Cüce

Antalyalılar, bazı sözcüklerin başına, özellikle R ve L harflerinden önce I, İ, E gibi ünlü harf getirirler. Romanlar, göçmenler H özürlüdür. Bir harften tasarruf ederler. Yerliler, özellikle köylüler de bu konuda inadına cömerttir. İlimon, İleman, ırazı, İrecep, irica, ileğen gibi... Bazen sözcüğün içindeki R lerden önce de ünlü ekleyiverirler. Ağanın eli mi tutulur? O nedenle bazıları, şehrin ünlü cücesi İdris'e de İdiris der.

O gün öğleyin canı sıkkın geldi babam. Oldukça huzursuzdu. Üzgündü. Gazeteyi yemek masasına attı, lavaboya, elini yüzünü yıkamaya gitti. Dışarıdan gelince, iki eli kanda olsa, lavaboya koşmayı adet edinmişti. Eve gelir gelmez:

_ 'Şu ellerimi bir yıkayayım, önce. Sabahtan öğleye kadar kaç kere yıkarsam yıkayayım, içime sinmiyor. Her yere elliyorum, ister istemez.' diyordu.

Doğal olan da buydu, yemeğe oturacaktı ama gerçekten çok titizdi, temizlik konusunda. Havlusunu, kimsenin ulaşamayacağı yere asar, annem bile ilişemez. Su bardağını en yüksek rafa koyar. Herkesin yaptığı salatayı yemez... Titizliğini bana da aynen aşıladı.

Dönüp geldiğinde annem ona bir bardak meyve suyu uzattı:

_ 'Buzlu... İç de ferahla! Otur şöyle! Nefes al önce bir! Sonra anlat bakalım, ne oldu?'

_ 'İdris de ölmüş!' dedi babam. 'İleri Gazetesi'nde resmi vardı. Diğer mahalli gazeteler de yazmış. Boy boy resimleri var, düğünlerde oynarken. Boyu da yok ya garibim... Evladım, çok hatırnazdı, saygılıydı. Çok üzüldüm!'

_ 'Ya? A, ben de çok üzüldüm, şimdi! Vah vah! Nasıl olmuş? Gençti daha. Otuz yaşında yoktu, değil mi? Küçük büyük herkesin sevgilisi...'

_ 'Hiç göstermiyordu ama otuz sekiz yaşındaymış. Bir gece kulübünde eğlenirlerken, içkiyi fazla kaçıran arkadaşlarından birisi, sahnede oynamakta olan İdris'i almış, her zamanki gibi bacaklarından tutup, döndürmeye başlamış. Hep öyle eğlenirlermiş. Döndürür döndürür bırakır, onun sersemlemiş haline gülerlermiş. Bu defa döndüren dengesini kaybetmiş, düşmüş. İdris o sarhoşun elinden boşanmış, o hızla beton zemine fena halde çarpmış kafası, yarılmış! Hastaneye kaldırmışlar. Beyin kanamasından ölmüş.'

İdris, Antalya'nın maskotuydu. Hepimizin sevgilisi... Doksan santimlik boyunun otuz santimi kafa ve upuzun bir surattı. Güldüğünde beş santim daha uzuyordu. Başının gelişimi normaldi. Bedeni, üç yaşındaki çocuk kadardı. Esmer, tipik Antalyalı... Elleri minicik minicik, parmakları oldukça kısa, tombiş, başkalarının parmaklarının bir boğumu kadardı. Yolda sokakta rastladığımda selamlaşır, mutlaka tokalaşırdım. Kara bıyıklarının altından bembeyaz dişleriyle gülümser, gülerken kalın çatık ve kara kaşlarına değen gür kıvrık kirpikli simsiyah gözlerinin içi gülerdi.

Onsuz düğün ve eğlence olmazdı. Gençler her toplantıya mutlaka onu da çağırırlardı. Gönülleri olsun diye piste çıkar, dans eder; gerdan kırıp göbek atar, kucaklarına bayılarak oynar, alnına yapıştırılan kâğıt paraları toplar, onları eğlendirirdi. Bir Allah'ın kulu yoktur, onu sevmeyen.

Eskiden, yazları Antalyalılar sahile oba kurar, deniz kenarına taşınırlardı. Tüm Antalya oralarda olurdu. Delikanlılar, genç kızlar bir keresinde de Konyaaltı'nda, ay ışığında bir gece sahilde ateş yakmışlar, şarkı türkü söyleyerek, dümbelek çalıp, oynayarak eğlenmişler. İdris de ateşin korkarının üstünde yalınayak ateş dansı yapmış.

_ 'Hey gidi hey!' dedi babam. 'İdris de gitti! Allah rahmet eylesin!'

_ 'Allah, taksiratını affetsin!' dedi annem de... Ben de tekrarladım:

_ 'Çok arar Antalya geceleri onu, çok...' dedim.

Küçükken bana da ?Yer Cücesi' diyorlardı, Suzan'a da. Üstümüzden birisi atlarsa, cüce kalacağımız gibi çocuklar arasında yaygın bir batıl inanç içindeydik. Yerde oturur ya da yatarken hane halkından ya da misafir, kim olursa olsun, birisi üzerimden atlasa:

_ 'Üstümden atlama! Cüce kalacağım. Tekrar atla! Geri dön!' der, örüleni söker gibi geldiği yere geri döndürüp, tekrar üstümden atlatıncaya kadar olduğum yerde kalır, kıpırdamaz, telaş ve endişeyle bağırmaya devam ederdim. Gönlüm olsun diye, çaresiz dediğimi yaparlardı, gülümseyerek.

Biz uzadık. O uzayamamış. Kemik yapısı fena değildi ama boyu kısa kalmıştı. Yürüyüşü, birer karışlık adımlar halindeydi. Kolları, yavru ördek kanadı gibi kısacıktı, sallanamıyordu bile. Bazen takım elbise de giyerdi. İki dirhem bir çekirdek...

Liseye giden kızlar, erkekler yolda tutup, sohbet ediyorlartdı. Herkese kuru bir: 'Merhaba!', İdris'e özel program... Özellikle gençlerin sevgilisiydi. Erkekler şakalaşıyor, kızlar sohbet ediyor, sarılıyorlar, öpüyorlardı. Çocuk gibi kucağına alan, hoplatan... Zaten o şenlendirirdi, ortalığı:

_ 'Hadi İdiris, bi oyneve!' dediler mi döktürmeye başlardı hemen, onları mı kıracak?

Bazıları da kızdırırlar, kaçarlar; onun, arkalarından ne kadar koşabileceğini merak ederler, arada durup geri bakarak nasıl koştuğunu seyrederlerdi. Onların kovalamacalarını arkalarından seyredenler de gülmekten kırılırdı! Yürürken birer karış açılabilen ayakları, ne kadar açarsa açsın, iki karışı bulmazdı. Çok geçmeden küçücük bedeni kocaman kafasını taşımaktan yorgun düşer, bulunduğu yere oturuverirdi. Oturması da değişikti. Sadece kalçadan hareket edebilen bebekler gibi bacaklarını iki yana açarak otururdu. Bilekten de dizden de bükmeye lüzum görmezdi.

Daima gülümseyen bir yüzü vardı. Bir anda kederi gamı unutturuyor, mutlu ediveriyordu, onu görmek. Beni, çocukluğumda kulağımın dibinde masallar anlatılırken, uyur uyanık halde gittiğim sihirli diyarlara götürüyordu. Pamuk Prenses gibi hissediyordum kendimi, onu görünce. Anlatılmaz bir duygu... Masalsı mutluluk... Sevinç...

Fakat devlerin korkusu içime sinmişti. Hayali yaratıklardı ama gel de anlat. Zannediyordum ki devlerin onda biri iyidir, gerisi çok kötü ve son derece korkunç!..

Mahallemizde bir de o, dövmek ve kafasını yarmak için taş elimde peşinden koştuğum Fahrettin'in babası vardı. Abdülmuttalip Karamehmetoğulları... İsmi de büyüktü boyu gibi. Adı da kendisi gibi uzun...

Eskiden Çinliler, o minicik insanlar, çocuklarına böyle uzun isimler koyarlarmış. Çocuğun birinin adı da Mikitirilamtoharituritustipiripimpo'ymuş. Bir gün sokakta oynarken kuyuya düşmüş. Arkadaşları birbirlerine:

_'A! Mikitirilamtoharituritustipiripimpo kuyuya düştü!' demişler. 'Haydi gidelim, annesine haber verelim!'

Yolda koşarlarken çevredeki insanlar onlara merakla:

_ 'Çocuklar! Nereye böyle acele acele? Ne oldu? Bir şey mi var?' diye sormuşlar.

_ 'Mikitirilamtoharituritustipiripimpo kuyuya düştü! Annesine haber vermeye gidiyoruz.'

Japonlarla Çinliler, nezaketleriyle ünlü kişilerdir. Yol boyu birkaç kişiye bu şekilde cevap verme nezaketinde bulunduktan sonra arkadaşlarının evine varmışlar. Soluk soluğa kapıyı çalmışlar. Ablası açmış:

_ 'Ne bu telaşınız? Kapıyı neden öyle deli gibi çalıyorsunuz? Ne oldu?'

_ 'Nasıl söyleyeceğimizi bilemiyoruz... Mikitirilamtoharituritustipiripimpo kuyuya düştü!'

_ 'Anne!.. Koş!.. Gel!.. Mikitirilamtoharituritustipiripimpo kuyuya düşmüş!' diyene ve o kocasına söyleyene; kocası da arkadaşlarını toplayıp, kuyunun başına gelene kadar çocuk ölmüş.

O nedenle artık o küçük cüsseli adamlar, çocuklarına tek hecelik, iki üç harflik isimler koymaya başlamışlar. Li, Su, Çing Çang gibi... Zaten minicik pirinç tanelerini çubuklarla yemeye çalışırken benim gibi gelişememişler. Buğday yemeye başlayalı, boyları uzadı. Ekonomileri gibi büyüsünler de dünya görsün, cücelerin marifetlerini! Afrikalı dev adamlar da açlıklarından ölsün ya da kölelikten kurtulamasın. Karınca gibi arı gibi çalışıyorlar! Boyalı boncuklara kanmıyor, boyalı boncuklarla, biblolar, bebekler, elişleri, göz nurlarıyla dünya piyasalarındaki devlerle boy ölçüşmek için rekabete hazırlanıyorlar. Ekonomilerini güçlendirirken, diğer ülkelerinkini altüst etmeye çalışıyorlar.

Ülkesinde demir olmadığı halde Amerika'dan alıp, en ekonomik biçimde kullanarak teknolojik harikalar yaratan Japonlar da minik insanlar. Çinlilerden pek farklı ve çok uzun değiller.

Cücelerin sempatikliği, benim sevimli masal kahramanlarım oluşları, yaşadıkları harikalar diyarının çok uzaklarda, Kaf Dağı'nın ardında olduğunun söylenmesi, Çin Seddi'nin ardındaki bu ülkeyi anımsattığı ve efsanevi gizemi beni kendisine çekmekte olduğu için Çin'i çok merak etmeye başladım.

Babamın 'Çin-ü Maçin' dediği ülke, yedi cücelerin ülkesiydi sanki ve ben de Pamuk Prenses'tim... Pamuk Prenses'in cadısı vardı, benim de ablam... İyilik yapıyormuş gibi yaklaşır, dışı pırıl pırıl, yanakları al al, ne zehirli elmalar ısırttırırdı bana!..

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

03 Ağustos 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (6)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    Anlatım tartışılmaz çok güzeldi.

    Bize de takdir etmek düşer.

    Saygımla