Cennet

Bir yaz günü, Antalya cayır cayır yanıyordu. Temmuzdu. Tozlu sokaklardan geçen tatar arabaları tozu dumana katıyordu. Çocuklar gölgelerden çıkamıyor, evlerin önlerindeki betonlardan yıkandıkça buharlar yükseliyordu. Birazcık serinlik gelsin diye, kapıların önlerini suluyorlar, etrafı buram buram toprak kokusu sarıyor, daha arkalarını dönmeden toprak emiyor, güneş kurutuyordu.

Annem, babam, Şermin ve ben, arka bahçede, asma çardağının altında oturuyorduk. Şermin betonu yıkamış, kare masamızı çıkarmış; üzerine, dört kenarı kanaviçe kıpkırmızı laleler ve acı yeşil yapraklarla süslenmiş beyaz etamin bir örtü sermiş, etrafına dört tane de sandalye koymuştu. Masanın üstündeki kocaman karınlı incecik cam sürahide, annemin yaptığı vişne suyu ve buz parçaları vardı. Dört limonata bardağı, altlarında cam tabaklarıyla durmaktaydı.

Betonun kenarlarında çiçek saksıları diziliydi. İçlerinde rengârenk çilekler gülümsüyor, kendileriyle birlikte neşeleri de dışarıya taşıyordu. Beyaz zambak, kırmızı zambak, kara sevda, ateş çiçeği, ful, arpa çiçeği, begonya, leylak, filkulağı, devetabanı, kauçuk... Adını bildiğim bilmediğim o kadar çok çiçeğimiz vardı ki! Her bulduğumuz saksıya, her boşalan tenekeye toprak dolduruyor, çiçek ekiyorduk.

Kapının tam karşısında hızla boy atan asmanın yanında can eriği, bir metre kadar ilerisinde de şeftali ağacı vardı. Beton yıkandıkça akan sularla büyüyorlardı. Dallarından meyveler sarkmakta, her birisi:

''Kopar beni! Ye beni!' demekteydi.

Asmada da üzümler olgunlaşmış, aşağıya sarkmıştı. Babam, elini uzatarak koparıyordu. Ağaçlarımız, evimiz yapılmadan dikilmişti. Daha çok küçüklerdi ama toprağın ilk mahsulü olduğu için bu yıl çok meyve vermişler. Kırmızı toprak, demirce çok zenginmiş, verimliymiş. Gübrelenmezse, zamanla verimini kaybedermiş. Solucanlar da işe yarar, toprağı harmanlayarak köklere rahatlık sağlarlar, kök uçlarına besin ulaştırırlarmış. Doğada, ağaçlarla, çiçeklerle büyüyor, ne güzel şeyler öğreniyordum!

Çardağın tam altında, betonun ortasında havuzumuz vardı. Bahçemizin en sevdiğim, en eğlenceli, en önemli varlığı oydu. Dışı, duvarlarımız gibi mermer süsü verilerek yağlıboyayla boyanmış, içi maviydi. Ortasındaki fıskiyenin şırıltısı, ağustos böceklerinin sesleriyle yarışmaya çalışıyordu. İçinde sürekli hareket halinde olan on beş yirmi santimlik üç tane süs balığımız vardı. Havuzun fazla suyu başka bir hortumla bahçeye akıyor, toprağa serinlik verirken, ağaçları da sulamış oluyordu.

Bahçe duvarının kenarındaki çiçek tarhında sürekli güzellik yarışması vardı. Güllerin, sardunyaların, akşamsefalarının her rengi; sarı sarı açan yıldız çiçekleri, krizantemler, beyaz ve sarı yasemin, tophane çiçekleri, glayöller, renk renk şebboylar, horozibiği denilen kadife çiçeği, dildamak denen aslanağzı... Hangisini tarif edeyim? Kırmızı sarmaşık fındık güllerle, beyazları çardağın etrafını sarmaktaydı. Yeşillikler içindeki bu iki zıt renk birbirleriyle öyle güzel tanzim edilmişti ki seyrine doyum olmuyordu!

Bahçede, hemen hemen her ağaçtan birer tane vardı. Yeni yeni serpiliyorlardı. Bahçe duvarının üzerine demir çubuklar dikilmiş, aralarına galvanizli teller çekilmişti. Bir metre yükseklikteki duvarın dibine, ikişer metre arayla dikilen sarı kırmızı güller, bu tellere ağdırılarak gülden duvar oluşturulmuştu. Yapraklarından çok çiçekleri vardı. Sokak tarafından gelen geçen kopardığı halde çingene karıları gibi doğuruyor, etrafı güle boğuyorlardı. Cennet dedikleri böyle bir yer olsa gerekti. Cennet, bahçe demekmiş zaten. Orada çardaklar altında gölgelenen insanlar, çardakların altından akan ırmaklar varmış. Her yerden meyveler, yemişler sarkarmış. Herkes elini uzatır, yermiş. Huriler, ipek yastıklara yaslanan cennettekilere, altın tabaklarla envaiçeşit yiyecekler, buz gibi içecekler sunarlarmış. Şermin'le annem de huri, melekti. Bize ne güzel hizmet ediyorlardı!

Annem yine peynirli poğaçalar yapmış, fırına vermişti. Şermin, bir koşu gidip getirdi, tepsileri. Annem onları büyük bir tabağa alıp, masaya koydu. Yiyebileceğimiz kadarını tabaklarımıza, ellerimiz yanarak, aldık. Sürahideki buzlu vişnatayı bardaklarımıza doldurdu. Keyfimize diyecek yoktu!

Vişnata ne demekti? Limonata gibi bir şeydi... Vişneden yapılıyordu ya... Limondan yapılana limonata deniyorsa, vişneden yapılana da neden vişnata denmesindi? Acaba Giritlilerden mi öğrenmiştik onu da? Dildamak gibi...

Her evde buzdolabı yoktu. Daha yeni yeni yayılıyordu. Evlerin mutfaklarının köşesinde, bazıları toprağa gömülü kocaman küpler vardı. Onları gördükçe Ali Baba ve Kırk Haramiler aklıma geliyordu. Küplerde çil çil altınlar... Ağızları açılıp, kalaylı bakır maşrapalar içlerine daldırıldıkça altınlar çıkacak gibi geliyordu. Serin sular geliyordu, gümüş rengi kapların içinde. Küplerin dışları, alta yakın yerleri yemyeşil yosun bağlıyordu. Hemen kırılıvermemesi için alt yarılarının çimentoyla sağlamlaştırılmış olanları da vardı. Bazılarının küpleri de yoktu. İki kulplu testileri vardı. Doldurup, ağızlarına çam kozalağı sokuyorlar ve toprağa gömerek ya da dışlarına ıslak bezler sararak rüzgâra koyarak soğutuyorlardı.

Büyükler: 'Sabır küpü çatladı!' diyorlardı, çok yaramazlık yapınca. Demek ki küpler içten gelen basınçla zamanla çatlıyordu. Haşlanmış yumurtaları tokuşturuyorduk, zor kırılıyordu ama içindeki civciv, güçsüz gagasıyla kolayca kırıveriyor ve dışarıya çıkıveriyordu. Küpler de belki içten bir maşrapa darbesiyle kırılıverecekken, dış etkilere karşı dayanıklıydı. Babam diyordu ki:

"Camilerdeki ve hamamlardaki kubbeler, binalardaki ve köprülerdeki kemerler, dayanıklı olmaları için dışbükeydir. Allah, yumurtanın yaratılışıyla mimariye ışık tutmuştur. Buna rağmen camilerde, depremin tesiriyle kubbelerin göçmesi halinde, caminin onarımında gerekebilir düşüncesiyle, ortadaki avizenin takıldığı yere bir küp altın gizlenirmiş. Kubbelerin akustikte de çok önemli bir işlevi varmış. Özellikle Mimar Sinan'ın yaptığı camilerde, imamın fısıltısı dahi arka sıralardan duyulurmuş. Avizelerde yanan kandillerin isinin yapıyı kirletmemesi için pencerelerin içlerinin kemerleri, hava akımıyla gelen isi tutabilecek tarzda yapılır, oralarda toplanan is kazınarak, mürekkep yapılır, el yazması Kuran'ların yazılmasında kullanılırmış. İçleri dışları, dünyanın en güzel çinileriyle, minyatür çiçek desenleriyle, egzotik desenlerle işlenir, ibadethanelere son derece önem verilirmiş."

"Şimdi camileri soyuyorlar. Halısına kilimine, bağış kutusuna kadar çalıyorlar. Kuran- ı Kerimler alınır, hediye edilir, vakıf malı olarak elden ele gezer, asla satılmaz, okunmasından hâsıl olan sevap tercih edilirdi. Günümüzde onun da ticareti yapılmakta, camilere bağışlanan bilmem kaç asırlık halılar, kilimler, hele hele el emeği göz nuru o canım Kuran-ı Kerim'ler, tarihi eser kaçakçılarına satılmakta... Çok şey kaybettik, kültürel değerlerimizden, çok..." diyordu annem de.

Gözlerimin önünde Ali Baba ve Kırk Haramiler canlandı. Haramiler çoğalmış mıydı, neydi? Yakında evleri basacaklar, göbeklerimize kızgın zeytinyağları akıtarak, paralarımızı mı alacaklardı? Küplerini çil çil altınlarla doldurmak için art arda cinayetler mi işleyeceklerdi? Onlar Müslüman ve Türk değiller miydi? Mutlaka Müslüman ve Türklerdi. Aksi halde babam açıklama yapar, milliyetleri hakkında bilgi verirdi. Bunlar nasıl insanlardı? Aklım almıyordu!.. Gözlerimi kocaman kocaman açmış, annemle babamın konuşmalarını ilgiyle dinliyordum. Babam, içinde anlamını bilmediğim sözcükler de kullanıyordu. Sözlerini kesmemek için soramıyor, aklıma yazmaya çalışıyordum. Acaba vakıf ve kültür ne demekti? Sonra soracaktım. Babam:

"İslamiyet'te ruhban sınıfı yok. Her birimiz, birer irşat memuruyuz. Demek ki görevlerimizi tam olarak yapamamışız, haramı helâli anlatamamışız, dinimizi de ülkemizi de gerektiği kadar sevdirememişiz ki böyle vatan hainleri türemiş. Daha düne kadar, camilerin kapıları kilitlenmezdi. Adamlar kilitleri, kapıları kırıyorlar!"

Ruhban, irşat memuru... Bunlar da ne demekti? Galiba birbirlerine yakın anlamlar taşımakta olan sözcüklerdi ki birbirlerinin yerini tuttuklarını söylüyordu. Aklımda kalmazdı ki bunlar. Yazmayı da bilmiyordum. Ruhban urba sözcüğüne benziyor. İrşat da Reşat'a... Urba giysi demek... Reşat da arkadaşımın babasının adı... İnşallah unutmam. Sohbetin ortasında bir soru sorduğumda:

"Söz kesme! Bekle, sohbet bitsin, ondan sonra sor!" diyorlardı. "Tam su kaynaktan fışkırmış, çıkmış, çay gürül gürül akarken, tam ortasına koca bir kaya koyuveriyorsun, su ne oluyor? Etrafa yayılıp gidiyor!"

Sohbetin başlaması, suyun kaynaktan çıkması, konuşmalar da akışı demek olsa gerekti. Kaya koymak... Şimdi o kocaman kayayı yerinden ben mi kaldırıp da çayın içine atıyordum? Ben Herkül müydüm? Neyse... Öyle olsun. Söz kesmiyordum işte ama soracaklarımı unutmamak için neler çekiyordum!.. Ne olurdu ara verselerdi de açıklama yapsalardı, ben de anlasaydım? Annem:

"Sadece camilerin mi? Dükkânların, evlerin kapıları bile... O kadar temizdi insanımız. Şimdi de namaza gidenler, dükkânlarının kapısına bir sandalye koyarak gidiyorlar ama komşularına gözetlemelerini tembih ederek... Sahibi yokken evlere, dükkânlara girilmezdi. Kapıdan seslenilir, içerden ses gelmezse, geriye dönülürdü. Şimdi ses gelmezse, fırsatı ganimet bilip, içeriye dalıyor, ne varsa çalıyorlar! Allah ıslah etsin! Daha daha ne hale geleceğiz, kim bilir?" diye dert yandı.

"Okullarda öğretmenler, camilerde imamlar, evlerde büyükler, sürekli iyiyi, güzeli, doğruyu anlatıyor, ahlaki değerlerimizin korunması için elimizden geleni yapıyoruz, öyleyken bir şey eksik. Bir şey ama ne?"

"Haşyetullah!.. Allah korkusu eksik! Allah'ın her an her yerde her yapılanı gördüğünü hissedemez oldular. Allah- ü Telala Basir'dir. Her şeyi görür."

"Allah'ı görmeyen, bu gerçeği göremez ki!"

"Allah görülür mü?" diye soruverdim.

"Mecazi anlamda kullandım, görmek sözcüğünü. Mecazi anlam demek, sözcüğün asıl anlamından farklı bir anlamda kullanılması demektir." diye cevapladı babam. Annem de:

"Hani senin bir duan var ya: "Elini üstümüzden, sevgini gönlümüzden alma, Allah'ım!" diyorsun. Allah'ın eli yok aslında. O, madde değil. Bedeni yok. Orada el ne anlama geliyor? Yardım anlamına geliyor. "Yardımını esirgeme bizden!" demek istiyorsun. Burada el sözcüğü, mecaz anlamıyla kullanılıyor. Anladın mı?"

"Anladım. Allah'ın gözleri de yok. O başka bir biçimde görüyor. Nasıl görüyor?"

"Rüyaları nasıl görüyorsan, öyle... Uyurken, ışığı kapatıyorsun, gözlerini yumuyorsun, rüyaları nasıl görüyorsun?"

"Bilmem. Onu merak ediyorum ya zaten."

"İki beden gözümüz var. Madde gözlerimiz... İki tane de ruh gözümüz var. Rüyayı ruh gözlerimizle görürüz. Her şeyi; rengine, desenine, en ince teferruatına kadar seyrederiz. İki beden kulağımız var. Etten kıkırdaktan yapılmış. İki tane de ruh kulağımız var. Onlarla da rüyamızdaki sesleri duyarız. Her sabah size anlattığım rüyalarımı onlarla algılıyorum. Rüyamdaki olanı biteni; gördüğüm kişileri, ne renk elbiseler giydiklerine kadar, hatta konuşmaları, gürültüleri, her şeyi size aktarıyorum. Ben de konuşuyorum ama o ben bu ben değil. Başka bir ben... Ben ona söz geçiremiyorum. Yani ruhum konuşuyor."

"Aklıma Yunus'tan bir dize geldi: "Bir ben vardır bende benden içeru!" Buradaki ilk anlam beden içinde bir de ruhun oluşu... İkinci anlamı çok daha derin ki orada Allah-ü Teala kastedilmekte." dedi, babam.

"Ruhu anladım ama onu anlayamadım." dedim.

"Zamanla anlayacaksın. Şimdi çok küçüksün." dedi.

***


BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

02 Mart 2011 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar