Çolak

Eskiden dinamit çok kullanılıyordu. Zeytinlikteki kayaları kırmak, tarla açmak için babam birilerini görevlendirdi. Onlar da dinamit lokumlarını ortada bırakmışlar. Birisinin çocuğu bulup almış, arkadaşıyla oynarken sol elinin parmakları havaya uçmuş. Babam, bu olay bizim çiftliğimizde olduğu için o çocuğun tedavisi, okuması ve ileriki hayatıyla ilgili her şeyiyle yakinen ilgilendi. Ona ?Parmaksız' lakabı takıldı.

Dinamit, balık avlamada da kullanılıyordu. Sofular'daki evimizin penceresine sık sık sokulan:

_ 'Balık alcak mısın, abla? Taze balıklar... Canlı canlı, heyecanlı! Şimdicik çıktılar denizden.' diyen Arap adamın sağ kolu bilek ve dirsek arasından kopuktu. O koluna sepeti takıyor, sokak sokak balık satarak geçiniyordu. Lakabı ?Çolak'tı. Tam benim içinde oturduğum cama gelir, galiba sepetten yorulan o kolunu pencerenin pervazına dayardı. Birkaç kere yadırgamış, hatta korkuyla anneme seslenmiştim:

_ 'Anne!.. Kolak geldi! Koş! Gel!'

Annem, sol eliyle beni sevmeye çalışan adamın kopuk sağ koluna biraz korkuyla baktığımı fark edince:

- 'Amcanın kolu kopmuş, kızım. Balık avlarken...' dedi.

Korkacak bir şey olmadığını, yaranın yıllar öncesinden kapandığını, öyle şeylerin olabileceğini söylemişti ama içimin bir yerlerinde Çolak, herkesinkinden farklı olan bu kolun tuhaflığı, kopuk olan yerin yuvarlak kapanmışlığı, ansızın gelivermesi ve bana kolunu göstermesi nedeniyle az da olsa korkunç olarak kalmıştı. Zaten 'Arap geliyor!' diye uyutuyorlardı. Bu adam hem Arap, hem Kolak'tı. ?Çol' diye bir şey duymamıştım ama ?kol' diye bir şey vardı. Adamın da çolu kopuk değildi ki kolu kopuktu. Annemler yanlış biliyor olabilirlerdi. Onun lakabı ?Kolak'tı işte!

O, balık sattı ya da satamadı, gittikten sonra, hâlâ balık kokusu kalırdı burnumda ve kolunun görüntüsü, gözlerimin önünde. Üç yaşındaydım:

_ 'Bana bir fincan verin! Kolak olcam ben!' der, fincana elimi sokar, Şermin'i korkuturdum. Annem:

_ 'Yapma, Şermin! Fincan falan verme buna! Özenirken özenirken başına gelecek. Adamla alay ediyor gibi... Maazallah kolu molu kırılır.' diyordu ama ben bardak bulduysam bardağa, fincan bulduysam fincana sokuyordum sağ kolumu. Bardak uymuyordu. Küçücük eski zaman fincanları, tam yumruğuma göreydi.

_ 'Bardak kırılır da kolunu keser! Fincan bari verin!' demeye başladılar, sonra.

O zamanlar ablam liseye gidiyordu. On üç yaş büyüğüm... Demek ki on altı yaşındaymış, o zamanlar. Lise sonda olmalı. Bir deri çantası var ki gülle gibi. Oynadığım pencerenin altındaki sedire koymuş. Ben de aldım, zorla kaldırmaya kalktım, çantayla beraber yere düştüm. Çanta sağ kolumun üstüne, ben çantanın üstüne gelmişim. Bir feryat figan!.. Benden çok annemle Şermin yıkıyor, ortalığı! Babama haber verildi. Doğru hastaneye! Kolum, Kolak'ın kolunun kesik yerinden küt kırılmış. Hastabakıcıya havale edilen alçılama işi haliyle fiyaskoyla sonuçlandı. Babam ta Bağdemağacı'ndan ?Parlamento' denilen çıkıkçıyı getirtti. Büyük bir telaşla:

_ 'Bu çocuğun alçısı alındı ama kol düzgün değil. Bir bakıver. Sağ kol... Bununla yazı yazacak! Çok önemli!.. Kaç gündür alçıdaydı. Eli morarınca alçıyı çıkardık. Kangren olmasından korktum! Yoksa keserler.' dedi. Parlamento:

_ 'Hocam, kolu kırcaz, tekrar sarcaz. Eyri gaynamış.' dedi.

Kolum tekrar kırılacakmış. Zaten kırıldı. Yetmemiş. Günlerce alçı taşıdı menekşe sapı gibi eğildi, boynum.

_ 'Gel amcam, bir bakam! Bir şey yapmacam.' dedi.

Bunun da çantası vardı. Çantasında balıkları... Kolak gibi... Bıçağını çıkardı, avucuna balığın birisini koydu, ortasından kesip, tam o kısma gelecek şekilde bağladı:

_ 'Kolak oldum, ben. Balık kokulu Kolak...' diyordum.

Yıllar sonra öğrendim ki alabalığın gümüş renkli derisinde bol miktarda bulunan fosfor, güneşten aldığı ültraviyole ışınları, kemiğe kadar işler, kireci sökermiş. Kireçlenme nedeniyle bel ağrısı çekenler bellerine, kokusuna dayanabilirlerse alabalık bağlarlar, bir iki gün bekler, yıkanırlar. Omurgadaki kireçleme sökülür, omurlar hareket serbestisi kazandıkları için vücut elastikleşir, giderek eski yerlerine yerleşir, hasta rahatlarmış. Bu arada sıkışan sinirler de kolayca aradan çıkar, ağrı sızı ve ameliyata gerek kalmazmış.

Toroslardaki Yörük doktorlar da bel fıtığı teşhisi konan hastalarını, yeni kesilmiş hayvan derisine sokarlar. Özellikle hayvanın güneşi çok gören, sırt veya sağrısından alınan derinin iç kısmında da aynı birleşim varmış. Deriye giren en fazla beş saat kadar kalacakmış. Daha fazla kalırsa, kireci çözdüğü gibi daha derine nüfuz eder, kemikleri dahi eritebilirmiş.

Çıkıkçı, bize yine geldi. Yine acıtmayacak zannettim, kolumdaki fena kokmaya başlayan balıkları alırken, aniden tekrar kırdı ve düzgün olarak alçıya aldı. O kadar güveniyordu ki sanatına! Haklıydı da... Bütün Antalya'ya o yetişirdi. Tek konuda uzmanlaşmıştı. Tecrübe konuşuyordu:

_ 'Merak etme, hocam! Yalnız bu gol hakkında fazla gonuşmayın. Gonuyu kapatın. Yoksa çocuk bu gırılma olayını gullanır.' dedi, gitti.

Bir defa da alçıyı almaya geldi ve yüklü bir para götürdü. Babam, kolumun kangren olmasından çok korkmuştu. Ucuz atlattığımıza seviniyordu. Annem:

_ 'Zorla istedi! Bela paratoneri! 'Kolak olcam!' diye evde kırılmadık fincan bırakmadı. Alay eder gibi... Bir de eline takıp, ona gösteriyordu. Her ne kadar çocuk da olsa, adamcağızın zoruna gitmiştir.' diyordu.

Meraklar içindeydim. Hastabakıcı da Parlamento da sadece kemik parçalarını yan yana getirip bırakmışlardı. Araya tutkal sürmemişlerdi. Alçıyı içine dökmemişlerdi. Bu kırılan kemik nasıl yapıştı? Oysa bahçeye duvar yapan adam; bir taş, bir harç koyuyordu ve kurumasını bekliyordu. Şermin, dersini yaparken, kartonları tutkalla yapıştırıyordu. Annem de bana bez bebek dikerken kolları bacakları dikiyordu. Onlar dikmemişlerdi de... Dıştaki, alçı içine nasıl girmişti? Anneme sordum:

_ 'Allah kırılan kemikleri birbirine kaynatır. Ayna kırıldı, çenen kesildi ya... Nasıl birleşti?

_ 'Sen birleştirdin. Bantladın.'

_ 'Ben sadece uç uca getirdim. Diktim mi? Yapıştırdım mı?'

_ 'Kim yapıştırdı?'

_ 'Kim yapıştıracak? Allah!..

Parmağımın ucuyla çenemdeki aylarca önce kapanan yaralı kısma dokundum. İncecik bir çizgi halinde kalan yerini zorla buldum. Pürüzlü de değildi. Aynaya bakmak istedim, dikiş izini görmek için. Bana ayna verilmesi yasaklanmış. İz miz yokmuş. Allah, dikişsiz birleştirirmiş. Koluma baktım, hiçbir iz yok. Kemiğim de sapasağlam olmuş. Bir daha zor kırılırmış. Öncekinden daha kalın bir dokuyla, daha güçlü bir bağlantıyla yapışmış.

Bir gün duvarda gezen kertenkelenin kuyruğu bahçe kapısına sıkıştı ve koptu. Ben çok üzüldüm, yerdeki kuyruğa bakıp. Ablam:

_ 'Onun kuyruğu yine çıkar. Hem de iki tane birden. Ağlama! Üzülecek bir şey yok. Hem onların bir yerleri acımaz.' diye beni teselli etti.

_ 'Acımadıysa neden öyle sarsak sarsak kaçtı ya?' diye sordum.

_ 'Korktu da ondan...' dedi ve kapattı.

Aradan bir süre geçti. Bahçe betonunda, masada çay içiyoruz:

_ 'Semiray! Bak, bak! Gördün mü? O kertenkele bu! Kuyruğuna bak! Çatalkuyruk!' diye evin duvarındaki kertenkeleyi gösterdi.

Yeni çıkmaya başlamıştı. Ancak iki santimdi. O zamandan sonra gözlerim onu arar oldu, duvarlarda. Bir gün, eskisi kadar uzun kocaman iki kuyruğa sahip olup, şapşal şapşal yürümekten vazgeçtiğini görünceye kadar... O zaman içim rahatladı ve tek kuyrukluların yanı sıra onu çatalkuyruklu olarak kabul ettim ama şanslı kabul etmedim. Yükü ağırlaşmıştı. Hepsi bir kuyruğu sürükleyemiyordu, o ikisini birden... Hâlâ tuhafıma gider ve düşünürüm. O ikisi de kopsa, üç tane mi çıkar, acaba?

O olaydan sonra anneme; Kolak'la, kolumla ve kuyrukla ilgili çok soru sordum, aklıma bir şeyler takıldıkça, ara ara... Anlayabileceğim şekilde bir şeyler anlattı. Bir gece de beni uyuturken, masal yerine o zamana kadar anlattıklarına benzer bilgileri toplu halde anlattı:

_ 'Bak kızım. Her derdin dermanı vardır. Arayıp bulmak lazım... Bir tek ölümün çaresi yoktur. Allah, yarattıklarının hayatlarını sürdürmeleri için gereken organları yeniler, tamamlar. Tırnaklarımız uzamazsa, parmak uçlarımız aşınır, yara olur. Saçlarımız uzamasa yenilenmese, eskir, dökülür, yok olur. Allah, bütün yarattıklarını giydirir. Yılana kadar yeni giysiler verir. Dikiş makinesi gibi yağlar, vücudumuzu. Kulaklarımızın içine kadar... Yoksa kurur, çatlar, dökülür, derilerimiz. Cildimizin hassas yerleri yara olur. Her yerin farklı bir sıvısı vardır, nemli tutması için. Ter, tükürük, gözyaşı... Tükürüğün bile ne çok faydası var! Gözyaşı, kumu, camı bile yok eder.' dedi ama benim aklım kuyruk olayındaydı:

_ 'Kertenkelenin iki tane birden çıktı, o kuyruğu kopuk köpeğinki neden çıkmıyor?'

_ 'Kertenkeleninki kadar lüzumlu değildir de ondan...'

_ 'Kolak'ın kolu neden iki tane çıkmadı? Ona lazım değil mi?' diyince annemin tepesi attı:

_ 'Sen beni delirtecek misin? Olur mu öyle şey? Üç kollu adam nerde var? Masallarda bile yok. Uyu bakayım artık! Kapat gözlerini!'

***

NOT: Kertenkele adam

"Amerikalı Lee Spievack'ın parmağının tırnaklı kısmı, bir kaza sonucu koptu. Spievack, tedavi için yaralı kısma domuzların idrar torbasından elde edilen "domuz tozu" tatbik etti. Spievack'ın parmağı, kısa sürede, kertenkele ve semenderlerin kopan kuyruklarının yeniden oluşması gibi, eski haline geldi. Bilim adamları, şimdi bu olaydaki esrarın peşine düştü."

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

28 Temmuz 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar