzaffer noktayı koyuyordu.
'...'
'Bi şarap olaydı.'
Naci cevapladı.
'Len akadeş, öngü elindeki benim uçkurumun çapıtımı?'
Muzaffer ayağa kalktı, son yudumunu büyük büyük yutkunarak dikti. Sonra bir müddet elindeki boş şişeye baktı ve ayağının altındaki taşa çarptı. Bize bakarak,
'Benim cam kırığımdaki hikâyede, hep bu işte kardeş... Bi şarap olaydı...'

09 Mart 2016 13-14 dakika 6 öyküsü var.
Yorumlar