Ceza

Evimizde herkes birbirine karşı samimiydi ve her şey apaçık ortadaydı. Kimse kimseden bir şey saklamaz, bir süre saklasa da sonra uygun bir zamanda mutlaka söyler, aksi halde rahat edemezdi. Kulak yırtma olayı da açıklığa kavuştu. Annem, kimin ne olduğunu gayet iyi biliyordu. Ablama ?kaynanam' derdi. Pek çok huyu ona benziyormuş. Göbek adı da onun adıymış. Hafifçe kamburluğu bile ona çekmiş. O da çok muzipmiş.

'Semiray'ın işi değil bu Lale'nin işi...' dedi. Dediği gibiydi. 'Çünkü o, bunu planlayamaz. Etin yırtılacağını tahmin edemez. Ustaca planlanmış bir öç alış şekli! Yapsa yapsa kaynanam yapmıştır, bunu. Çocuğa öğretti, yaptırttı. Yapan, çocuk; kurtuldu diyelim; yaptırtan, yetişkin... Çok günah, çok!' dedi ve ablama kızdı:

'Lale ne yaptın sen? Bu çocuğa intikam duygusunu öğrettin!.. Yüreğine kin tohumları ektin!' dedi ona. 'Artık hayatı boyunca deve gibi kin güdecek, senin gibi. Onu da kendine benzettin! İyi ettin!.. Aferin!.. Ne oldu şimdi? Kızın kulağı yırtıldı. İki gün sonra bitişecek. Yara kapanacak. Sen, ölünceye kadar vicdan azabı çekeceksin. Bu çocuğu zehirlediğin ve o çocuğu yaraladığın için günah defterine birer günah daha yazıldı. Yazıklar olsun sana!.. Yazıklar olsun benim gibi anaya ki senin gibi bir sarı yılan doğurmuşum!..'

'Neden pişman olacakmışım ki? O kim oluyormuş, benim kardeşimin kafasını yaracak? Allah: 'Hakkınızı bire bir alabilirsiniz.' demiyor mu? Hakkını aldı.'

'Fakat: 'Bana bırakırsanız, hatta affederseniz mükâfatınızı ben veririm!' de diyor. Onu neden düşünemiyorsun? Şimdi vicdanın sızlamıyor mu?'

'Hayır! Asla!..'

'Doğru, kızım. Bende kabahat! Yılanın başını küçükken ezmek lazımdı. Ben ezmemekle hata ettim. Sende vicdan yok ki merhamet olsun!' demesini bekliyorum.

Belki dedi de benim yanımda demedi. Duymadım. Genelde böyle durumlarda bazıları için böyle der ama ona demedi işte! Çocukların yanında büyükler eleştirilmezdi. Bu bir kuraldı, evimizde. Belki daha ağır şeyler söyledi ona, benim yanımda demediği için zannediyordum ki yaptığım doğrudur.

Nedense benimle olan sorunlarda, kendimi bildim bileli hep onu haklı çıkarır, anında beraat ettirir. Büyük diye, onu benim önümde suçlu çıkarmaz, yanımda asla azarlamaz. Hatta ateşli bir savunucusudur. Ablamla ve benimle, ikisinden biriyle ilgili sorunlarda; babam annemi, annem babamı asla haksız çıkarmaz. Birbirlerini ölümüne desteklerler! Biri ne derse, diğeri de aynısını der. Biri bir terlik atsa; ona ya da bana; diğeri, aynı terliğin aynı tekini, atıldığı yerden alır, aynı yere atar. Defalarca olmuştur bu olay. Kaç kere sormuşumdur:

'Önünüzde diğer teki varken, neden aynı teki atıyorsunuz? Yerde başka terlik mi yok?' diye.

Demek ki o suçun cezası, birisi tarafından, o terliğin sağ teki suçlunun sırtına atılmak suretiyle verildiyse; diğeri asla itiraz etmiyor, aynen onaylıyor ve cezayı uygun bulduğunu, keseni desteklediğini, aynı teki, aynı yere, aynı hızla atarak belli ediyordu. Her konuda uyum içinde bir ebeveyndiler. Bu konuda da biri, diğerine aynen uyuyordu. Nadiren aksi olur, birisi müdafaaya geçerdi ki bu, ağır cezalardaydı. Ağır cezalarda temyiz hakkımızı kullanmakta, davayı bir üst makama götürmekteydik. Tabi ki üst makam genellikle babam oluyordu. Onun kararına göre bir alt makam, yani bana göre Şermin, ablam veya annem ceza alıyordu.

Bir de evimizde bazı akşamlarda 'eşek tokmak' oynuyorduk. Burada haklarımızı savunmayı öğreniyor, kanun önünde eşitliği idrak ediyor, yerine göre cezaya boyun eğerek, Türkiye Cumhuriyeti içinde kanunlara saygılı birer fert olmayı öğreniyorduk. Çok sevdiğim bir oyundu. Aile bireyleri akşamları bir araya geldiklerinden akşam yemeğinden hemen sonra oynuyorduk.

Yerde bir takoz, üzerinde bir mil, ona bağlı bir tahta ok... Kişi sayısına göre üzerlerinde; suçlu, tokmak, hâkim, mübaşir gibi sözcükler yazılı katlanmış kâğıt parçaları... Ben okuyamıyor, fakat onları tanıyordum. Bir kişi onları karıştırıp atıyor, herkes birer tane alıp, ne olduğunu görüyor ama belli etmiyor. Sıra kimdeyse; o, oku çeviriyor, kimde durursa, ok kimi gösterirse, o davacı oluyor, suçluyu tahmin etmek zorunda kalıyordu. Kimse kendisini belli etmiyor, ona:

'Eşeğini kim çaldı? Et davanı, kimden edeceksen?' diyorlardı. O birisini işaret ediyor:

'Şermin'den ediyorum!' diyordu mesela. Şermin:

'Ben hâkim'im. Tokmak kim? Hâkim'e hakaret etti bu! Ona on sopa vurun! Ya da şarkı söylesin. Horoz gibi ötsün! Aslan gibi üç kere kükresin! Bir fıkra anlatsın! Şiir okusun!' falan diye ceza kesiyordu.

Suçlu beraat etmiş oluyordu. Davacı cezalandırılıyordu. ?Suçlu' yazılı kâğıdı çekeni bulursa; ceza, hâkim tarafından ona kesiliyor, davacı kurtuluyordu. İşte böyle eğlenceli bir oyundu ve düzeneği babam yapmıştı. O da bizimle oynuyordu. Bütün aile fertleri oynamak zorundaydı. Öyle tadı çıkıyordu. En güzeli de Şermin'in babama ceza kesmesiydi. Çok komik oluyordu!.. Koşa koşa evin etrafında yedi tur attırtıyordu, öğretmenine! O da kurallara uyuyordu. Çok mutluyduk, çok! Öğretmen çocuğu olmanın avantajlarıydı, bunlar.

Bana yapılan haksızlık karşısında; ben, bire on alması için Allah'a havale etmeyi bilmiyordum; ablamın sözüne uyarak, öğrettiği intikam alma, yani bire bir misilleme yaparak cezalandırma hakkımı kullandım, Allah'a havale etmeyi sonradan, annemden öğrendim. Bunu yaparken de yaptıktan sonra da vicdanım sızlamadı. Çünkü ablamın, bana ait bir şeyi aldırttığını sanıyordum:

'Çalmadım, hakkını değil, hakkımı aldım!' diyordum. Ablamsa:

'Taş atmak, kafa yarmak nasılmış, gördü! Kulağına her eli gittiğinde taktığın küpeyi hissedecek, her aynaya baktığında görecek!' diye keyfediyor, kıkır kıkır gülüyordu.

Yeryüzünde onun kadar merhametsiz yoktur! Bahçedeki solucanları çapayla, küreğin ucuyla ikiye böler, onların kıvranışlarını, yarım yarım yollarına devam etme çabalarını izler, tekrar yakalar, onları da birer santimlik parçalara böler, yok edinceye kadar eğlenirdi. Salyangozların evlerini taşla başlarına yıkar, sümüklü böceklerin üzerlerine tuz ekerdi. Onların tortop oluşlarını, sarararak, kıvranışlarını, daha sonra da üzerlerindeki tuzu, saydam bir tabaka salgılayarak atmaya çalışışlarını seyreder, yavaş yavaş uzaklaştıklarını görünce, daha çok tuz serper; bu defa onlar, tutundukları duvarda, yere düşecek kadar büzülürler, boncuk gibi olurlar; o zaman da taşla yerde ezmeye çalışırdı. Sağa sola kayarlar, sonunda kocaman insanoğlunun acımasızlığı karşısında ezilir giderlerdi.

İç organları dışarıya çıkan salyangoz ve sümüklüböceklerin kokusunu alan, incecik sarı karıncalar anında üşüşür, cenazeyi kaldırırlardı.

Karıncalar... Mezara düştüğümüzde ilk ziyaretimize gelecek olan en vefalı dostlarımız... Leş yiyiciler... Doğanın temizlik elemanları... Hani o Firavun'un sarayını yıkan karınca ordusunun beden öğütücü taburu... Terminatör bölüğü...

Karşı komşunun evinde kapana kısılan fareyi su dolu tenekenin içine daldırdılar, ben merakla seyrettim, o zevkle... Diyelim ki bu normal. O bir zararlıydı. Ölmesi gerekiyordu. Ormana götürüp salıverecek değildiler ya. Olması gereken oymuş.

Ya ablamın, yaralı fareyi diri diri yakmasına ne demeli? Bir keresinde; akşam, dışardan gürültü gelince, acele bahçeye çıkmıştı. Yalınayak koşarak betona gelince, kaçmakta olan bir fındık faresinin burnuna basarak öldürmüş. Nasıl bir zamanlamaysa; garibimin eceli gelmiş, bu da sebep olacak ya, fare katili; o kaçarken, bu koşarken rastlaşmışlar. Kadifemsi yumuşacık tüylerle sağ ayağının başparmağının altı buluşmuş. Ölememiş, can çekişmekteymiş. O kadar tiksindi ki koşup, gazyağı şişesini aldı, onu değnekle toprağa çekti, üstüne gazyağı döktü ve ateşledi. Kıl, et ve yağ kokusu yayıldı etrafa. İğrençti!.. Kemikleri görününce söndürdü. Kemik sistemini inceledi. Olay bahçede oldu. Anneme söylemeye gittim. Gelip baktı, o dışarıda cızbız olurken:

'Ne yaptın sen? Çok iğrenç ve kötü bir şey yaptın, onu yakmakla! Hem de ne kadar günaha girdin!..'

'Neden? Ölsün diye yaktım. Acı çekmesin diye... Can çekişiyordu. Öyle mi bıraksaydım? Bacağı kırılan atları vurmazlar mı?'

'Onunla bu bir mi? Bir taşla ya da sopayla öldürseydin, madem acı çekmesini istemiyordun. Sen ne yaptın? Yaktın!.. Zaten nefes alamıyormuş, bir de ateşe attın!.. Canlıları yakmak Allah'a mahsustur. Bir canlıyı yakmak kadar günah bir şey yoktur! Ölüsünü bile yakmamız bize yasaklanmıştır. Kaldı ki dirisini... Canlı; ağaç olsun, çiçek, böcek, insan; ne tür olursa olsun, nefes alan hiçbir yaratığı yakmaya hakkın yok senin! Dağlama hakkın bile yok! Öyle ki eskiden kılıç yaralarını dağlayarak tedavi ederlermiş, acı üstüne acı veren bu tatbikat, Peygamber Efendimiz tarafından yasaklanmış.

Yabancılar, özellikle Amerikalılar, atlara, ineklere damga vururlar. Bazı kovboy filmlerinde görmüşsündür. Hayvan hırsızlığını engellemek için o çiftliğin armasının ya da sahibinin isminin ve soyadının baş harflerinin amblemleştirildiği demir döküm kalıbı ateşte nar gibi kızartırlar, büyükbaş hayvanların sağrılarına basarlar. Hayvanların nasıl canları yanar! Etrafa kıl ve yanık et kokusu yayılır. Güya moderndirler, çağdaştırlar, tabiatı severler, hayvan sever ve hümanisttirler.'

'Onlarda adet olmuş. Öyle görmüşler.'

'Olmaz olsun öyle adet! Huzur-u Mahşer'de bu fareye yaptığının hesabını vereceksin! Belki de seni de ensenden tutup cehenneme atacaklar, yanmak nasılmış, göreceksin. Acımayana acımayacaklar. Orada merhamet etmeyene merhamet edilmez.'

'Ama bunlar zararlı hayvanlar. Hem can çekişiyordu.'

'Olsun. Can çekişiyor olsa da yakma hakkın yok! Allah, Kahhar sıfatı ile ateşle tehdit etmekte bizi ve cinleri. O hak sadece ona mahsustur. Bu hayvanla nasıl hesaplaşacaksın, Allah'ın Huzurunda? Onu da seni de diriltip; hayvanları, insanları ve cinleri, birbirleriyle hesaplaşmak için topladığı Mahşer Yeri'nde; o, senden davacı olduğu zaman, ona hakkını nasıl helal ettireceksin? Hesaplaşma bitince hayvanlara:

'Türap olun!' diyecek.

'Keşke ben de onlar gibi toprak olup yok olsam!' diyeceksin. Ya da: 'Bana bir yaşama hakkı daha verilsin! O zaman bu yaptıklarımı asla yapmam! Bir daha yeryüzüne gönderilsem, bu yaptıklarımı asla yapmam!..' diyeceksin, çaresizlik içinde yalvarırken ama senden bu dilek kabul edilmeyecek ve ne yazık ki belki de sen, bu fare gibi ateşe atılacaksın! Orada ne kadar zavallı ve çaresiz olacaksın!..'

'Bir şey olmaz! Allah affeder.'

'Kul hakkını affetmez!.. Sen ne kadar cesaretlisin! Hem o ateş, bu ateş gibi olmayacak. Bu ateş onun seksende biri kadar bile sıcak değil. Hadisler ışığında, cehennemin ateşi, güneşin harareti kadar. Kaç derecedir, güneşin harareti? Kitaplarınız kaç derece olduğunu yazıyor? Cehennem için, dünyanın bir milyon misli büyük olduğu söyleniyor. Belki de cehennem güneş... O da dünyanın bir milyon katı büyüklüğe sahip ve Allah- ü Teala, rahmetiyle onu, şimdilik hepimize hizmet ettirmekte... Cehennem yaklaştırıldığında homurtusunun duyulacağı rivayet edilmekte... Güneşte de yanma sesleri ve patlamalar olmakta... Kıyamet koptuğunda büyük olanın küçüğü çekeceği belli... Mutlaka dünya ona yaklaşacak.'

'Ona yaklaşırsak erir, fare gibi kül oluruz. Bir kere yanacağız ve öleceğiz onun gibi. Dünya da erir.'

'Ah!.. Keşke!.. Ölsek de kurtulsak, bir kere yandığımızda!.. Kıyamet koptuğunda, ölüm de öldürülüyor. Orada sonsuza kadar ya da işlenen günah kadar yanmak var!.. Allah-ü Teala nasıl takdir ettiyse... Allah o günün dehşetinden hepimizi korusuın!'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

04 Şubat 2011 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    Onur hanım gerçekten harika bir anlatım.. çok beğendim Selamlar