Deniz Feneri
Kurşundan daha ağır saydığı yorgun gölgesini sürükleye sürükleye kıyıya inmişti. Tuhaf bir hüzün ve yalnızlık kaplamıştı içini boydan boya. Sahilde bir banka oturmuş, denizi kederli kederli seyrediyordu. Elindeki, Ebabil’in göklerden yağdırdığı ince taşları andıran misket büyüklüğündeki taşları suya atarak sıkıntılarını unutmak istiyordu. Güneşin güçlü ziyası suların mavi dudaklarından hasretle öpüyordu sanki... Dünyayı aydınlatan ve ısıtan o sarı huzur, içindeki kör karanlıkları aydınlatamıyor, ruhundaki buz dağlarını eritemiyordu bir türlü... Güneş, ruh derinliğine ulaşamıyordu. O, ruhunun mahzeninde karakışı yaşıyordu.
İki saatten beri bu gölgelikte oturmasına rağmen, zamanın bir nehir misali nasıl aktığını fark etmemişti bile. Gökte bulutlarla güneşin, yerde insanlarla kör inatlarının savaşı vardı. Amansız ve anlamsız bir savaş sürüp gidiyordu belleklerde. Kimsenin kazan(a)madığı ve de kazan(a)mayacağı kör bir savaş… Huzura kurulan pusu misali zihinlerin infilakı…
Küçükten beri bu deniz fenerinin yanındaki banka oturur, zihnindeki düğümleri çözmeye uğraşır, ruhundaki tortuları mavi suların duruluğunda yok etmek isterdi. O hep deniz feneri olmak isterdi. Çünkü en zor fırtınalarda, en karanlık gecelerde “hayat ve kurtuluş” demekti deniz feneri... O da etrafındaki zihni karışıklara yol göstermeyi gaye edinmişti zira…
Ufukta beliren gemilerin silik karaltılarına baktı. Denizlerin ve göklerin derinliği, içinde sıkışıp kalan özgürlük arzusunu depreştirdi. Parktaki kocaman ağaca konan minik bir kuş, dikkatini çekti. Yuvasına yiyecek taşıyan bu anne kuşun mutluluğu gözünden kaçmadı. O da böyle bir yuvanın bir ferdi olmak istiyordu. Kuşlar kadar özgür ve tasasız olmaktı isteği…
Fikir çilesi, bir yangına dönüşmüştü içinde… Sıkıntıları Ağrı Dağı kadar büyüktü. Ruhu bir harabeyi andırıyordu. Bu yüzden yemediği tırnak kalmamıştı parmaklarında. Artık yiyecek tırnak bulamıyordu ellerinde. Tırnak makası kullanmayalı yıllar olmuştu.
Aklı evdeydi özgürlüğü tabiatın kollarında arayan Özgür’ün… Ne diye bu ismi koymuşlardı ona?... Özgürlük fakiri bir kıza hiç de yakışmıyordu bu isim… Sanki bu ad ona ‘yitiğin budur’ dercesine bir hedef olarak konulmuştu. O da bu yitiğini arıyordu gece gündüz demeden. Özgürlük yolculuğu durmaksızın devam ediyordu Özgür’ün… Bu, çok kere de kitapların satır aralarında düşünce evrenine çeviriyordu rotasını. Kitaplarda soluklanıyordu daraldığı zaman dilimlerinde. Dostsuz kalınca onların dostluğuyla gideriyordu yalnızlığını.
Çevresindekiler Özgür’ün okuduğu kitapları tehlikeli buluyordu her nedense. Bunu anne babasına da fitlemişlerdi büyük bir görev ve sorumluluk duygusu diyerekten... Onun katı susuzluğunu gideren düşünce oluğunu da kesmek için elbirliği etmişti konu komşu…
Hep düşünce nöbetindeydi. Birazdan o gecekonduya dönecek, yine anne babasının çapraz ateşine tutulacaktı Özgür... Pişmiş aşa su katacaklar yine. Baba bozuk lisanıyla “kizum komonis mi olacaksun yahu!” derken gözleri fal taşı gibi çıkacaktı yuvalarından. Anne; kızına duyduğu şefkate rağmen, eşinden korktuğu için babanın yanında yer almak zorunda kalacaktı.
Gittiği okulda arkadaşları da mesafeli duruyordu Özgür’e. Onu tehlikeli buluyorlardı. Zira okuduğu okulla taşıdığı düşünceler tezat oluşturuyordu onlara göre. Okulun felsefe öğretmeni de olmasa, tutunacağı hiçbir dalı kalmayacaktı zavallının. Aslında o değildi zavallı olan. Fakat insanlar aynaya bakmaktan korktukları için gerçek yüzlerini de göremiyorlardı.
Özgürlük sevdalısı Özgür, düşünceli ve yorgun bir halde kapıdan içeri girerken babası tütün sarıyordu. Kızının gölgesini fark edince başını kaldırdı, öfkesi bakışlarına yansıdı. Aslında o, bu saatlerde işte olurdu; fakat bugün bir saat erken çıkmıştı çay fabrikasından… Babanın “Sen bu saate kadar nerelerde surtuniyisun…Ozgur kiz mi oldun ne!... Sana bu adi koyanin...” diye başlayan cümlesinin sonu gelene kadar ecel terleri döktü kızcağız… Çok şey söyleyebilirdi ama söyleyecekleri babasının öfke ateşine benzin dökeceği için susmayı tercih etti. Annesi de bir kenarda durup babanın sözlerini onaylıyordu. Çünkü onlara göre kız dediğin evde oturur, annesinin, babasının ve kardeşlerinin hizmetini görürdü; evi çekip çevirirdi. Süslenip dışarı çıkan kızlardan hayır gelmezdi. Kızın ağzı olsa da, dili olmazdı.
Özgür, iki odalı evde kardeşleriyle aynı odayı paylaşıyordu. Ahşap karyolasının altı ağzına kadar kitaplarla doluydu. Her gece kardeşleri uyuyunca o, gece yarılarına kadar mum ışığında kitap okurdu. Işık vardı ama ışığı yaksa yan odadaki anne babası rahatsız olur, kardeşleri uyanırdı. O da mecburen mumun aleviyle kör karanlıkları aydınlatmaya çalışırdı.
Hakaretlere uğrayıp onuru kırılan Özgür, odasına girince gözlerine inanamadı. Karyolanın altındaki kitapları ortaya dökülmüş, çoğu büyük bir öfke ve hınçla yırtılmıştı. İşittiği onca hakaretten daha ağır olan bu manzara karşısında, şaşkınlığından küçük dilini yutmuştu. Dizlerinin üzerine çökerek hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Babası “O kitaplar seni hayattan ve bizden kopardı. Onlar zehirden daha beter…” diyordu. Bu sözleri duyan Özgür, bir yandan ağlıyor, bir yandan da etrafa dağılan kitap sayfalarını birleştirmeye çalışıyordu. Fakat bunun imkânsız olduğunu anlayınca yüzüstü yatağa uzanıp öylece uyuyakaldı. Uyandığında güneş doğmuştu. Aç ruhunu doyuran kitapları yoktu başucunda.
Hayata, dünyaya ve onun içinde ne varsa hepsine küsmüştü özgürlüğü elinden alınan Özgür… Ne evde, ne de okulda huzur bulabiliyordu. Bu ruh haliyle okulun yolunu tutmuştu. İki günden beri midesine bir şey inmemişti zavallının. Fakat onun asıl derdi midesini değil, aç ruhunu doyurmaktı. Sevgi ve hoşgörü fakiri bir evde bu açlığı her geçen gün daha da artıyordu. Artık şefkat iklimlerinde soluklanacağı kitapları da yoktu. Son dalını da kırmıştı hoyrat rüzgâr… Okulun bahçesinde dalgın dalgın dolaşırken bir el omzuna değdi. Bu, okulun felsefe öğretmeni Ragıp’tan başkası değildi. Çok sevdiği öğretmenini gören Özgür’ün gözleri parladı. Biriken gözyaşlarını silerek derin bir nefes aldı. Öğretmeni “Bu ne hâl, sanki savaştan çıkmışsın” dedi. Hiç de haksız değildi Ragıp öğretmen. O, gerçekten de bir savaştan çıkmıştı. Bu savaşta nazik ruhu darbeler almıştı. Ganimetler hükmündeki dostları da talan edilmişti.
Özgür’le öğretmeni, kızgın güneşten kaçıp bir çardağın altında oturarak soluklandılar. Zavallı Özgür, öfkeli anne babasından uzaklaşarak bir sığınak bulmuştu kendine… Öğretmen, kahvaltısını yapmadığı için bir çayla bir dost istemişti garsondan.... Özgür’e de aynısını söyledi. İki günden beri öylece uyuyan midesi bir yudum çayla uyandı derin uykusundan. Öğretmen sordu, Özgür sımsıcak gözyaşları eşliğinde içini döktü. Özgür kendine bir dert ortağı bulduğu için rahatlamıştı. Her şeyi unutup kuştan daha hafif hissetmişti kendini.
Durumu okul müdürüne anlatan Felsefe Öğretmeni Ragıp, velinin okula çağrılmasını istemişti. Baba okula gelince çapraz sorguya alınmıştı. Artık ecel terleri dökme sırası Özgür’de değil, gün yüzü görmemiş köhne fikirleriyle bir kızı hayattan koparan hırçın babadaydı. Baba yaptıklarından pişmanlık duymaya başlamıştı; öğretmenin etkili konuşmasını dinleyince ikna olmuştu. Konuşmanın sonunda babayla kız yüzleştirilmişti. Baba kızının yaşlı gözlerinden, kızı da babasının tütün kokan nasırlı ellerinden öpmüştü. Okuldan kol kola çıkıp odaları küf kokan gecekondularına gitmişlerdi. Fakat acı hatıralar henüz hafızalardan silinmemişti. Etrafa dağılan yırtık kitap yığınları doğrusu bir savaş meydanını andırıyordu. Netice barış olsa da, bütün savaşlar belleklerde derin izler bırakırdı.
Güneş bu sabah daha erken göstermişti gülen yüzünü. Özgür, kalktığında annesi kahvaltısını hazırlamıştı bile. Demek ki bütün meseleler konuşularak çözülebilirdi. Diyalog köprüleri atıldığında iletişim kesiliyordu. Bugün cumartesiydi. Onun için aile, diğer günlere göre daha geç kalkmıştı. Kahvaltıyı bitirip sofradan kalktıklarında evin önüne yaklaşan bir mavi taksi gördüler. Araba evin kapısında durdu. Bu, okulun Felsefe Öğretmeni Ragıp’tı.
Özgür, koşarak dışarı çıktı; öğretmenine sarıldı, onu evine buyur etti. Ragıp Öğretmen, arabanın arkasını açıp, getirdiği kolileri Özgür’den taşımasını istedi. Kızcağız, kolilerde gıda maddeleri olduğunu sanıp biraz mahcup oldu. Koliler tek tek açılınca, içlerindeki en sevdiği kitapları gören Özgür’ün gözleri parladı. Mutluluktan yerinde duramaz oldu, öğretmenine bir kez daha sarılarak ona yürekten teşekkür etti. Bu kitaplar onun bozulan moralini onardı.
Bir deniz fenerinin ışığıyla aydınlandı Özgür’ün karanlıklarla boğuşan ruhu… Hayat o fenerin ışığıyla anlamını kazandı. Aslında iletişimsizlikti bir aileyi bu duruma düşüren…. Artık baba da kızıyla birlikte her gece kitap okumadan başını yastığa koymuyordu. Baba-kız, hayatın güzelliklerini satır aralarında yakalıyorlardı. İkisi de birer deniz feneri olmuştu artık
