Çevre

Öğleye doğru uyandığımda, annem kıymalı yemek içi hazırlamış, tam patatesleri içine atacaktı ki o içten ekmek arası yapmasını istedim. O zaman da yemeğe koymak için bir şey kalmayacaktı. Okuldan aç geldiğimde falan o kokuyu duydum mu yemek pişinceye kadar bekleyemeyeceğimi söyler, içini boşalttığım yarım ekmeğin arasına doldurmasını isterdim. O da bazen kabul eder bazen etmezdi. Bu defa da iyi tarafına rastlamışım, dediğimi yaptı. Tenceredekileri ekmeğimin arasına boşalttı, yeniden iç hazırlamak için soğan doğramaya, domates soymaya başladı. Yemeklere kavrulmuş kıyma koydurturdu babam. Etten bulaşabilecek hastalıklardan sakınırdı. Sütü de neredeyse tüm vitamin değerleri yok oluncaya kadar kaynattırırdı. Bize bir şey olacak diye aklı çıkardı.

Bu ekmek arası alışkanlığım, kendi evimize taşındığımızda, yavaş yavaş sokağa çıkmaya başladığımda, acıkan fakir Giritli çocuklarının ellerinde ekmekle oynamaya gelmesini seyrede seyrede oluştu. Yoksulluk... Oyunda acıkınca eve koşarlar, evlerinin önündeki betona ya da kapılarının eşiğine oturup, dizlerine kadar tozlu çamurlu bacaklarını dışarıya uzatıp, o şekilde içeriye kabul edilmeyeceklerini bildikleri için annelerine yalvarmaya başlarlardı:

_ 'Anne, peynir ekmek...'

_ 'Peynir yok!'

_ 'Zeytin koy!'

_ 'Yok!'

_ 'Yağ sür. Üstüne şeker ek!'

_ 'Zeytinyağından başka bir şey yok!'

Koparılmış birazcık ekmeğe yağ gezdirilmiş, varsa üzerine tozşeker ekilmiş ekmeği tozlu çamurlu elleriyle kapan çocuklar sevine sevine ağızlarına sokar, boğulurcasına iştahla yerlerdi. Acıkınca eve gidip gelen çocukların ellerinde genellikle bu ekmeklerden olurdu. Zeytin peynir bulabilen bayram ederdi.

Bizde, çok sevdiğim beyaz peynir tenekeyleydi ama ben yine bir korkumu iğrenmeye çevirdiğim için yiyemez olmuştum. Çocuk ruhu değişik, karmaşık, anlaşılır gibi değil. Bir gün babam, gazetedeki bir sandık cinayetini dışından okuduğunda, Betül isimli bir kızın öldürüldüğünü, cesedinin parçalanarak tahta bir sandığa konduğunu, kokması üzerine bulunarak, failinin aranmaya başlandığını, o kadar üzülerek ve hayretler içinde okudu ki sanki cinayet yanımda işlenmiş ve kolları bacakları kesilerek sandığa konan kızın cesedinin kafası da bizim tenekenin içine konmuş gibi geldi bana. Peynirlerin yüze çıkmaması için ters olarak konan çinko tası o kızın kafasına benzetmiş, tenekenin yanından geçerken ürküntü duymaya başlamıştım.

Evde sandık olsaydı, hayal gücümü mutlaka sandıkla ilgili olarak çalıştıracak, onu korkunç hale getirecektim. Peki, peynir tenekesi ile işlenen cinayetin ne ilgisi vardı? Vardı tabi... Durduk yerden özdeşleşmemişti olay onunla. O haberi babam, okuldan geldiği bir öğle zamanı mutfaktaki yemek masasında yemeğinin konmasını beklerken okumuştu. Ben de orada, o tenekenin tam karşısındaydım. O sırada annem peynir çıkarmak için tenekenin üç tarafı açık, bir tarafı kıvrılabilir durumdaki kapağını kaldırarak açmış, içindeki beyaz taşı çıkarmıştı. O sırada suya batık haldeki çinko tasın siyah dışı yüzeye çıkmış ve bana, ıslak saçları kafasına yapışık bir kesik baş gibi görünmüştü. Biliyorum ki orada kesik kafanın işi yoktu ve evimizde korku romanlarına girmeye değer cinayetler işlenmiyordu ama gel de anlat! Hayretler içinde, dramatize edilerek okunan bu haberle peynir çıkarma işlemi ve o anda mutfağa yayılan taze peynir kokusu, bir çocuğun muhayyilesinde birleşince, korku tiksinmeye dönüşmekte ve onda, çok sevdiği beyaz peyniri aylarca ağzına koyamayacak kadar bir ruhsal rahatsızlık peyda edebilmekteydi.

O tenekedekini ağzıma koyamadığım için dışarıdan diğer peynir çeşitlerinden getirildi. Tulum peyniri, kaşar... Annem, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra tekrar yedirinceye kadar akla karayı seçti! Önce tere yağda kızartıp, hüviyetini değiştirerek ve:

_ 'Bir kere deneyelim. Haydi bir kere deneyelim!' diyerek azar azar yedirerek, sabırla uğraştı ve sonunda, beni canım peynirime tekrar kavuşturdu.

Beş yaşındaydım. Yeni yeni sokağa çıkıyorum. Bir çıktım, dayak yedim, ağlayarak eve geldim. Beşinci sınıfa giden kocaman kızın birine dantel mürekkep hokkası kılıfı örmeyi öğretiyorum. Ben daha okula gitmiyordum. O, onun iş bilgisi ve ev idaresi ders ödeviydi. Evimizin yirmi otuz metre güneyinde, boş arsaların birinde, dibi bodur çalılarla kaplı büyücek bir kayanın üstünde oturuyorduk. Ona:

_ 'Üç zincir çek, dola, bat! Öyle değil, böyle! Oraya değil bak bu deliğe batır!' derken, tığını düşürdü. Aradı, çalıların arasında bulamadı. Bana:

_ 'Tığımı bul! Çabuk! Yoksa ödettiririm.' dedi. Ben de:

_ 'Sen düşürdün. Düşürmeseydin. Ara, bul!' dedim. Aramadım. Saçımı çekti, başıma vurdu. Eve geldim ağlayarak.

_ 'Anne! Tombulaçi bana vurdu. Saçımı çekti.' dedim.

Çok acımamıştı. Babam onun okuduğu okulda öğretmendi. Sonra beşinci sınıf bitirme imtihanında ne yapardı ona! Korkuyordu. O nedenle saçımı çok çekmemiş, başıma da çok hızlı vurmamıştı. Fakat bu benim ilk örselenmemdi. Dayanamadım. Kabullenemedim! Gururuma dokundu ve iyilik yaparken, teşekkür yerine böyle bir muameleyi hak etmemiştim.

Asıl adı Halime'ydi ama iri yarı, kocaman göğüslü ve göbekli tombul bir kız olduğu için ona öyle deniyordu. Sarı düz saçlı, çilli bir Giritli kızıydı.

Sesimi duymuş olacak ki annem, havuzun yanına kadar çıktı. Baktı ki iki gözüm iki çeşme! Olayı sordu. İç çeke çeke anlattım:

_ 'Hem o kazık kadar kıza tığ tutmayı öğreteceğim, hem de bir de dayak mı yiyeceğim?' dedim.

Tombulaçi'yi anneme annesi göndermişti, dantel öğretmesi için. Annem de o işi bana havale etmişti. Çalıların arasında hâlâ tığını arayan Halime'ye:

_ 'Semiray mı kaybetti senin tığını? Ne istedin de vurdun ona? Bir daha vur, bak ben seni ne yapıyorum!' diye göründü. ' Hem kel hem fodul... Şuna bak!' diye söylenerek geri geldi.

Bahçeye açılan kapımızın önünde yirmi metrekare kadar beton, ortasında da bir buçuk metre çapında bir havuzumuz vardı. İçi mavi, dışı beyaz yağlıboyayla boyalı... Mermere benzemesi için de beyaz yağlıboyayla boyandıktan sonra ara ara siyah boyalı fırça darbeleriyle mermer damarları havası verilmiş, ortasında fıskiyesi, dibinde yosunları, içinde sarı kırmızı yirmi yirmi beş santimlik salınan, kıvrılan, raks eden üç süs balığı ile güneşin altında pırıl pırıl parlayan, süslü, harika görünümlü bir şeydi. Oraya, havuzun kenarına, yanıma geldi ve bana doğru hışımla dönüp, gözlerini yuvalarından çıkacakmışçasına açarak:

_ 'Bir daha dayak yiyerek, ağlayarak gel, bir dayak da benden yersin, seni öldürürüm!' dedi.

Ne yapacaktım ya? Sofulardaki evde hep yola bakan pencere içinden sokağı seyretmiştim. Şermin manda olurdu, ben kedi... Sırtına binerdim, dört dönerdi, lacivert Isparta halısının üstünde. Roman asıllıydı. Parmaklarının ucunda dans ederdi. Harika oryantal danslar bilirdi. Avare sinemalardaydı. Bana Mevlana ve Avare dans dersleri verirdi. Düğünlerde o oynarken herkes yerine oturur, put kesilir, onu seyrederdi. Arada sırada, hava müsaitse, elimden tutar, biraz dolaştırır, bazen de parka götürür, salıncakta sallar, kızaktan kaydırırdı. Ben hiç yalnız başıma sokağa çıkmamıştım. O kadar büyümemiştim daha. Bu ortama ayak uydurmaya hazır değildim.

Sofulardayken, ablam ne yaparsa ben de ondan yapmak isterdim. Tığ işi, şiş işi... Bana öğretmesi için tuttururdum. Beş yaşındaydım. Öğretmesi için yanına sokulup, yapamadığımda; tığı, şişi ellerimin üstüne batırırdı, hırsından:

_ 'Hem öğrenmek istiyorsun, hem de yapamıyorsun! İyice baksana! İşte böyle böyle yapacaksın!' diye bas bas bağırırdı. Ben Tombulaçi'ye öyle yapmıyordum. Sabırla, tatlı dille öğretiyordum.

O kadar meraklıydım ki el işlerine! Ne yaparsa yapsın, yine başına ekşirdim. Öğreninceye kadar sorardım, şişlenme, tığlanma pahasına. Babam, evdeki bütün batıcı ve delici aletleri yasakladı. Elimde tığ ya da şiş, ablamın peşinde gezerken düşerim de gözüme falan batar diye ne kadar sivri uçlu alet varsa, ortadan kaldırttı. Elim kolum boşaldı. Canım sıkıldı. Ben de can sıkıntısından, makaraya çakılan çivilerle oluşturulan alette, yuvarlak kordonlar örmeye başladım. Onda sivri uçlu nesneye gerek yoktu. Saç tokasıyla da oluyordu. Daha sonra saç tokasıyla zincir çekmeye başladım ve yine bir öğle arasında eve geldiğinde babama:

_ 'Bak! Saç tokasıyla da örüyorum. Bana eziyet etme! Bari tahta saplı tığı versinler! Bunun ucu yok. Onunla rüzgâr gibi gidiyorum.' diye kendime acındırdım. Razı oldu da verdiler. Kavuşmamız seyre değerdi. Oyuncağımdı.

Oyuncaklarım, renkli yünler, iğneler iplikler, boyalar, resim defterleri, boş yerlerini karalayarak, boşlukları boyayarak, resimlerinin üzerinden giderek annemin tabiriyle hakkından geldiğim bir sandık dolusu mecmuaydı. O, tombala kâğıdının arkasına suluboyayla yaptığım, kucağında çocuğu olan mantolu kadın resmini sandığın dibinde yıllarca sakladı.

İçeri çocuğuydum ben. Sokak çocuğu değildim, bu eve gelinceye kadar. Babam, güneş görmediğim için eselemediğimi düşündüğünden, anneme:

_ 'Sal sokağa! Çingene çocukları ne kadar sağlıklı! Tabiatın kucağında büyüsün! Hem iştahı açılır.' dediği için, yavaş yavaş dışarıya çıkarmaya başladılar. Önceleri ablamla veya Şermin'le...

Bu, ilk yalnız çıkışımdı. Orman kanunu o gün öğrendim. Annem o kadar kızmış ki Tombulaçi'ye, onun duyacağı şekilde bağırıyor; bana, aslında ona ateş püskürüyordu! Bir anne, her ne kadar melek gibi sakin olursa olsun, yavrusu söz konusu olunca çılgına dönüyordu!..

_ 'Kim olursa olsun, döveceksin! Dövülmeyeceksin! Asla!..'

_ 'Nasıl döveceğim? Dev gibi... Şişko!..'

Sol kolumu tuttu, kıvırdı, kıvırdı, o kadar ki, kafam yere değecekti:

_ 'İşte böyle tutacaksın kolunu, bükebildiğin kadar bükeceksin! Kafası yere değsin. Öteki elinle ya da ayağınla da vur, kafasına gözüne! Acımak yok! ?Allah yarattı' demeyeceksin!'

_ 'Ama onun kolları kocaman. Bak benim kollarıma!'

Bu defa kolumu bıraktı, doğruldum. Saçımı yakaladı, indirdi yere kafamı:

_ 'O zaman, yakalayacaksın saçından başından, indireceksin yere! Göz açtırmayacaksın! Daha onun sana vurmaya niyetlendiğini anlar anlamaz, sen atlayacaksın üstüne! Burada orman kanunu hüküm sürer. Ya da evin içinde oturacaksın. Sokak mokak yok! Ben her gün bu tantanayı çekemem!'

_ 'Annesine söylerse?'

_ 'Annesi bana gelsin! Koskoca kız! On bir yaşında, belki de on iki! Izbandut gibi! Bir kere döv, bak sana bir daha vurabiliyor mu? O dayağı yedi mi diğerlerine de ders olur, bir daha da dayak yemezsin kimseden!'

Annemden cesareti aldım ya... Dayak yer miyim bir daha? Müeyyidesi de yok. Bücürüm ama arkam kuvvetli! Ablam var, Şermin var. Annem 'Dövülme, döv!' dedi.

Bir daha çıktım. Bu defa da benden bir yaş küçük ama çok uzun boylu bir köylü çocuğu taş attı, arkadan. Her cumartesi saat on yedide, Ankara Radyosu'nda çocuk saati başlıyordu. Çocuklarla hep beraber oynarken, o akşamüstü, onu dinlemem için Şermin beni eve çağırdı. Topumu aldım, gideceğim; oyun bozuldu tabi, Fahrettin topumu bırakmamı istedi. Vermediğim için yirmi adım kadar atmıştım ki kafamın arkasına bir taş geldi, sarsıntısından yere kapaklandım. Kafam yarıldı, dizlerim, dirseklerim parçalandı. Her tarafım kan ve toz içinde eve geldim. Değil bağırmak, korkumdan ağlayamadım bile. Bir de annem dövecekti. Yemin etmişti. Yine örselenip gelmiştim ama benim ne suçum vardı? Ağlayarak şikâyet de etmemiştim. Açık mavi elbisemin her yerine kan sıçramış, üstüm başım lekeler içinde... Annem hemen soydu, banyoya aldı, yıkadı. Yarayı tentürdiyotla temizledi. Bir taraftan da söylendi durdu.

Kafamı yaran oğlan, mahallenin en uzun adamının oğluydu. Babasına. ?Bire Uzun, İkiye Kısa' diyorlardı. Anası da fettan bir köy kadınıydı. Babası babamın okulunda hademelik yapmıştı. Aileme saygılıydılar. Ben de bir söz öğrenmiştim:

_ 'Seni gidi beni bilmez seni!' Onu görünce taşı aldığım gibi arkasından bunu söyleyerek koşuyordum, kaçacak delik arıyordu! Annem anasına babasına demiş:

_ 'Semiray kafasını kıracak; yakalarsa, hıncını alacak; uzak dursun ondan!' diye.

Öyle bir niyetim yoktu ama ablam demişti bana:

_ 'Al taşı, patlat kafasına!' diye.

O zamandan beri ona diş biliyordum. Çocuk, boş sayfa, ne yazarsan onu okursun. Haklılardı belki. Buraların kanunu buydu. Ezilmeyi kabul edersen, ezilmeye mahkûmdun ki sonuna kadar! Doğanın kanunuydu, güçlünün güçsüzü yemesi...

Başımı yaran, bir daha sokağa çıkamadı. Çıktıysa da benim yakınlarıma sokulamadı. Antalya'nın cayır cayır yandığı öğle saatlerinde kapının önünden zorla içeri aldığı oğlunu bir türlü uyutamayan anası:

_ 'Semiray geliyo, Farettin!' dedi mi, korkusundan koşar gelir, anasının eteğinin altına girer, sızar kalırmış.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

21 Temmuz 2010 12-13 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar