Duvarlar
Cevahir, otuzlu yaşlarının sonuna doğru ilerlerken hiç duraksamayan bir yalnızlık halini yükleniyor, geçen günlerin ayrımını mesai günleriyle veyahut listesine son anda eklendiği davetiyelerle ayırt ediyordu.
Fazla mesai sonrası bir akşamda ev dediği barınağa vardığında karşılaştığı manzara şöyleydi; otuz beş metrekare bir salondan ibaret olan yüksek tavanlı bu evde mutfak yoktu.
Mutfak niyetine odanın bir köşesini, köşegen bir vaziyette meşgul eden üç sıra rafta, üç tabak, üç kase, üç bardak vb. kap kaçak ile bir alan oluşturmuştu; rafların üstündeki duvara alelade iliştirilmiş bir borudan, halkalı kornişle sarkıtılmış muşamba bir örtü sarkıyordu… Sarkan örtü muhtemelen tozluk görevi görüyor başka da bir anlam taşımıyordu. Mutfak denilen köşenin bir tezgahı bulunmuyordu. Cevahir, bulaşıklarını antika denebilecek seviyede eski ve zevkli bir tasarımı olan boyu dört buçuk metreyi bulan bordo renkli kadife perdelerle kapalı, yüksek pencerenin hemen önünde yer alan küvet taşında yıkıyordu sonra küveti sonra mecali kalmışsa kendini… Hafta sonlarında mutlaka meşhur ama ziyaretçisi bir hayli azalmış olan tarihi hamama giderek temizlenme duygusunu tatmin ediyordu.
Kapısını çalacak komşusu yoktu zira komşularının durumu buna pek müsait değildi. Yan komşusu Alzheimer hastası Şefika Aysel, ömrünün son demlerini akşama kadar tekerlekli sandalyesinde pencere önünde geçirir; kuzeyli bakıcısı gelene kadarda ne yemek saatini ne de diğer ihtiyaçlarını bilemez ya da gideremezdi. Doğrusu bu acziyette komşu kapısı, onun için uzak iklim bir hududu zorlayacak bir lüks olurdu. Alt daire boştu orayı bazen bağımlı gençler bazen mülteciler işgal ederdi.
Gençler dönem dönem parmaklık ardına mülteciler ise lastik botları batmamışsa varabildikleri en batı uca kadar gerilirlerdi. Geride bıraktıkları bu depodan bozma yeri bir kaç hafta içinde yine aynı döngülerle başkaları doldururdu. Bu dairenin sakinleri kim olursa olsun hepsinin bildiği bir gerçek vardı, kapı çalınmaz ! Kapı, baskında kırılmayan, yıkılmayan ardına geceleri ranza çekilen, ağır eşyalar istiflenen bir olguydu ve bu yerde her kapının ardı muhtemelen böyleydi o yüzden kapı denilen şey çalınmaz, o sımsıkı kapatırdı...
Cevahir’in üst komşuları ise çatı katında kalan harita kadastro öğrencisi iki gençti. Onlarda fakültenin son döneminde sürekli arazide yer alıyor gün aşırı şehir şehir talimlerde bulunduklarından pek eve uğramıyorlardı. Anlayacağınız bu binada çok şey vardı; çok insan çok hayat ama hiç ses yoktu… Seslerin olmadığı bu yerlerde duvarların dili konuşurdu. Bu konuşmalar mevsimine göre çok sevecen ya da çok acımasız olabiliyordu. Misal kış gecelerinde evin sahibi kesilen bu duvarlar öyle hiddetlenirdi ki karardıkça kararır sizi şöminede ki cılız ateşe doğru kovalar bu küçücük ışığa sığınmak zorunda bırakırdı kimi zaman rüzgarı sırtından sektirir zangırdayan ahşap pencerelere çarptırır bir başla korku oyunu sahnelerdi tiyatro perdesi misali o kalın kadife bordo perdeler arkasında bir gulyabani gizlerdi de siz perdeyi ayıracak cesareti bulamaz sadece rüzgardır diye avuntular beslerdiniz… Duvarlar kimi zaman savcı olur sorguya çeker sizi hiç acıması olmaz mutlaka vicdani bir kusurunuzu bulur çıkartırdı mesela geçen gün ekmek arabası altında ezilen kediyi ekmek arabası ezmiştir ama öldüren siz olmuşsunuzdur… Savcı kesilen duvar, gözlüklerini çıkarıp tüm heybetiyle gözlerinin içine bakar dün akşam yemekte ne yedin ve kimleydin? diye sorduğu an hovarda bir geceyi, gecenin sonunda bakkalın çoktan kapandığını kaşarı ve sütü kapıya koymadığını anladığında ekmek arabasının da günahı olmadığını alnınıza çakardı !
Mahkumiyetiniz, müebbet bir acıma duygusu ve bitmeyen bir nedamet ile ilmek olur boynunuza takılırdı.
Duvarlar kesmişse hükmünüzü bu kesinlikle adildi
Ah be kardeşim, sen kaç doğumlusun bilmiyorum ama hiç unutmam; sene 1994, yaş yirmi dört... Aylardan Kasım, günlerden, salı, ayın sekizi... Hayatımın dönüm noktası... Otobüs biletimi arkadaşım Cihan'ın karşıladığı, evi terk edip Gebze'de yaşayan arkadaşlarımın yanına yerleşmiştiğim zamanalara gittim okudukça... Ki biri can dostum Çetin, diğeri daha önce hiç ama hiç hatta aynı kasabada büyüyüp hiç karşılaşmadığım, şartlar nedeniyle aynı odayı paylaşan Hikmet... O günlere götürdün beni yazıyı okudukça. Bizim kaldığımız ev de eski bir evdi ama öyle senin hikayendeki gibi daireler yoktu binada... Bir odasını kullandığımız ve o odada da biri tek kişilik, biri iki kişilik iki yatak ve biz... Şimdiki tabirle dukleks bir ev ve biz üç kişiyiz... Yani gurbet elde üç erkek... Odada ise; üstünde yeşilli beyazlı muşambadan örtüsü olan iki yatak arasına sıkışmış bir tane yemek masası, bir kaç kap kacak, bir kaç çatal kaşık ve 37 ekran tüplü televizyon... Duvardaki ve kapının arkasındaki askılıklarda ise kılık kıyafetlerimiz... Kaldığımız ev ise; iki katlı ve yanlış hatırlamıyorsam dört odalı bir evdi. Yanlış hatırlamıyorsam diye yazmamın sebebi ise; hiç üst kata çıkmamış olmamdan başka bir şey değildir yani (sakın yaşlılığıma vermeyesin.) Tahmini 9-10, bilemedim 11 metrekarelik bir odaydı ve iş dışından bütün yaşam alanımız orasıydı... Makarna ve hazır çorba ile çoban salatası her akşamki menü... Ya da Çetin'in çalıştığı ve dayısıyla ortak göründüğü ama işçilik daha doğrusu amelelik yaptığı kafeteryada yediğimiz tostlar... Sucuklu ise ihya oluyorduk. Sen düşün gerisini... Binanın giriş katını kullanıyorduk sadece biz... İçeriye girince ve şöyle bir kaç basamak çıkınca iki oda ve tuvalet kapısı karşılardı bizi... Zaten bir odası bizimdi... Sadece o odaya kira veriliyordu ve sağ olsun Çetin bu konuda benim elimi cebime sokturmuyordu. Ki istese de yoktu zaten... Tıpkı senin hikayendeki kapının arkasına yığınak yapan göçmenler gibiydim yani... Giriş katındaki diğer oda ise; evin kiralandığı TV tamircisinin depo olarak kullandığı için bıraktığı TV aksamları ve bizim valizlerimizin olduğu odaydı... Ve az önce yazdığım tuvalet... Aynı zamanda hamama gidemedikçe, piknik tüpü üstüne koyduğumuz yağ teneksi ile su ısıtıp banyo olarak kullandığımız o alaturka tuvalet... Ve dışarıdan da, içeriden de, koyu yeşil boyalı, üstümüze üstümüze gelen, geldikçe bizi boğan kasvetli duvarlar... Öncesi ve sonrasını karşılıklı bira içerken anlatırım daha sonra sana... Yazdıklarına gelince; Cavahir'i ilk başta Cevahir olarak okudum ama sonlara doğru aslında onun Cevher olduğunu fark ettim... Daha doğrusu sendeki cevherdi Cevahir... Çünkü; bu yazdıklarınla, yüz yüze sohbet etme şansına eriştiğim kardeşimin içindeki cevheri bir kez daha görmüş oldum... Zaten biliyorum; edebi yanı dolu dolu bir insansın ama bu yazı başka be kardeşim. Bambaşka... Herkesin harcı değil yani... Bir kez daha seni tanımış, seninle sohbet etmiş olmanın ayrıcalık olduğunun farkına vardım. İyi ki varsın... İyi ki kardeşimsin... Günümün değil, tüm zamanlarımın yazısıdır... Sonsuz sevgimle...
Her ne kadar öykü de olsa yazılan gerçek hayatın içindeki acılı yalnızlıkların ve dahi imkansızlıkların izdüşümünü taşır biraz bizden biraz insanlardan ve en çok da duvarlar duyar karanlık gecelerde yürek çığlıklarımızı .Güzeldi Sahir Neva tebrik ederim sevgiler