Çirkin

Bir defasında, babası parasını ödeyemeyince, taba rengi panzottan yapılmış, kilidi bozuk olduğu için kapanamayan, iple bağlı yırtık bavulu eline tutuşturularak yurttan atılan bir kız arkadaşımı alıp bize getirdim. İdareten oturduğumuz öğrenci evi çok geniş sayılmazdı ama bir odamız boştu; orada kalabilirdi. Annem şiddetle karşı çıktı. Ailesinden uzaktaki bir genç kızın sorumluluğunu alamazmış. Bana kalsa arkadaşlarımın hepsini eve getirecektim. Kimsenin orada kalmasına razı değildim. Fakat şartlar onu gerektiriyordu.

Yazık oldu! Ne hayallerle gelmiştik, bir gece bile misafir edemedim. Geldiği gibi geri gitti. Yüreğim onunlaydı, içim acıyordu. Günlerce, yüzündeki çaresizliğin, gözlerindeki mahzun umutsuzluğun etkisinden kurtulamadım. Onu, çok yaşlı olduğu için Babaannene diye anılan emekli bir öğretmenin işlettiği, küçücük, sıkışık, yemek çıkmayan, loş ve berbat bir yurda yerleştirdik. Her odada beş altı ranza... Aralarında, sadece yürünecek kadar mesafe... Karanlık, rutubetli, kasvetli bir yer.

Semra; kara kuru, hatta sıska, kambur duruşlu, simsiyah kabarık kıvırcık saçlı, elmacık kemikleri dışarıda, çenesi içerde, cildi pürüzlü, sık, uzun ve kıvrık kirpiklerinden, çukuruna kaçmış küçücük kapkara gözleri görünmeyen, seyrek ve sarı dişli, grapon kâğıdı gibi incecik derili kalın dudaklı bir kızcağızdı.

Magazin gazetelerinin birinden, Bursa Tıp Fakültesi'nde okuyan birisini bulmuş. O zamanlarda üniversite binası tamamlanmak üzereydi; Bursa Tıp Fakültesi öğrencileri hâlâ İstanbul'da okuyorlardı. Mektup yazıp, kendisi hakkında bilgi vermiş; aynada aksini nasıl görüyorsa. Genç de ilgilenmiş, cevap yazmış. Birkaç mektuptan sonra birbirlerini görme merakları artmış. Tıp balosunda buluşmaya karar vermişler.

Bizim kızda bir telaş! Yirmi gün öncesinden başlamış hazırlanmaya; ne alacağını, ne giyeceğini, nasıl makyaj yapacağını bilmiyor! 'Onu mu alsam? Bunu mu? Bu renk beni daha mı çok açar? Saçlarımı şöyle yaptıracağım. Yakışır mı? Ayakkabı da mı alsam? Param yetişmez ki!' Aman Ya Rabbi!

_Resmi var mı sende?

_Var.

_Yanında mı?

_Evet.

_Görebilir miyim?

_Tabi, al.

_Ne kadar yakışıklı! Seçip de mi yazdın, mübarek? Arasan bulunmaz böylesi! Hem de doktor olacak! Ne güzel! Allah sana bağışlasın!

_İnşallah ama onda benim resmim yok. Belki beğenmez diye göndermedim.

_Gelince görecek.

_Ya beğenmezse diye korkuyorum. Çok güzel olmalıyım, çok! Şurada gün de kalmadı.

_Yok, canım; daha çok...

_Heyecandan öleceğim!

_Nasıl tanıyacak seni?

_Ben onu tanıyacağım. O da beni giysilerimden tanıyacak. Kapının önünde buluşacağız. Kendimi tarif ettim. O da tanır. Ah! 14 Mart, hayatımın en önemli günü! Saat on dörtte, Tıp Fakültesinin kapısında...

Yemedi içmedi, giysi ve makyaj malzemeleri aldı. O gün yanına alacak bir kuruşu kalmamış, üstelik herkese borçlanmıştı bile. Telefon konuşmaları da sıklaşmıştı. Aylardır aklı havalardaydı. Dersleri de asmıştı.

O gün geldi çattı! Sabahtan kuaföre gitti, saçlarını biraz kestirip, toplattırdı. Makyajını, giysilerine uygun tonları kullanarak beraber yaptık. Bir çift koyu kahve, yüksek topuklu ayakkabı da almış, ayaklarını vurmaması için içerde giyerek açılmasını sağlamıştı. Belki çok ayakta kalacak, belki de uzun yürüyüşler yapacaklardı. Aynı renk bir de çanta bulduk, arkadaşlardan. Kahverengi sekiz parçalı eteği, son derece şık, yaka uçları, kol uçları fistolu, önleri kendi renginden çiçeklerle işli, sedef düğmeli, krem rengi bluzu vardı. Nasıl da değişmişti! Nikâhına gidiyordu sanki. Şebekesini, mendilini kontrol etti. Her şey tamamdı. Bir miktar da para verdik, gönderdik.

'Allah, çirkin talihi versin!' diye düşündüm. Birazcık kıskanmadım dersem, yalan olur. Yepyeni bir beraberlik başlıyordu. Mutlu bir yuvanın temeli atılacaktı, belki. Onu görmediği, onunla beraber olmadığı halde ayakları yere değmiyordu. Ya buluştuklarında neler hissedecekti, kim bilir? Keşke onların buluşmalarına ben de şahit olsaydım!

Demişti ki: 'Beni tanımasını bekleyeceğim. Onu tanısam da renk vermeyeceğim. Yanıma gelmedikçe: 'O sen misin?' falan demedikçe, bakıp gülmeyeceğim. Kim olduğumu belli etmeyeceğim.'

İlk sözcükleri ne olacaktı acaba? 'Merhaba! Ben Coşkun... Semra?' 'Evet. Merhaba! Nasılsın?'

Neşe'yle Kültür Parka gittik, biz de. Hayvanat Bahçesi'ne uğradık. Gölde kayıkla dolaşanları, köprüde balıkları, sarılıp gezen sevgilileri, koşmayı tercih eden, sık sık düşen küçücük çocukları seyrettik. Herkes arkadaşını, eşini, çocuğunu almış, geziyordu.

Daha çok ben konuşuyordum, arkadaşım sus pustu. 'Semra'nın yerinde olmak isterdim!' dedi, bir ara, o kadar. Başka konularda konuştuk. Biliyorum, en az benim kadar merak ediyordu ama içinde halletmeyi tercih ediyordu.

Her taraf yemyeşil, cıvıl cıvıldı. Sabaha karşı yağan yağmurdan yıkanan ağaçların yaprakları, yüzlerine ışık düştükçe güne gülüyordu. Bulut parçaları nazlı nazlı yol alıyordu. Hava güneşli olmasına rağmen biraz üşütüyordu. Hatta bir ara yağacak gibi oldu. O nedenle sadece dolaştık, bir yerde oturamadık. Çimenlerde, banklarda oturanlar da vardı ama onlar sıkı giyinmişlerdi. Bizse incecik giysilerimizle güz pilici gibi hemen üşüyüveriyorduk. Bir saat kadar oralarda kalıp, ahmakıslatana yakalanmadan, belki biraz da ders çalışırız diye, bize gittik. Evimiz, parkın hemen karşısındaydı. Okul, sinema, stadyum, park ayağımızın altındaydı.

Annem, oda kapıma ?Üst kattakilerdeyim!' diye bir not bırakmıştı. Ev bize kalmıştı. Her şeyden önce hemen teybi açtık, sesini yükselttik. Sonra birlikte mutfağa girip, güle oynaya çay koyduk, Acikolu ekmek dilimleri hazırladık. Akşam yaptığım, peynirli poğaçalar da vardı. Yiyecekleri, tabakları, bardakları odamdaki üstünü boşalttığım çalışma masama yerleştirdik. İyice acıkmışız. İştahla yiyeceğiz. Çaydanlığı getirdim, nihaleye koyarken, kapı çalındı. Semra!

'Ne oldu?' diye soramadan, kendini içeri atıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir süre konuşmadan, bir şey demesini bekledik. Etekleri zil çalarak, gözlerinde sevinç pırıltılarıyla uçarak gitmiş, ağlayarak, perişan bir halde dönmüştü. Neşe'yle göz göze geldik bir an. Anlamıştık. Semra bir süre sonra boğuk bir sesle:

_'Gördü. Tanıdı. Fakat yanıma gelmedi.' diyebildi.




Aciko: Antalya yöresinde ufalanmış beyaz peynir, dövülmüş sarımsak, yoğurt, zeytinyağı, limon, salça, kırmızıbiber, pul biber, nane ve tuzun karıştırılmasıyla oluşturulan, ekmek dilimlerinin üzerine krem gibi sürülerek yenen bir yiyecek olup, acı sevenler tarafından, sarımsak ve pul biberi çok koyularak hazırlandığı için ?acı' sözcüğünün şirinleştirilmiş haliyle ?aciko' diye adlandırılır. Belki farklı yörelerde adı başka başkadır.

15 Aralık 2009 6-7 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar