Dedemin Bağı

Okulların yaz tatiline girdiği Cuma gününü takip eden ilk Cumartesiye kesilirdi, köye giden otobüsün bileti. Dönüş ise Pazar günü olurdu; okulun başlayacağı günün bir gün öncesi. Çocukluğumun yazı hep köyde geçti. Asla yadırgamam. Çocukluğun bitmez enerjisine hitap eden uçsuz bucaksız araziler benimdi koşmak için. Tırmanmak için onca ağaçlarım ve de canlı oyuncaklarım vardı; tavuk, eşek gibi... Gerçi çoğunlukla tarlada çalışmak düşerdi payımıza. Kırmızı topraklı tarla yolundan giderdik dedemin tarlasına. Uzun yürüyüş yolunun bir kısmında at, bir kısmında kılıç olarak kullandığım sopamla giderdim çocukken. Etrafta sarı tarlalar uzanır sanki sonsuza gidiyormuş gibi. Küçük yeşil bağlar görülür, birde düzensizce serpilmiş meşe, badem, ceviz, ahlat ağaçları yayılmıştır afakta. Masmavi gökyüzünde ise beyaz bulutlar hiç eksik olmaz. Tabiat ana, seyrine doyumsuz manzarasını sunardı o yolda.
Dedem genelde nohut ekerdi. Nohut boy verdiğinde dibindeki otları temizlemek için giderdik tarlaya. İşin eğlencesi nohut yeşilken dış kabuğunu patlatıp içindeki tanesini yemekti. Yemeye doyamadığımız keskin bir tadı vardı. Zaman akar nohut sararırdı. Eldivenleri giyip nohut yolması başlardı. Ellerimiz su toplardı, ebem türkü çığırırdı. Dedem hiç konuşmaz işini yapardı. Ablam, kız kardeşim ve ben ara sıra oyun oynamak için kaytarınca annemin çığlığı yaylada yankılanırdı. Sanki hiç bitmeyecek gibi uzanan tarla gün geçtikçe yolunan nohudun oluşturduğu kümelerle dolardı. O kümeler çoğaldıkça heyecanımız artardı. Çünkü nohudu sapından, kabuğundan ayırmak için düven sürme zamanı geliyor demekti. Ebem öğlenleri uykuya yatırırdı. Ağaç yaprakları arasından gökyüzüne bakardım. Ağustos böceği sesi sessizliğimizi kaplardı. Ağaç dallarında ve üzüm yaprakları arasında arı vızıltıları bu senfoniye eşlik ederdi. Ve o büyük sinekler; aklıma geldikçe hala sinirlerim bozulur, etrafımızda bir yere konar, biraz bekler kalkar başka bir yere konar, kalkar konar, kalkar konar, kalkar konardı. Molalarda güzel muhabbetler dönerdi. Ebem gençlik yıllarından anlatır güldürürdü. Makarna köye ilk geldiğinde gözlerine o kadar hoş görünmüş ki, burgulusu fiyonklusu ile çemberlerine süs yaptıklarını anlatırdı. Her muhabbette mutlaka dedemin sırtında övendire kırmasına hiddetlenir bağırtıyı koparırdı. Dedemse bilmem kaçıncı paylanışına gene maviş gözlerini yere dikip beyaz sakalları arasında gülümseyerek bilindik tepkisini verirdi. Şehirde yaşadığımızdan başta çok garip gelen ama üç güne kadar bizimde büründüğümüz şiveleri vardı.

Dedemin istediği ebemin bulamadığı bir nesne için geçen bir diyalog;
'Hangirde?'
'Öngürde!'
'Hana ya?'
'Decik ya!'
Anlamadığımız nice kelimeler dolanırdı aralarında. Öyle ki; Bitlisli biri ile evli olan dayımın kızı anlatır. Eşinin Bitlis'teki köyüne gittiklerinde usulca ona sormuş ‘siz hiç Türkçe konuşmaz mısınız?' diye. Eşi bizim köye geldiğinde cevabını vermiş; ‘siz sanki çok Türkçe konuşuyorsunuz ya...'
Dedem nadir konuşurdu. Bu nadir konuşmalarına denk gelen hikâyeleri de tesirli olurdu. Çocuktuk ve bir çocuğu anlatan hikâyesini hiç unutmadım. Ve o günüde. Beklenen düven zamanı gelmişti. Dedem o gün ambar duvarına asılı duran düveni sökmüş ve eşeğin ardında tarlaya getirmişti. Heyecanla çifte atları beklemeye koyulmuştuk. Atlar, arkasında çocuklardan oluşan bir kalabalıkla ufukta göründü. Biz hâlihazırda tarlamızda bekliyorduk. Dedem küçük kümeler halinde topladığımız nohutları ortada birleştirmiş bir yığın oluşturmuştu. Nihayet atlara koşulan düven bu yığınların üstünde dönmeye başladı. Biz çocuklar ise hızla daire çizen düvene atlıyor düşene kadar geziniyorduk. Düştün mü hemen toplanmalısın ki atların altında kalmayasın. Sonra hareket halindeki düvene atlayıp dengeni sağla. Eğer yer yoksa birini at aşağıya öyle atla... İnanılmaz eğlenceli olan bu iş bize oyundu. Her oyunumuza kızan büyükler buna kızmazdı, şaşırırdık. Düven ağırlık yapacak ki sap samandan ayrılacak... Öğlen sıcağıydı ve kan ter içinde kalmış, saçımız başımız, içimiz dışımız nohut samanı olmuş halde badem ağacı altında yerimizi almıştık. Biz dinlenirken annem ile ebem nohudu elekten geçiriyor tanelerini bir yana ayırıyordu. Dedemse aşağıda biriken samanı ayrı bir köşeye süpürerek istifliyordu. Onların oyunu henüz bitmemişti. Küçük kardeşimse hala düvenden ayrılamamış üzerinde uyuyordu. İşi bitirdiler ve yanımıza geldiler. Dedem köşesine kuruldu. İçindekinin soğuması için ıslatılmış bez ile sarılan boduçtan (testi) suyunu içti. Ebem, biraz yaşlanmaya söylendi, biraz da ona buna.
'Hadi varın hadi, gocamışız galan biz, zan gölümünden geliveresice Ercep(Recep) , seyirtti de gitti ya hortlamayı veresice meres.' Sonra kalktı gitti. Biranda sessizlik oldu. Dedem kalan birkaç çocukla bizi etrafına topladı. Direk anlatmaya koyuldu.

'Vakti zamanında çöl diyarlarındaki büyük bir kasabada iki tane adam, bir kişiyi döve döve kadıya götürüyormuş. Meraklı halkta peşlerine takılmış varmışlar kadının yanına. Kadı meydandaki tahtından hengâmeyi görmüş ve muhafızlara sükûneti sağlattıktan sonra dövenlere sormuş.
‘Bre vicdansızlar neden dövdünüz adamı?' İçlerinden büyük olanı anlatmış.
‘Efendim, biz bu kasabaya üç arkadaş, filan yerden geldik çalışmak için. Bir yıldır burada çalıştık çabaladık büyükçe bir kese altın biriktirdik. Uzun zamandır çocukları göremediğimiz için izin yapmaya karar verdik. Yalnız çölde kol gezen haramilere altınları çaldırırız diye korktuğumuzdan keseyi emanete bırakıp gitmeye karar verdik.' Dövdükleri adamı işaret ederek ‘işte bu adamada altınları bıraktık. Bu, altınları diğer arkadaşımıza vermiş.'
Bu sefer kadı dayak yiyen adama sormuş, ‘doğrumu der bu adamlar.' Adam ağzı burnu kan içinde toparlanıp anlatmış.
‘Efendim, doğrudur. Ancak bu adamlar bana geldi, keseyi verdi. Sonra elli altmış metre gittikten sonra diğer arkadaşları dönüp vazgeçtiklerini söyleyip keseyi istedi. Bende bunlara bağırdım vereyim mi diye. Bunlarda ‘ver' dediler bende verdim.'
Kadı diğer iki adama hiddetlenmiş, ‘doğrumu bu söylenenler.'
‘Efendim, tamam biz ver diye bağırdık, ancak şöyle oldu, biz keseyi bıraktıktan sonra biraz uzaklaşmıştık. Diğer arkadaşımız ‘tüm altınları verdik, kendimize hiç yolluk almadık' dedi. ‘Dönüp keseden her birimiz için birer altın alacağım' dedi. Sonra bu emanetçi bize vereyim mi deyince ver dedik. Ne bilelim biz hepsini istediğini. Hem biz bu emanetçiye sıkı sıkı tembihledik. Üçümüz başında olmadan kimseye keseyi verme diye. Biz üçümüz başında değilken keseyi verdi diğer arkadaşımıza.'
Kadı sakalını karıştırmış. Belli ki diğer arkadaşları hepsini dolandırmış. Ama işin içinden nasıl çıkacağına karar verememiş. İşte tam o sırada (bizi işaret ederek) sizin yaşlarınızda bir çocuk dayak yiyen adamın kulağına fısıldamış.
‘amca, altın kesesi bende de' demiş. Adam,
‘de git çocuk bende değil ki' demiş.
‘Amca, sen bende de hele' demiş çocuk. Adam bıkkınlıkla altın kesesi bende diye bağırınca herkes susmuş. Sahipleri hemen atılmış ver o zaman diye. Çocukta işte o zaman bağırarak olayı çözmüş. Demiş ki,
‘üçünüz bir arada olmadan keseyi veremez ki...'
Gördünüz mü akıllı çocuğu? Üçüncüyü bulunca olay çözülür zaten. İşte her biriniz bu çocuk gibi akıllı olun evlatlarım. Sonra bu çocuk büyüdüğünde devrin en büyük kadısı olmuş. Sizde okuyun büyük adam olun emi.'
Şimdi büyük adam olamasam da maalesef, büyüdüm. Ama çocuk kalbim ve ruhum hiç büyümedi, koşturur durur dedemin bağında. Bense onu izlerim. Nohudun kokusundan arı vızıltısına, boduçtaki suyun tadından eşsiz manzarasına, düvenin heyecanından büyüklerimin söylemlerine değin uzanır gider seyir zevkim.

14 Mart 2016 7-8 dakika 6 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 8 yıl önce

    Çocuklukta yaşananlar ne güzeldi ne kadar saf ve temizdi hem çocuklar hem dedeler. Unutulmuyor geçmiş. Güzel bir öyküydü tebrikler güne yakışmış...👍