Düşük

Mahallenin tipik özelliklerinden birisi de ailelerin çok çocuklu oluşları, doğum kontrolünün en iptidai şekilde yapılışıydı. Nazifonbaşına ismiyle maruf, asıl adı Feride iken çoktan unutulmuş, eşinin ismi ve askeri rütbesi ile isim yapmış, yaşlı bir Giritli ebe, kadın hastalıkları uzmanı olarak doğum yaptırıyor, düşüklere müdahale ediyor; küçük, mercimek kadar, yuvarlak, kapkara haplar imal ediyor, cahil halka iptidai yollar tavsiye ediyordu. Ayrıca her hasta olana çağrılıyor, ilk yardım yapıyor, terletiyor, kupa çekiyor, hacamat yapıyor, çıban deşiyor, kulak deliyor, hatta yeni doğana minik operasyonlar bile yapıyordu. Bebelerin doğuştan bitik organlarına mil sokarak yol açıyordu. İşin ilginç tarafı, o benim de ebemdi. Tecrübesi, fedakârlığı ve çalışkanlığı ise inkâr edilemezdi.

Giritliler, genellikle ince bir kemik yapısına sahip, uzun boylu, sarışın insanlardır. Bunlar da sanırım, fetihlerle genişleyen Osmanlı topraklarının Türkleşmesi ve Müslümanlaşması için sınır boylarına yerleştirilen öz Türklerdendir. Fakat zamanla, fethedilen yerlerde yerli halkla kaynaşıp, onlara Türklüğü, Müslümanlığı aşılarken, o milletlerin kültürlerinin etkisinden de uzak kalamamışlar.

Nazifonbaşına da doğup büyüdüğü adanın adetlerini muhafaza edenlerdendir. Akdeniz insanının güler yüzlülüğü, yakınlığı, girişkenliği, yardımseverliği ve güvenilirliği onda da vardır. Günün her saatinde, içine aletlerini koyduğu bohçası hazır beklemekte, devletin görevlendirdiği ebeler gibi işini yapmaktadır. Tıbbın babası İyon hekim, İstanköy Adası'nda, Hipokrat'ın etkisindeki doktorluğa soyunan bu kadıncağız da Girit Adası'nda görevini yapanlardanmış. Şimdi de mahallesinin hemşiresi, ebesi, doktoru... Eh, o kadar olacak artık.

O zamanlar her köyde, küçük kazalarda, değil doktor, ebe bile yoktu. Herkes hastasını, gebesini büyük meşakkatlerle, en yakın kasabaya veya şehre taşımaya çalışıyordu. Bu durum göz ardı edilmezse, Nazifonbaşına eli öpülesi bir kahraman, örnek bir Türk kadını, cesur ve kahraman bir insan sayılırdı. Yanlış bir müdahale sonucunda olabilecek olumsuzluklar neticesinde, ehliyetsiz olduğu için yakalanıp, sorgulandığında başına gelebilecekleri bildiği halde işini dikkatle ve azimle sürdürmekte, kazandığı para ile geniş aile çevresine yardım etmekteydi.

Onun yaptığı işin benzerini halk birbirine de yapmakta, el yapması ilaçlar tavsiye etmekte, yaralara, kesiklere, yanıklara, çıbanlara küçük operasyonlar yapma cesaretini kendilerinde bulmaktaydılar. Anneannem de bulunduğu yerin ebesi, hemşiresi, doktoruymuş. Uzun yıllar muhtarlık yapmış. Yerleşim birimlerini eşkıya bastığı zamanlarda, acımasızca milletin göbeğine kaynar zeytinyağı akıtarak, altınlarını, paralarını, karılarını kızlarını gasp ederlerken; onun görev yerine geldiklerinde, yatacak yer gösterirmiş, yöresine zarar vermemeleri için yedirir içirir, misafir gibi ağırlamış. Ayrılırken helalleşip elini öpüp giderlermiş. Politikadan anlayan bir kadınmış. Kara Fatma gibiymiş. Fatma Ana derlermiş, ona da. Giderek Fatmana olmuş adı. Nazifonbaşına'nın yaptığı işlerin hepsini yaparmış. Fazlası var, eksiği yok.

Annem, çocuk denecek çağda, yaşı büyütülerek evlendirilmiş ve annesinden ayrılmak zorunda kalmış ama dikkatli bir çocukmuş. Ondan çok şey öğrenmiş. Ufak tefek şeyler için doktora gitmemize lüzum kalmazdı. Bir biz değil, onu tanıyan herkes, bilgi ve deneyiminden yararlanma fırsatını kaçırmazdı. Annem, mahalle ebesinden farklı olarak bu işleri para karşılığında yapmazdı, mecbur kalmadıkça mesuliyet almaz, hastaları hastaneye, doğumevine yönlendirirdi.

Okumadığı aşk romanı ve faydalı eser yoktu. Eğitici öğretici radyo programlarını kaçırmaz, günlük gazeteleri okur, yorum yapardı. Partisinin kadınlar kolu ilçe başkanlığını yapmakta, kapı kapı dolaşıp halkı yönlendirmekteydi. Yıllardır her gün muntazaman anılarını yazmakta, bizi de yazmaya özendirmekteydi.

Babam da mahalli gazetelere günlük makaleler yazar, İstanbul gazetelerindeki halkın sesi, halkın köşesi gibi bölümlere mütemadiyen yazı gönderirdi. Cehaletin ortasında ama aydın bir aile içinde yetişmekteydim.

Bir komşumuz vardı. Bulandıra'nın gelini... ?Bulandıra' ne demek? Ortalığı bulandıran demek... Yani laf taşıyan, onu ona düşüren, insanların aralarını açıp, ortamı geren ya da herkesi birbirine düşüren demek... O kadın öyle miydi? Tartışılabilir. Hayatı bulanıktı garibimin. Kendisiyle uğraşacak hali yoktu ki milletle uğraşsın ama bir defa bu lakap takılmıştı ona, kurtuluşu yoktu.

Bulandıra'nın gelini, eşekle sebze satan bir adamcağızın kızıydı. Çok temiz, yerli bir ailedendi. Ferah... Belgin Doruk'un uzun boylusu, bembeyaz, cildine tezat kapkara dalgalı saçlı, kara kaşlı, iri kara gözlü çok güzel bir kız... On beş yaşında evlenen bir çocuk... Eşi de küçük, askere bile gitmemiş. On yedisinde miymiş neymiş, o zamanlar. Ayhan Işık'tan da yakışıklı, Şarampol'ün en yakışıklı genciydi. Sandık çakıcısıydı. Ağzına bir avuç çivi atar, takır takır sandık çakardı. Güçlü kuvvetli, helal kazanan, ahlâken mahallenin örnek gençlerinden...

Antalya, sebze meyve üretimi ve pazarlaması konusunda önemli bir ildir. Bir tarafta hızarlar, marangozlar; bir tarafta sandık çakıcıları, mobilyacılar... Özellikle toptancı haline yakın evlerin bahçeleri ambalaj atölyesi halinde kullanılır, oralarda gece gündüz, aralıksız sandık çakılır. Kim ne kadar çakarsa, o kadar para alır. O nedenle, hale yakın evlerde oturan Giritli gençler buralarda yarış halinde çalışmaktadır. Hepsi sigara içer, sinemaya gider, gece yarılarına kadar gruplar halinde Antalya sokaklarında dolaşır, gezer, eğlenirler. Kimseye zararları yoktur. Tipik Türk erkeğini oynarlar. Namus söz konusu ya da bir saldırı olursa, onu veya onları hep beraber indirirler!

İlk çocukları kız olmuş. Aradan bir süre geçince bir de oğulları olsun istemişler. Allah onlara esmer, babası kadar yakışıklı olacak, çok güzel bir oğlan vermiş. Mutluluklarına diyecek yok... Bir de istenmeyen gebelik... Bir telaş almış ikisini de! Bebe daha bir yaşında... Bir daha geliyor. Bunlar üç çocuk anası babası olacak durumda değiller. İki bebenin sorumluluğunu ebeveynleri paylaşmakta... Bir de üçüncü? Ailenin ekonomik durumu ortada... Yeni doğana zor bakıyorlar, doğacak olana da bakamayacakları besbelli.

Ferah, kimden ne duyduysa yapmış. Her türlü nesneyi denemiş. Ebegümeci saplarına, hatta yün örgü şişlerine kadar... İçmediği ot suyu, yutmadığı hap kalmamış. En sonunda kanama başlamış. Canını bize dar attı! Nasıl kıvranıyor! .. Yerleri tırnaklıyor! .. Cenin daha bir buçuk iki aylık... Yola çıkmış, gelemiyor, öldürüyor! .. Kızcağız nasıl yalvarıyor:

'Ne olursun ablacım, beni kurtar! ..' diye! ..

Can dayanacak gibi değil! .. Kaynanasından da korkuyor. O duymasın diye rahatça bağıramıyor bile. Annem doğumevine gönderecek ama mahalle ayağa kalkacak! Hâsılı, anneannemden öğrendiği yöntemi uygulamak zorunda kaldı. Ağzı tamamen açık bir teneke getirdi. İki tuğla kızdırdı, üstüne sirke döktü; tenekenin ağzına, cildini kesmemesi için bez doladı ve onu oraya oturtturdu:

'Şimdi biraz daha sancı çekeceksin. Damarların açılacak. Bahçe hortumu ısınınca nasıl genişliyor, musluğa kolayca takılıyor. Ya kışın? Soğukta daralıyor ve sertleşiyor. Aynen onun gibi yol açılacak, buharın etkisiyle... Dayanabildiğin kadar yaklaş. Dikkat et, yanma! ' dedi.

Çok küçüktüm. Onlar benim hiçbir şey anlamadığımı zannediyorlar ama ne kadar dikkatle seyrettiğimi, nasıl merakla dinlediğimi ve olaylar üzerinde ne kadar düşündüğümü bilmiyorlar. Bende yaratacağı etkiyi de düşünmüyorlar. Yumurta kapıya gelmiş, onun derdindeler.

On dakika geçmemiştir. Lavaboya koştu, cenin elinde geldi. Onu ne yapacağını soruyor. Nasıl dualar ediyor. Annem günaha girdiği için çok üzgün ama taşikardi nedeniyle olabilecekler düşünüldüğünde, bir can kurtardığı için de sevinçli. Bir taraftan ona:

'Sar bir beze, götür bir duvar dibine göm! ' diyor. Bir taraftan da:

'İşi bu raddeye getirmemeliydiniz. Önceden önlemini almalıydınız. Madem istemiyorsunuz, dikkat edecektiniz. Bir daha yardım etmem. Bana güvenip de sakın hamile kalayım deme! ' diyordu.

Konu o şekilde kapandı. Kaynana olayı duymadı. Ferah bize her gelişinde anneme minnettarlığını tekrarladı durdu. Fakat bu ana baba kendileri çocuktu:

'Ey, çocuğa çocuk veren Rabbim! " diyordu, annem.

Mümkün olduğu kadar sinemalara çocuk almıyorlar. Hele geceleri... Bunlar bir akşam, kızı erkenden yedirip yatırmışlar, oğlanı da salıncağında uyutmuşlar, ikisini de öylece bırakıp, sinemaya gitmişler:

'Onlar uyudular mı uyanmazlar'

'Karınları tok. Acıkıp ağlamazlar'

'O zamana kadar biz geliriz.' demişler, birbirlerine.

O zamanlar Taçsız Kral'la, Küçük Hanımefendi'nin filmleri revaçta... Başrollerini Ayhan Işık'ın ve Belgin Doruk'un paylaştıkları, Sadri Alışık'ın da rol aldığı bir filme gidiyorlar. El ele filmi seyrediyorlar. Film bitince akılları başlarına geliyor. Hızlı hızlı yürüyerek eve geliyorlar. İki göz iç içe odalarına girmek için merdivenleri çıkıyor, kapıyı açıyorlar. İlk odada ses yok.

'Oğlan uyuyor. Mesele yok! ' diyorlar.

İkinci odaya giriyorlar ve iki kişilik yataklarının üzerinde mışıl mışıl uyumakta olan kızlarını görüyor, rahat bir nefes alıyorlar. Üstlerini değiştiriyorlar. Ferah, salıncağın içine eğiliyor, oğlanı alıyor, süt içirmek için. O ne? Bebek kaskatı! .. Bedeni kazık gibi! .. Eliyle yokluyor, telaşla! .. Hareket yok! ..

Yalnız ağzının etrafına yapışıp kurumuş kusmuk izi... Yastığında da daha kurumamış asit kokan süt lekesi... Maması yedirilince uyumak istemiş. Sallana sallana midesi bulanmış olmalı. Yediklerini tamamen hazmedemediği ve gazı çıkarılmadığı için onlar gidince kusmuş, yan dönememiş. Ağlamıştır mutlaka ama kim duyacak da gelecek yardımına? O iki saat içinde olmuş olay. Normalde, sıvı mama en fazla bir saatte hazmedildiğine ve kusmuk kurumuş olduğuna göre bir saat kadar önce boğulmuştur. Yapılacak bir şey kalmadığından sadece teselli etmek için:

'Onun ömrü o kadarmış. Kadere inanan insanlarız.' diyenlere:

'İhmalimizden oldu. Evde yalnız bırakmamalıydık.' diye çok yandılar. Ferah:

'Mutlaka Allah, onun yerine bir bebek verecekti, biz istemedik. Köpekler gibi pişman oldum, düşürdüğüme! Bir de yerden göğe kadar günaha girdim! .. Allah'ım beni affet! .. Ceninle nasıl hesaplaşacağım? Onun hayat hakkını elinden aldım! .. Ondan türeyecek nesle de: 'Dur! ..' dedim. Ben kimim, kim? Neden yaptım bunu! .. Ah! .. Şimdi de kızımı elimden alırsa? Bir daha çocuğum olmazsa? ' diye dizlerini çürüttü, vura vura. Saçlarını yoldu. Birisi de dedi ki:

'Bir kadının iki çocuğu varmış. Kürtaj için doktora gitmiş. Neden aldırmak istediğini sormuş doktor:

'Oğlum da var kızım da... Yeter iki tane! ' demiş.

O hamilelikten kurtulmuş olduğu için sevine sevine evine gelmiş. Bir de ne görsün? Girişte iki ceset! .. İki çocuk evde yalnızlar. Anneleri, operasyondan hemen dönememiş. Acıkmışlar. Yıkamadan zehirli şeftaliler yedikleri için zehirlenerek ölmüşler.'

08 Ocak 2011 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 13 yıl önce

    Ne acı şeyler, cahilliğin, dikatsizliğin ve bazende hayat şartlarının verdiği kadermi diyelim artık neyse olmamsı gereken acılar.. Böyle acıların yaşnamamsı dileğiyle,, saygımla paylaşıma teşekkürler sevgili Onur

  • 13 yıl önce

    Çok ilginç, cahilliğin faturası ağır oluyor.

    Nüfus planlaması mantıklı belki o zamanki devirler o durumları yaşatıyordu.Ama şimdi her türlü legal yollar,yöntemler var. Zamanımızda böyle şeyler yaşanmıyordur inşaallah.

    Tebrikler ilgi ile okunası bir çalışma.

    Selamlar, Sevgiler..