Çınar'ın Yağmuru

Hayat ne kadar zor bazen; Şimdi şu sıcacık yataktan kalkacaksın ve buz gibi soğuğa rağmen evden çıkıp, okulun yolunu tutacaksın. Hadi sen kalkmadın diyelim tam beş dakika sonra sevgili annen gelecek ve seni nerdeyse sürüyerek yatağından çıkarıp okul için hazırlanman konusunda binlerce kelimeyi ardı ardına sıralayacak. Kaldı ki sadece öyle olursa şanslısın, bir de her sabah bunu yaptığından girip, komşunun kızı kokoş Mihri'nin nasıl bir örnek evlat olduğundan çıkmasıyla son bulan uzun bir nutuk dinleyebilirsin. E o zaman ne yapmalı komutan gelmeden sürünerek bile olsa bu yataktan kalkmalı. Okula geç kalıp, geleceğimle ilgili çok mühim dersleri kaçırmayı istemem doğrusu. Daha edebiyat dersinde uyuyacağım, matematikte havuz dolduracağım vs vs.

Yataktan kalkıp, üstümü giydikten sonra oturma odasına geçtim. Babam görevden yeni gelmişti. Yeni söndürülmüş sigaranın kokusu evin her yanını kaplamıştı. Elimle ortalığı havalandırıp anneme baktım. Gene her zaman ki yerindeydi. Sabaha kadar uyumadığı, iyice belirginleşen gözaltı torbalarından artık daha da belli oluyordu. Beni mutfak kapısında görünce eline çaydanlığı alıp 'Kalktın mı?' diye sordu. Bense her zaman ki hayatı ti'ye alma modunda gözlerimi ona doğru belertip 'Sence?' diye sordum. Yüzünde uyuşuk bir gülümseme ve her zaman ki gibi sakin bir ses tonuyla 'Hadi çayını doldurdum. Soğutmadan iç.' Deyip masanın üstüne harçlığımı bıraktı her pazartesi yaptığı gibi. Arkadaşlarımın her gün anlattığı gibi bir kalkış seremonisi yaşanmazdı bizim evde. Ben her sabah yataktan kurulmuş saat gibi kalkar ve annemi mutfakta beni beklerken bulurdum. Sanki sabaha kadar nöbet tutmuş gibi bir hal olurdu yüzünde. Neyse! Fazla da takmamak lazım hayatı herkes yaşaması gerektiği gibi yaşıyor işte.

Babam İstanbul'a tayin olalı bir ay olmuştu. Küçük bir şehirden gelip bu koca şehirde kaybolmak... Tamam, kabul ediyorum, Türk filmlerinden alışkın olduğumuz o sahneyi yapmayı hep çok istemiştim. Belki hatırlayanınız vardır. Köylü genç, yağız bir delikanlı trenden iner ve garın merdivenlerinden İstanbul'un görkemine bakıp elinde ki tahta bavula sıkıca sarınıp 'Seni yeneceğim İstanbul.' Der. Ya da buna benzer bir şey. Gerçekten İstanbul yenilecek bir şehir miydi? Yoksa bu hayatta yenmemiz gereken bambaşka şeyler mi vardı? Kim bilir? Yaşadıkça göreceğiz. Ömrümüz nereye kadar yeterse.

70 yaşında bir ihtiyar gibi konuştum değil mi? Belki merak etmişsinizdir. Kendimi tanıtayım. Ben Yağmur! 17 yaşımdayım. Sıradan bir genç kızım. Babamın tayin işleri yüzünden okula iki sene geç başlamışım. Artık ne bitmez işlerse. Neyse çokta takmıyorum bu durumu. Zaten arkadaşlarımdan büyük göstermediğim için pek sorun olmuyor. Okulla ev arasında tek vasıta ile kalabalık bir yarım saat geçirip, bir hengâmenin içinde tıpkı bu sabah olduğu gibi her sabah yolculuklar yapıyorum. Uzun yolculuklar bana iyi geliyor. Hele de şansım var ve ben popomu koyacak bir koltuk bulduysam değmeyin keyfime. Her şeyi incelerim ben. Sakın röntgenci falan sanmayın ha! Kesinlikle değilim. Tabi arada şöyle gözümü gönlümü açacak hoş tipler olursa bana da hak verin. Göz bu; kayıyor anasını satayım.

Evet, gene geldik okulun kapısına. Her sabah olduğu gibi ve her pazartesi günü; yağmura rağmen Atamıza saygı ve İstiklal marşı söyleniyor ve biz sınıflara doğru büyük bir curcunayla yol alıyoruz. Pelin var, en yakın arkadaşım. Sırada yakalayamadık birbirimizi ama sınıfın kapısında yapışıyor koluma. Mevzuu gene aynı; Yine âşık olmuş haspam. 'Bu kaçıncı?' diye soracak oluyorum sonra şu benim meşhur iç ses beliriyor bir yerlerde 'Boş ver âşık olsun. Sanki bir daha mı geleceğiz dünyaya?' diyor. İçten içe ben de ona hak veriyorum. Pelin'in tatlı, sevimli yüzüne gülüp keyifle sıralarımıza geçiyoruz. Ders kitapları açılıyor, tarihten bile eski olan tarih hocamız içeri giriyor ve dakikalar sonra gene gözlerim yarı açık uyuklarken buluyorum kendimi. Hayat bazen ne kadar da zor değil mi? Hiçbir zaman olmak istediğimiz yerde olamıyoruz. Hep bir şeyler eksik ya da erken ya da geç kalıyor bize. Belki de biz onlara eksik, geç ya da erken varıyoruz.

Okul bitiş zili çalar çalmaz Pelin gene koluma yapışıyor. Yeni aşkıyla okulun yanında ki kafede buluşmak için sözleşmişler. 'Benim ne işim var?' diyorum. 'Hadi ama. O arkadaşıyla gelecekmiş. Şimdi yalnız mı gideyim?' Deyince ben de yelkenler fora oluyor. Çantamı boynumdan aşırıp tutuyoruz kafenin yolunu. Biz gittiğimizde onlar çoktan gelmişler bile. Oturmuş bir de üstüne iki kola söylemişler. Diyorum içimden 'Bu ne hız?' Pelin'in ki sanki gözümden anlamış gibi yanıt veriyor. 'Ders boştu okulda beklemeyelim dedik.' 'Aman canım çok iyi etmişsiniz.' Der gibi bakıp boşta kalan sandalyeye kuruluyorum hemen. Ahmet, Pelin, Ahmet'in arkadaşı Çınar ve ben; okeye dördüncü aramaya gerek kalmadan başlıyor bir sohbet.

Çınar; benim aksime daha sessiz biri. Uzun boylu, eh yüzüne de bakılır cinsten. Bu Ahmet hödüğünün yanında daha da bir yakışıklı görünüyor gözüme. Ama gene de standart ölçülerime bakarak kalbim tatlı bir Ivana Sert oluyor ve 'Bizimle değilsin.' Diyor çocuğa. Ama Pelin bu, illa her yere peşinden sürüyecek beni. Okulda ki tek arkadaşım, daha doğrusu katlanabildiğim tek insan olduğu için ben de kıramıyorum onu. Hafta sonu sinemaya gitmek için sözleşerek ayrılıyoruz kafeden. Kendimi eski Türk filmlerinde muhallebicilerde sözleşen çiftler gibi hissediyorum bir an. Yüzüme anlamsız bir gülücük yayılıyor. Çınar hemen söze girip tam vedalaşma anında 'Gülmek sana yakışıyor.' Deyince ise benim cicikler yavaştan bir cağşıyor. E sonuçta ben de genç bir kızım. İltifat hoşuma gidiyor. Onlardan ayrılıp otobüs durağına ve hatta oradan eve gelene kadar bütün yol boyunca, üstelikte ayakta Pelin'den Ahmet'i dinlemek ise paha biçilemez doğrusu. O gün karar veriyorum. Eğer ölmeden önce voleyi vurur ve büyük ikramiyeyi kazanırsam bu kızın çenesini sigortalattıracağım.

Eve geldiğimde ise kurulmuş saat gibi yataktan yeni kalkan annem karşılıyor beni. Bu arada ben tek çocuğum. Bizimkiler benden sonra imalatı durdurmuş fabrikayı kapatmış sizin anlayacağınız Artık ne kadar canlarından bezdirdiysem. Neyse şimdi küçüklük şöhretimden bahsedip sizi bunalıma sokmayım değil mi? 'Karnın aç mı?' diye soruyor usulca. Her zaman nasıl koruyor bu ses tonunu hayret? İnsan hiç mi bir şeye sinirlenmez? Aklım almıyor bazen annemde ki bu dinginliği ama artık pek sorgulamıyorum da.

Akşam yemeğinden sonra derslerimi yapmak için odama geçiyorum. Babam gene nöbete gitmiş. Kulaklıktan şarkı dinlemeyi sevmediğim için açıyorum PC mi, giriyorum müziklerime ve başlıyor Bruno Mars'la aşka yolculuğum. Arada Tracy Chapman'de dinlediğim oluyor ama favorim Bruno özellikle de 'The Lazy Song' namı değer 'Tembel şarkı.' Şu aralar tamamen hayat felsefem olmuş durumda. Az ders çok tembellik modunda biraz vakit geçirip her zaman ki ritüeli gerçekleştirmek üzere odamdan çıkıyorum. Çünkü telefonumun alarmı gene çalıyor. Mutfağa gidip gerekeni yaptıktan sonra tekrardan içeri dönüyorum. Annemin yanına birkaç dakika oturup TV'de ne izlediğini anlamaya çalışıyorum. Gene bir belgesel kanalı açmış ve hiç umut olmadığı halde aynı şeyleri izleyip duruyor. 'Ben yatıyorum.' Deyip yanından kalkıyorum. 'İhmal etmedin değil mi?' diye soruyor ardım sıra, açtığım kapının kulpundan tutmuş halde bekleyip 'Etmedim.' Diyorum. Ve odama geçiyorum. İçimden geçenlerse 'neden soruyor ki hep aynı soruyu? Nasıl olsa her zaman kontrol ediyor.' Oluyor. Ama sesini bile yükseltmeyen bu kadınla tartışmaktan hiç zevk almadığım için usulca yatağıma gitmeyi tercih ediyorum.

Gözlerimi kapadığımda aklıma hiçbir şey gelmiyor. Komodinimin üstünde duran küçük dua kitabını alıp dualara bakıyorum. Bir kaç dua okuyup sonra da ışığı kapatıp uyuyorum. Biliyorum ben uyurken gelecek ve yine aynı şeyler olacak. Artık buna alıştığım için uyumam zor olmuyor. Haftanın diğer günleri birbirini hızla takip ederken ben de aynı hızla uyuyor, uyanıyorum. Hafta sonu sözleştiğimiz gibi sinema salonunun önünde Ahmet ve Çınar'la buluşuyoruz. Anladığım kadarıyla Pelin ve Ahmet baya samimi olmuşlar. El ele tutuşuyorlar artık. O kafede ki utangaç halleri pek kalmamış. Salona girerken Çınar bana sıra veriyor, önce benim oturmamı bekliyor koltuğa. 'Bu zaman da böylesi kaldı mı?' diyorum içten içe. Ve devam ediyor iç sesim. 'Tıpkı eski Türk filmlerinde ki...' tamam tamam sustum. Ne yapayım seviyorum eski Türk filmlerini Orada hep mutlu son oluyor. Yani genelde. Celal'le Ceren'e katıla katıla gülüp çıkıyoruz salondan. Bu arada gülmek Çınar'a da yakışıyormuş onu fark ediyorum. Dışarı çıktığımızda gene bir kafenin yolunu tutuyoruz. Pencere kenarı, yeni boşalmış masaya hep birlikte hücum edip güzelce kuruluyoruz. Ahmet ve Çınar bir el tavla sevdasına tutuşmuşken ben dışarıyı seyrediyorum. Hala yağmur yağıyor. İnsanlar hep bir yerlere kaçışma telaşında. Oysa elimde olsa ne çok istiyorum çıkıp o yağmur iliklerime işleyene kadar altında dolaşmayı Ama şimdilik bu imkânsız. Usulca, kimsenin ruhu duymadan hayallerimi, kalbimin saklı cebine sıkıştırıp tekrar oyuna dönüyorum. Ahmet 4-3 önde. 'Ben atabilir miyim zarları?' diye soruyorum Çınar'a. 'Tabiî ki de.' Diyor.

Sıkıca sallayıp bırakıyorum tavla tahtasının ortasına dönüyor dönüyor ve düşeş geliyor. 'Çok şanslısın sen.' Diyor Çınar. Ben de gülümseyip 'Ne demezsin.' Diye karşılık veriyorum. 4-3 ten 5-4 dönen oyunu benim sayemde Çınar kazanıyor. 'O zaman Salı günü okul çıkışı sana bir pizza ısmarlarım.' Diyor 'Tamam ama büyük boy olsun.' Diyorum. Gülümsüyor. 'Sen yerim dedikten sonra büyük boy tabiî ki de.' Deyip onaylıyor beni. Salı günü geldiğinde ise buluştuğumuz Pizzahut'ın önünde Ahmet'in gelmediğini görünce Pelin biraz bozuluyor. 'Dedesi rahatsızlanmış. O yüzden gelemedi.' Diyor Çınar. Beraber pizzaları yiyoruz ama Pelin bir müddet sonra 'Ben eve gidiyorum. Sıkıldım.' Deyip yanımızdan ayrılıyor. Çınar'la ilk kez yalnız kalıyoruz.

Pelin'in ardından biz de fazla oturmuyoruz. Otobüs durağına doğru ağır ağır ilerlerken Çınar; sessizliği bozup 'Dedesinin durumu ağır sanırım. Yoksa Pelin'i yalnız bırakmaz ya da haber verirdi.' Diyor. Bende 'Olabilir. Ben Pelin'e söylerim merak etme sen' diyorum. O ise konuya devam ediyor. 'Ahmet dedesine çok düşkün, babası yurt dışında çalışırken o hep dedesinin yanında kalmış. Geçen sene de babaannesi vefat etti. Şimdi dedesine de bir şey olursa diye korkuyor.' Diyor bense derin düşüncelere dalmış ruhumu o kuyudan çıkarıp 'Ölüm herkes için var. Hepimiz bir gün öleceğiz. Ahmet'in de artık buna hazırlıklı olması lazım.' Diyorum. 'Sen korkmuyor musun ölümden?' diyor. 'Korkmuyorum.' Diyorum. Susuyor. Ben de susuyorum. Belki de ölümden bu kadar kolay bahsetmem hoşuna gitmiyor. Ama otobüse binene kadar çıt çıkmıyor aramızda. Sonra ki hafta Ahmet'in dedesinin vefat haberini alıyoruz.

Pelin 'Ayıp olur. En azından benim de gidip Ahmet'e başsağlığı dilemem gerekir.' Deyip beni de peşinden sürüyor gene. Ahmet'lerin evinin önünde bizi Çınar karşılıyor. 'Kolay buldunuz mu?' diye soruyor bana. Bende elimde ki telefonu gösterip 'Kırk kere aradın. Artık bulamasaydık ayıp olurdu.' Diyorum. Gülmekle gülmemek arası bir tebessüm yerleşiyor dudaklarımıza usulca içeri giriyoruz. Ve işte o an bambaşka bir dünya beliriyor 17 senelik kısacık hayatımda.

İnsanlar ölümün geleceğini hep bilir ama sanki o hiç olmayacakmış gibi yaşar. O evden içeri girince ölümden ziyade sevenlerin birbiriyle acılarını paylaşma şeklini görüyorum. İlk kez birinin ardından duyulan acıyı gözlerden okuyabiliyorum. Ahmet bizi görünce oturduğu yerden ayağa kalkıyor zorlukla. Babası desen o da öyle. İkisinin de gözleri kan çanağı. Hala ağlıyorlar demek ki? Demek ki hemen geçmiyor ölüm acısı? Bu düşüncelerle orada biraz zaman geçirip durağa doğru yürümeye başlıyorum. Çınar'da yanımda beraberce yürüyoruz. Pelin orada biraz daha kalmak isteyince Çınar beni yalnız bırakmak istemiyor.

'İnsanlar ne tuhaf değil mi?' diyorum Çınar'a. 'Bir şey mi oldu?' diye soruyor hemen. 'Olan bir şey yok. Bu hayatın değişmez kuralı.' Diyorum. 'Neymiş o?' diyor. 'Ölüm.' Diyorum. 'Bunda tuhaf olan ne? Doğduysak öleceğiz.' Diyor. 'İşte sorunda orada; Ölümü biliyoruz. Öleceğimizi biliyoruz. Ama öleceğini bile bile birilerine âşık da olabiliyoruz.' Çınar ellerini ceplerine sokup önümüzde ki boş yola doğru bakıyor. Bu çocukta sevdiğim nadir şeylerden biri yaşından olgun tavırları sanırım. Tıpkı bir felsefist gibi bana cevap veriyor. 'Bak şu boş yola. Burada durmuş otobüsün gelmesini bekliyoruz. Ama görünürde hiçbir şey yok Ölümde böyle işte. Bu boş yol gibi. Biz bekliyoruz. Beklerken sohbet ediyoruz. Vakit geçiyor. Ve bir müddet sonra otobüs beklediğimizi bile unutuyoruz. Yani biz onu beklesek de, beklemesek de o gelecek. Arada yaptıklarımız ise bize kalacak olanlar, Ya da geride bıraktıklarımıza.' Durakla ev arasında ki yolda düşünüp duruyorum bu sözleri.

Eve girdiğimde babam akşam yemeği için sofraya kurulmuş bile. Annem mercimek çorbası yapmış, yanına çoban salata. Oturup afiyetle yiyoruz. Ben ise bakışlarımı onlardan alamıyorum. Çünkü onların; durağa geleceğini bildikleri otobüsün, biraz daha geç gelmesi için senelerdir dua ettiklerini bu gün daha iyi anlıyorum.

Babamın; benim daha iyi şartlarda tedavi olmam için tayinini bu şehre aldırdığını, annemin; her gece sabaha kadar 'uykusunda ölür mü?' korkusuyla başımda sabahladığını, ben kurmadan telefonumun saatini kurup ilaçlarımı düzenli almam için uğraştığını biliyorum. İlaçlarımı bir ara almayı reddettiğim için şimdi içtiğimi söylesem bile mutlaka benim ardımdan kontrol ettiğini, Anlamadığı dillerde ki belgeselleri izleyip hastalığıma çare olur mu diye saatlerce baktığını, benim yüzümden panik atak krizleri geçirdiği için sinir hapları kullandığını biliyorum. Gündüz ben okuldayken uyuduğunu ben geldiğim de ise hayatın onun için tekrar başladığını fark ediyorum. Birden aklıma geliyor ya benim olmayışım. Bugün Ahmet'in evine gittiğimde ilk kez karşılaştığım gerçekler geliyor aklıma. Odama çekildiğim anlarda daha da dibine vuruyorum bu düşüncelerin. Birinin yokluğunu beklemekle, yokluğuna engel olmaya çalışmak ya da yokluğuna alışmak zorunda olacağını bilmek hepsi ayrı ayrı acı veriyor olmalı insana.

Yorganı başımın üstüne çekip yatağıma uzanıyorum. Bu gece hemen kapatmıyorum yanı başımda ki abajurun ışığını. Bu annem için kurulmuş alarm gibi; ışık sönüyor yarım saat sonra nöbete başlıyor. Biraz daha düşünüyorum Gidenin ardından yaşanılanları. Çekilen acıları. Sonra kendi ölümüme üzülürken buluyorum kendimi. Öldüğüm için değil yanlış anlaşılmasın. Ben ölünce ardımdan dökülecek gözyaşı için. 'Nasıl katlanılır ki bu acıya?' diye söyleniyorum. Anne babamın yokluğu bir anlık da olsa geliyor aklıma. 'Ya onlar? Ben gidince ne yapacaklar?' Sessizce ağlamaya başlıyorum. İlk kez ölmekten korkuyorum o an. Ne izleyemeyeceğim filmler geliyor aklıma, ne gidemeyeceğim konserler, ne yaşayamayacağım aşklar, ne doğuramayacağım çocuklar. Bu dünya ile ilgili hiçbir beklentim yok aslında. Belki de bu hastalıkla doğduğum için umut etmiyorum hiçbir şey. Ama anne babama ölümümün vereceği acı sessiz akan gözyaşlarımı daha da hırçınlaştırıyor. Yorganı dişlerimin arasında sıkıp, sesim duyulmasın diye daha da bastırıyorum. Tıpkı eski Türk...


Ertesi sabah okula gittiğimde kapıda beni Çınar karşılıyor. 'Lanet Yağmur, bitmedi gitti.' Diyorum gülüyor. 'Her şeye muhalefet olmak zorunda mısın?' diyor. Bozuluyorum biraz neden bilmem. 'Hadi derse geç kalacağız.' Diyorum beyimizin umuru değil. ' Bu gün okuldan kaçalım mı?' diye soruyor. Annemin her gün okulu aradığını bildiğim için önce 'Yapamam.' Diyorum. Ama Çınar çok üsteleyince annemi arayıp 'Bugün arkadaşla beraber ödev için büyük kütüphaneye gidip araştırma yapacağız. O nedenle derslere girmeyeceğim.' Diyorum 'Peki, ama eve geç kalma.' Diyor annem, Çınar ise 'Tamam mı?' diye sorup benden tamam anlamında ki baş sallama işaretini görünce önce boynumda ki çantayı alıp kendi boynuna takıyor. 'Hayırdır? Ne oluyor?' diye sorunca bir yandan kendi kitaplarını yerleştirip bir yandan da 'benim kitaplarım da bunda dursun. Yağmurda ıslanır yoksa.' Deyip gülümsüyor.' Peki.' Diyorum. Bu seferde elini uzatıyor bana. Bu sefer daha ciddi bir ifadeyle aynı soruyu soruyorum. Ama cevap vermek yerine elime uzanıp sıkıca kavrıyor ve 'Burada fazla durursak, hocalara yakalanacağız.' Deyip elimden çekiyor. Kendi önde ben arkada koşmaya başlıyoruz.

Yağmur deli gibi yağarken aramızda ne olduğunu bile anlamadığım bir çocukla Eski Türk filmlerinde ki gibi... Şaka şaka anlayın işte koşuyoruz. Nereye koştuğumuzu bile bilmeden. Okulun ilerisinde ki parka doğru olan uzun yolculuğumuzda, yağmur başımızdan aşağı oluk oluk akarken birden en çok yapmak istediğim şeyler arasında olduğunu fark ediyorum. Parkta ki şadırvanlardan birinin altına girip oturuyoruz yan yana hem de hala el ele. İkimiz de nefes nefese. O kadar koşmuşuz ki ikimizde yorulmuşuz Ya da heyecandan. Kim bilir? Ben etrafı incelerken birden bana dönüyor Çınar ve elimi hafifçe bırakıp 'Aslında benim sana sormak istediğim bir şey var.' Diyor. 'Ne?' diyorum sanki bilmiyormuş gibi. O ise aynı heyecanla devam ediyor. 'Çınarların sonsuz olduğunu bilir misin?' diyor. İçimden 'Ne bu ya? Bilgi yarışmasında falan mıyız?' diye geçirirken Çınar devam ediyor. 'Çınar ağacının yaşamak için sadece yağmura ihtiyacı vardır. Allah ona öyle bir güç vermiştir ki yaşaması için Onu Yağmura bağlı kılmıştır. Ben galiba Yağmurumu buldum.' Aman Allah'ım tıpkı eski Türk filmlerin... Tamam sustum. 'Sevgilim olur musun?' diyor bana.

Birden donup kalıyorum. Ne diyeceğimi bilemeden ki bu nadir görülen bir durumdur çünkü genel de her şeye verecek bir cevabım vardır. Bir iki dakika düşünüp Çınar'ın eline uzanıyorum ve orda hayatımın en önemli cevabını veriyorum. 'Sevgilin olamam.' Suratı asılıyor. Neden diye bile sormuyor. Ama ben hala gülümsemeye devam ediyorum. Sonra parka dönen yüzünü kendime çevirip önce saçlarından yüzüne akmaya devam eden yağmur sularını cebimden çıkardığım kâğıt mendille hafifçe silip 'Sevgilin olamam ama sevdiğin olabilirim. Ve ben de seni severim. Hem de sonsuza dek.' Diyorum. İşte o anda tekrardan kan geliyor Çınar'ın yüzüne. Garip ama neden sevgilisi olamayacağımı hiç sormuyor. Belki de zamanla gelişir diye düşündüğü için kim bilir?

O parkta saatlerce kalıyoruz öyle el ele. Hava kararmaya başladığı an da ise ilk önce Çınar ayaklanıyor 'Hadi seni evine bırakayım. Annen merak etmiştir.' 'Tamam.' Diyorum ayağa kalkıp durağa yöneliyoruz. Ortalarda kimsecikler yok. Durakta da uzanıyorum ellerine. Belki de ne girişken kız diyor. Muzurca sırıtıp 'Çok üşüyorum.' Diyorum. Ben öyle deyince elini omzuma atıyor. Sımsıkı sarılıyor. Bir akşam kızıllığı, bir otobüs durağı, bir o, bir ben, bir de Allah şahit oluyor kalbimize dolan ilk aşkın hüzünlü kıpırtılarına. Hiç teklifsiz alnıma anlık bir öpücük konduruyor. Ne o korkuyor, ne de ben.

Ertesi gün hastalandığım için yatakta ateşler içinde yatıyorum. Pelin'den duyuyorum o da hastalanmış yatıyormuş. Bir hafta sonra ben hala iyileşmeyince Ahmet, Pelin ve Çınar bize geçmiş olsuna geliyorlar. Babam izinli ben hastalandım hastalanalı evde. Onları kapıda karşılıyor. Odamın açık olan kapısından Çınar'ın o çekingen halini görmekse oldukça komik. Biraz yanımda oturuyorlar sonra annem onları yanına çağırıyor. 'Yağmur'un mikrop kapmaması gerek. Size bir şeyler hazırladım. Gelin çocuklar burada yiyin.' Diye. Yarım saat kadar sonra ise izin isteyip ayağa kalkıyorlar. Kapıdan çıkmak için hazırlanırlarken Çınar birden telaşlanıp 'Telefonumu Yağmur'un odasında unuttum.' Deyip benim odama geliyor. Hızla gelip, yatağımın yanına eğilip, kaşık kadar kalmış yüzümü ellerinin arasına alıyor. Ve aynı hızla dudağıma küçük bir öpücük kondurup çok kısık bir sesle 'Seni çok özledim. Çabuk iyileş.' Dedikten sonra aynı hızla ayağa kalkıp son kez bana bakıyor ama bu sefer her zaman gülen gözbebeklerinde tuhaf bir hüzün var. Ve son bakışın ardından odadan çıkıyor. Galiba o da artık gerçeği biliyor. Ne zaman bize yetiyor ne de biz zamana güç yetirebiliyoruz.

İşte bu Çınar'ı son görüşüm oluyor. Kendisini göremesem de beş altı kez telefonda konuştuk daha sonra. Ama artık iyice halsizleşen bedenim ve saçma hastalığım yüzünden çöken çehremi ona göstermek istemediğim için yanıma gelme isteğini hep geri çevirdim. Beni hep o parkta ki gibi hatırlasın istedim. Onlar evden ayrıldıktan 2 hafta kadar sonra annem soğuk bedenimi yatağın içinde buluyor. Zavallı kadın İlk kez yanı başımda uykuya yenik düşerken, bunların olacağını, ölmek için onun uyumasını beklediğimi anlıyor.

Ben Yağmur, Çınar'ın Yağmur'u. O'nu sonsuza kadar yaşatacak olan, O'na hayat verecek olan Yağmur. O sabah sonsuzluğa karıştım. Gözlerimi bir daha hiç o dünya da açamadım. Şimdi ise bekliyorum. Mahşer gününü bekliyorum. Yattığım toprak zeminin üstünde, kemiklerim bedenimden ayrılıp, ruhum hastalığın pençesinden kurtulurken sevdiklerime kavuşacağım günü iple çekiyorum. Ardımda annemi, babamı, Pelin'i ve bir de Çınar'ı bırakıyorum. Cenazemde ne kadar ağladıklarını görünce bir kez daha ölüm acısını yaşıyorum sanki. Ama biliyorum. Bir gün onlarda benim yanıma gelecekler. O günü iple çekeceğim.

Hayat ne garip değil mi? Tıpkı eski Türk filmlerinde ki gibi. Hasta kız ölür ve en son da acıklı bir 'SON' yazısı çıkar. Gözlerde iki damla yaş, boğazlarda buruk bir tat.

İstanbul sana yenilmedim. Sen bana en büyük aşkı verdin. Yağmurun da yıkandım, parklarında ilk aşkı tattım.

Öylesine bir hayatın kıyısında 17 senelik ömrüme birçok şey kattım. Vuslat günü gelene kadar her şeyim sana emanet. Onlara iyi bak...

SON

Yorumlarınızı, hikâyenin size an be an hissettirdiği duyguları merak ediyorum. Eğer beğenirseniz lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin. Ben de daha bir hevesle böyle tadımlık hikâyeler yazmaya devam edeyim...

25 Nisan 2013 21-22 dakika 22 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (3)
  • 12 yıl önce

    Tebrik ederim güzel bir hikaye ama bu hikayeyi senin değilde çınarın ağzından dinlemeyi isterdim. Yani keşke onun ağzından yazsaydın. Yüreğine sağlık. sevgiyle

  • 12 yıl önce

    Efsun Deniz hanım öncelikle güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Çınar'ın Yağmur'u isimli öykümün birde Yağmur'un Çınar'ı adlı devamı var. Bu gece onu da ekleyeceğim. bu nedenle Çınar'ın ağzından aynı olayları dinlemiş olacaksınız. Umarım onuda beğenirsiniz.

  • 12 yıl önce

    Öykülerde en zor olan şeylerden biri sanırım öykünün ruhunu karşıda okuyabilene yansıtabilmek olmalı, öykü güzel, öykü akıcı, konusuda güzel, hani eleştiri penceresinden bakmak gerekirse ki, aslında öykü iiki farklı anlatım ile sunulmuş, hani ben olsam dediğim zamanlardan biri olmasa da yani bunu ben yazsam şöyle yapardım diyemeyeceğim kadar güzel bir öykü, ama içinde yaşayanların dilinden dökülse çok daha hoş olurmuş ki burada Efsun hanıma katılıyorum, ama kalem güçlü gerçekten, bence hep yazmalısınız, hiç yorum almasanız bile, yazmak özgürlük bence, kaleminize ve emeğinize sağlık👍