Dünya Senin Vatanın mı Yurdun mu

Adnan Menderes Hava Limanı'nın ?' gelen yolcu'' kapısındaki bekleyişim biraz görev biraz da vicdan tarifesinde sürüyordu. Omuzlarımı çöktüren ağırlıklardan biri on sekiz diğeri yirmi beş yaşındaydı. Alandaki tüm insanların halime güldüğü hissine kapıldığımda, omuzlarımı ve başımı dikleştiriyor, saçlarımı düzeltiyormuş gibi yapıyor ya da gözlüğümü bir çıkartıp, bir takıyordum. Tüm normalleşme çabalarıma rağmen kalbim boğazıma kadar dayanmış sanki şah damarımı mat etmeye çalışıyordu.

Zor olan bilinmeyeni beklemekti.

Bir grup insan güneşe karşı duran güvenlik görevlilerine tur otobüsünün yerini sordu. Bir bebek ağlayışına TRT spikerleri edasında anons yapan kadının sesi karıştı. Allah'ım şu bebek sussa da anonsu anlasam derken, şirketimizin ?'çözümcü'' şoförü çoktan olaya el koymuş, yardımıma koşmuştu bile.

-Ekrandan baktım, Van uçağı alana inmiş.

Gelecek misafirleri tanıdığı için beraberce yolculara bakmaya başladık. Oysa ben hayata can havliyle yürüyen acemilerin ?'bizimkiler'' olduğunu daha ilk bakışta anlamıştım.

Gayet resmi bir tanışmanın ardından, arabaya bindik. Yol boyunca, yalnızca patronumuz konuştu.

-Müdire Hanımın emirlerini, benden alınmış kabul edeceksiniz. Haberi olmadan adım atarsanız, ilk uçakla kendinizi Van'da bulursunuz. O hem işyerinde, hem de sizi misafir edeceği evinde sizin müdürünüzdür. Sözü üste söz yoktur. Anladığız he mi?

-He anladık efendim
-Evet efendim

Bavullar arabadan eve taşınırken Patron beni bir kenara çekip fısıltıyla dedi ki;

-Bugünden itibaren hayatlarında çok büyük bir iz bırakacaksın. Yazmayı hayal ettiğin romanının kahramanları olabilirler. Yalnız iş dünyasını değil senin gibi durmayı da öğret onlara. Sonra gülümsedi. Yani batılı bir kadın gibi öz güvenli olmayı öğrensinler. Başları ve omuzları hayata karşı doksan derece dursun hele bir.

Saygıdeğer patronum, bu güzel ülkeye güneşin doğduğu yerde dünyaya gelmiş, gayet zorlu gençlik yıllarının ardından İzmir'de işlerini yoluna koymayı başarmıştı.

Yeni yılın ilk iş gününde beni karşısına almış, büyük bir heyecanla Van şubesinde çalışan iki kızdan söz etmişti. Anlattığına göre çok zekiydiler. Aman ne güzel diye mutlu mutlu dinliyordum. Sohbetin sonunda elimi taşın altında bulacağımı bilmeden.

Aslında gönlünden öpülesi bu adam, cümle âlemin ütopya diye eleştirdiği düşleri için ruhunu çoktan dağın taşın altına atmıştı. Doğunun, güneydoğunun sakıncalı hatlarında, üretim yapan işyerleri açmıştı. Kârlılıkları hak getire tabi ki. Hepsi de İzmir'deki işyerinin kazancıyla finanse ediliyordu. Tüm bunlar patronun doğduğu topraklara vefa borcuydu.

Van şubesinin teftişi sırasında gözlemlediği ve ?'daha üst düzey çalışmalılar '' diye düşündüğü iki genç kızı İzmir'e getirmeye, şirket merkezinde çalıştırmaya, bilgisayar, yabancı dil, muhasebe gibi kurslara göndermeye karar vermişti. Her ikisi de lise mezunu olan kızlar tüm bu süreci başarıyla bitirdikleri takdirde, Van'da yatırımı devam eden diğer büyük işyerinin müstakbel yöneticileriydi. Buraya kadar her şey tartışmasızdı ve mükemmel. Gelin görün ki patronum benden onların tüm sorumluluğunu almamı, istiyordu. Boş yere değildi elbet bu planı- programı. Şubelerin açılışı ve ziyareti sırasındaki heyecanımı, tanıştığım çalışanlarla -özellikle kadınlarla-aramızda koşulsuz oluşan sevgi bağını, analiz edivermişti demek ki bu eski toprak.

Son derece ulvi bir amacı olan teklifinden, şiddetle kaçınmamın, nedeni insanlıktan tembellik miydi bilmiyorum. Patronum her fırsatta beni ikna etmeye çalışıyordu. İki ay kadar sonraysa kendimi hiç tanımadığım bir babayla telefonda görüşürken buldum;

-Neden neden korkirsin? Buralara gelmişsen, görmüşsen de insanını tanıyamamış mısan?
-He vallah dinle müdür hamın; patron ağa sana güvenmişse iş bitmiştir. İşte bak ben kız babasıyım da sana görmeden güvenmişim. Eti senin kemiği benim. Haa kusur etti, gönder geri.

Ruhum muydu uyuşan, anlamı mıydı kaybolan?

-Estağfirullah..Korkularım, sizden en ufak şüphem olduğu için değil kesinlikle. Lütfen yanlış anlamayın. İki genç kız ile bu koca şehirde ne yaparım? Ya başlarına bir şey gelirse, Allah korusun.

-He vallah kaderde varsa her yerde başlarına gelir kötüsü. Buralar sanki iyidir? Allah korusun evvela. İçin rahat ola bacı. Onlar, mahzundur, mahcuptur, Allah'ına kurban kabul et gelsinler İzmir'e, korkma.

Bu konuşmadan etkilendim tabi yaa. Hem de çok etkilendim.''Baba beni okula gönder'' sloganından bildiğim doğulu bir baba mıydı tüm bu cümleleri kuran? Kızının daha iyi bir geleceği olsun diye miydi bu yakarış?

Ne yaptın sen dedim, içimden kendimi derin derin yuhalayarak.

Evdeki ilk akşamımızda; misafirlerim, odalarına eşyalarını yerleştirirken, ben de muhteşem yemeği yani menemeni hazırladım. Sofraya çağırmak için yanlarına gittiğimde uzandıkları yataktan çarçabuk kalkıp, hazır ola geçtiler; Güllü kız ve Aykız koro halinde;

-Buyur müdire hanım.

Yemeği henüz tamamlamıştık ki Güllü mutfağa gitti. Üzerinde bir fincan Türk kahvesi bir bardak su ve peçete olan tepsiyle geri döndü.

-Buyur müdire hanım.

İlk gün, ikinci gün hatta ilk bir hafta beni gördükleri her yerde ayağa kalkıp, hazır ol vaziyetine geçmelerinden, müdire hanım diye hitap etmelerinden onları vazgeçiremedim.

Sonra ne mi oldu?
Hayata dair oldu tüm kelimelerimiz. Saçlarından tel örgüler çözüldüğünde.

Uzunca bir süre evde alaturka tuvalet olmamasının sıkıntısını yaşadılar. Kurslara gitmeye başladılar. Van'dan sonra gördükleri ilk şehir olan İzmir'in yolunu yordamını öğrenirken azıcık zorlandılar. Kız kardeşim seyahatten geri döndüğündeyse evdeki kızlar karesi tamamlandı.

Başlangıçta geceleri roman okumadan uyumalarını yasaklamıştım. Sonra denetime gerek kalmadan dünya klasiklerine geçtiler. Güllü en çok Suç ve Ceza'yı sevdi. Aykız Anna Karenina'yı. Koskoca bir hafta sonunu alt yazılı bir filmi tekrar tekrar izleyerek geçirdik. Çünkü hem yazıları okuyup hem sahneye yetişmeyi bilmiyorlardı. Ezberlerine İngilizce küfürler girdi.
-Boş verin alt yazıda Türkçesi sadece ?'lanet olsun''diyordum, gülüşüyorduk.

Onlar için birçok ilkten biriydi mesela sinemaya gitmek. Film dediğimiz bahane tabi ki, İzmir Sineması'nın büyük salonuna, patlamış mısıra ve kışlık dondurmaya bayıldılar. Bir başka hafta sonu Kemeraltı'nın altını üstüne getirdik. Yeni giysiler aldık. Tam Kemerüstü oldu diyecekken, yemek bile yiyemeyişimiz Konak'taki Devlet Tiyatrosu'nun oyununa yetişmek içindi. Yani yeniden bir ilk için. Son perdeye gelindiğinde açlığımızın had safhasındaydık, şans bu ya oyuncuların gerçekten menemen yapmasını ve afiyetle yemesini izledik.

İşyerinde de fazla mesailerle çalıştığımız yoğun dönemler oldu. İş hayatına dair öğrenim her zaman her yerdeydi. Benden hariç, şirkette çalışanlar da onlara daha bir özen gösteriyor, ufacık bir katkıları olsun diye adeta yarışıyorlardı.

Öyle sevimliydiler ki; mesela durakta otobüs beklerken, markete girsem peşimden geliyorlardı. Tıpkı ördek yavruları gibi. Kurstan eve dönüşte biraz geç kalsalar beni apartmanın cümle kapısında buluyorlardı. Müdahaleci, meraklı, tedirgin hep eleştirdiğim --annem gibi-- bir anne olabileceğim ihtimalini provada anlamamı sağladılar.

Bize Şemmame halayını öğrettiler. Asla yemem dediğim otlu peyniri sevdim. Kahvaltıda dana kavurma görmeye alıştım. Kürtçe şarkılar, sözcükler, Kardeş Türküler ezberledim.

Aykız edalıydı narindi ve daha on sekizindeydi. Türk kızından doğma, Kürt oğlundan olma. Güllü'yse şaşırtıcı derecede zekiydi. Yirmi beş yaşını aşkın etkileyici bir insanlığı vardı. Hayvanlara, çiçeklere, kısacası tüm canlılara karşı çok duyarlı ve sosyal meselelere de hayli ilgiliydi. O'nu dinledikçe hep gelecekte siyasete atılmasını hayal ederdim. Üniversiteye gitmesi de şarttı. Soyağacı tıpkı Van'a benziyordu. Türk, Kürt, Ermeni karışımı. Kendisini anlatırken ?'insan be'' diyordu sadece insan. Her iki kızın da uzak akrabalarından terör örgütüne katılmış olanlar vardı. Tüm bu hikâyeleri öğrendikçe, babalarının, onların gelecekleri için verdiği, takdire değer uğraşı anlamam daha da kolaylaştı.

Günler geçti ve biz renk ahenk gökkuşağını oluşturduk. Sanki hiç ayrılmayacakmışız gibi.

Kızların İzmir'e gelişinin ikinci yıl dönümü yakındı ki, yarım yamalak çalıştığımız bir cumartesi günü patronum beni odasına çağırdı. Pencerenin önünde durmuş fabrikanın bahçesinde gezinen ördek yavrularına bakıyordu;

-Artık sana benzediler, dedi

Bu cümlenin anlamını iyi biliyordum. Gözlerim sudan bahaneler üretse de sonucu değiştirmek mümkün değildi.

Ayrılık tahminlerin de üzerinde çok sarsıcıydı. Dönüp dönüp sarıldık birbirimize ve birçok dilde ağladık. Adnan Menderes Hava Limanı'ndaki veda öncesi, kızların ikisi de birer tane zarf tutuşturdular elime.

Başları ve omuzları evvelce hiç tanımadıkları açılara denk, büyük göle doğru uçup gitti, benim güzel yavrularım.

O gece ve sonraki birkaç gece evde ne kardeşimle ne de annemle avunamadım. Dost sığınaklarına koştum. Kızların bana bıraktıkları mektupları ezberledim. Uğur addedip, iki sayfa bembeyaz yürek gibi çantamda hala taşırım o mektupları.

Planlanana uygun Van'daki yeni işyerinde Aykız'da, Güllü'de yönetici oldu. Patronum yüzlerce kişiye daha iş verdi, hayata tutunma umudu verdi. Şehri Van'a vardığımda yani tekrar kavuştuğumuzda, Güllü'nün ailesi yemeğe davet edip daha kapılarındayken, teşekkür babında, benim adıma kurban kesti. Aykız'ın babası Ah Tamara adasına, Tatvan'a, Ağrı'da İshakpaşa Sarayı'na, Bitlis'te Veysel Karani'nin türbesine götürdü, günlerce bölgeyi gezdirdi

Ne güzeldi ahh ne güzel. Keşke umutluluk yarım kalmasaydı.
Keşke içimin Van yerinde yangınlar ömrümce bitmeyecek tükenmeyecek şekilde yakılmasaydı.

Bir kez daha anladım ki iyilikler, güzellikler hep ama hep kısacık sürermiş.Yeniden öğrendim ki kötülükler de öyle.. İşler bir müddet sonra ?görünen köye?yani kötüye gitti. İdealleri uğruna servetini gözünü kırpmadan seferber eden, patron kârsızlıktan pes etti. Kapısını çaldığımız devlet baba yüzüne bile bakmadı. Destek çıkmadı. Neden baksındı ki O hiç politik olamamıştı. Doğu ve güneydoğuya yatırım yapılsın söyleminden prim alan, gerçekçi hiçbir icraat yapmayanlar, partilerin yönetim kadrosunda çoktan yerini almıştı.

Yolcu yolunda gerek dedi hayat.
Dağılın!

Önce Van'daki işyeri kapandı. Sonra diğer şehirler derken İzmir'deki işyeri anlamını kaybetti. Bahçesini bekleyen kangal köpekleri öldü.

Binlerce umut dibe vurduğunda, denize atılmış bir çift yengeç mutluluğuydu geleceğe kalan.

Van'ın Güllü'sü uzun bir süre iş aradı. Bir yıl kadar önce Belediye'ye sözleşmeli işçi olarak girdi. Şimdi park ve bahçelere çiçek dikiyor. Diğer yandan resmi ve özel kurslarda ücretsiz bilgisayar eğitmenliği yapıyor. Yalnızca Suç ve Ceza'yı değil Dostoyevski'nin kalemini sevdiğini söylüyor. Tiyatro diyorum, arada bir o da buraya oyun gelirse diyor. Çıplak elle kar temizliyor, toprağı gördüğünde, önce düşler ekiyor sonra ruhundan yeşerecek fidanlar. İşte tüm bunları gayet zekice yaptığını bir ben biliyorum bir de Allah. Her yeni gün O'na biraz daha kaderini kanıksatmaya çalışsa da yılmayacak. İçinde İzmirli günlerin özlemini çiçek çiçek büyüterek..

Aykız işten ayrılınca hemen evlendi. Şimdi iki çocuğa annelik yapıyor. Hayallerinin aksine bakarak diyor ki; içimde hala bir deniz sızısı var. Bu yüzden çocuklarım benden daha mavi ve okunaklı olacak.

Deprem sonrasında şükürler olsun ki hala nefes alıyorlar. İşte bu da şimdiki zamanın en büyük tesellisi...

Felaketin ardından Güllü'yle görüştüm.

-Ne yapıyorsun bir ihtiyacın var mı?

-Bizim için ve Aykız da dahil tüm tanıdıklarınız için hiçbir ihtiyaç yoktur. Evlerimiz çok şükür sağlam konmuş geceye. Devletimizde yemek veriyor.

?Hadi hemen çıkın gelin buraya. İklim biraz sakinleşinceye kadar en azından.

- Ahh abla bilsen nasıl isterim hem de nasıl ama olmaz ki. Ben Kriz Masası'nda görevliyim. Şimdi buralara adam lazım diyor

Hassasiyetimi hatırlayıp hemen düzeltiyor

-Özür dilerim insan lazımdır diyecektim. Başkalarına yardım ihtiyacı olursa arayayım mı seni?

-Ara tabi diyorum başkası diye bir şey yok hemen ara.

Biz birbirimizi tanıdık, sevdik, dostluğumuzu ve kardeşliğimizi sürdürmeye devam edeceğiz. Biliyorum, mutluğumuzu yarım bırakan hatalar da sonsuza kadar sürmeyecek.

Neşet Ertaş'tan bir türkü vardı iki mektubun ortak sonunda;

Bir anadan dünyaya gelen yolcu
Görünce dünyaya gönül verdin mi?
Kimi büyük, kimi böcek, kimi kul
Merak edip hiçbirini sordun mu?
Bunlar neden nedenini sordun mu?
.....

Garip bülbül gibi feryat ederiz
Cehalet elinde küskün kederiz
Cahiller elinde küskün kederiz
Hep yolcuyuz böyle geldik gideriz

Dünya senin vatanın mı yurdun mu?

31 Ekim 2011 12-13 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)
  • 12 yıl önce

    İşte bir çok insanın öğrenmesi gereken, ruhuyla ülkem insanı için ne yapabilirim diye düşünmesi gereken güzel bir yaşanmışlık,keşke patronun işleri rast gitseydi keşke, kimbilir daha neler yapardı...

    Keşke herkes olmasa da bir çok kişi doğduğu büyüdüğü yere ve insanlarına sahip çıksa,yok mu böylesi insan...

    Biliyoruz ki var,ama biraz para sahibi olan büyük şehire kaçıyor ve sadece dilinde kalıyor doğduğu büyüdüğü yer..

    Sevgili Kader paylaşım için çok teşekkür ederim,sonu hüzün olsa da iki yavrucuğun öyküsü etkileyiciydi..

    Sevgiler..

  • 12 yıl önce

    Dolu dolu hayatın içinden cımbızlanmış gerçek bir öykü. Yurdumuzun o bölgesindeki insanlara sevgi ile yaklaşımın güzel örneklerinden biri. İşte bu, her zaman bunu yapmalıyız. Bir insanı, erkek ya da kadın, eğer bu devlet terör örgütüne kaptırıyorsa, suç sadece o örgüte katılanda değil, onların yaşadığı bölgede iş, aş, sosyal hayat dan gerekli şartları oluşturamayan bizlerdedir de aynı zamanda değil mi? Sen oraya yap sinema, tiyatro salonları yap buz pateni tesisleri, insanların cebine giren para miktarını arttır sonra bak bakalım terör olaylarında ki azalmaya. Kutluyorum Kader hanım saygıyla...👍