Düzlük

Düzlük, güneşli, neşeli, cıvıl cıvıl... Hayat var orada, neşe, sevinç, mutluluk var. Çocuklar var... Orada hayat yaşanıyor. Nefes nefese yaşanıyor hem de...

Zaman zaman anneler yola kadar gelip çocuklarına bakıyorlar. Yemeklerini yediriyorlar, küçüklerin burunlarını siliyorlar, hasta olanların ilaçlarını veriyorlar. Hepsi de sözleşmiş gibi sıkı sıkı tembih ediyor:

'Sakın terli terli su içmeyin! Hasta olursunuz!' diyorlar. Fakat hiç:

'Oynamayın, koşmayın, terlemeyin!' demiyorlar.

'Akşam olmasın! Vakit bitmesin! Annem çağırmasın!' diye dua ediyorum, akşamüstleri.

Cumartesileri, saat on yediyi, Çocuk Saati'ni iple çekiyorum ama o vakit geldiğinde, Şermin eve çağırdığında isteksizce çıkıyor, gözüm arkada bırakıyorum arkadaşlarımı. Düzlük, dünya hayatıydı sanki ev ise kabir hayatı...

Ankara Radyosu'nun hazırlayıp sunduğu Çocuk Saati, Ankara Radyosu Çocuk Korosu'nun şarkıları, çocukluğumun içinde bir başka çocukluk yaşatıyor, son derece mutlu ediyordu beni. Mahalledeki çocuklar dinlemiyor, dinleseler de anlamadıklarını söylüyorlardı. Her gün Arkası Yarın vardı. Dünya Çocuk Klasikleri, eğitici çocuk programları... Ramazanda ?Karagöz'le Hacivat' ı dinliyordum. Her gün Orhan Boran ve Yupi'yi, diş macunu kazandıran bilgi yarışmalarını...

Evciliği sevmezdim. "Hiç oynamadım birileriyle." desem , yalan olmaz ama bebeklerim vardı. Tertemiz giydirir, üstlerine titrerdim.

Çamur oynamama karışılmadı. Babam, yaratıcı yönümün güçlenmesi için göz yumardı. Yaptığım heykelcikleri ona gösteriyordum. Kuruduklarında neden çatlayıp dağıldıklarını soruyordum. İçlerine saman koymamı öneriyordu. Annemle Şermin hiç de memnun değillerdi. Çok yorulunca kırmızı çamurlu taşlara oturuyordum, onlara iş çıkıyordu.

Doya doya çamur oynadığım için şimdiki gibi anımdığım zamanlarda dahi mutlu olurum. Elbisem çamur oluyordu belki, ellerim dirseklerime kadar... Kim karışır bana? Babam izin vermiş.

Önce toprağı bol bir yer buluyordum. Taşlarını yok etmek için eliyordum. Bunun için eskimiş, atılmış bir elek ya da tel parçası kâfiydi. Toz havaya kalkıyordu, bir kısmını ister istemez yutuyordum. Elenmiş olanı bir yere yığıyor, üstüne yavaş yavaş su çiliyordum. Elimle suyu yedirirken:

'Keloğlanın başını yağlarım, sıvarım...' diye bir tekerleme söylüyordum.

Kiremit kalınlığında bir çamur tabaka oluşunca kubbem tamam demekti. Bir çöp parçası ile, istediğim tarafından ters U şeklinde bir çizgi çiziyordum, yerden yere kadar... Onu derinleştirip, koparıyor, alıyordum. Yassı bir tahta parçasını kürek gibi kullanarak içini boşaltmaya başlıyordum. Bu arada tepesine bir delik açıyordum. Buradan duman çıkması gerekiyordu. İçinden çekerek çıkardığım topraklar önüme yığılınca, ortasını havuz gibi yaparak, içine su dolduruyordum. Bir taraftan da iyice yoğurarak, işlenmeye hazır bir çamur elde ediyordum. Bu arada avuçlarım toprağa doyuyordu, ben de toprak kokusuna... Hele bir de kâğıt parçaları koyup, ateş yakınca içinde... Dumanı bacadan çıkınca... Dumanı bacadan çıkıyordu, mutluluğumun.

Köfteler, ekmekler pişiriyordum. Bebekler, kap kacak, tabak, bardak yapıyordum. Sonra hayvan figürleri yapmaya başladım. Çamur oynarken, kimseye hak tanımıyordum.

'Bana ne? Bir sürü toprak var. Siz de yapın! Bunun hepsi benim! İstediğim gibi şekil vereceğim.' diyordum.

Onların yaptıklarını beğenmiyordum. Bir köfteyle ekmek öğrenmişler, başka bir şey bilmiyorlardı. Sakarlıkları yüzünden fırınım yıkılıyordu.

İçinde ateş yakınca, isterdim ki duman, sadece bacasından çıksın! Ağzından da çıkardı. Fırının ağzını kapatınca da ateş sönerdi. Ateşle oynamak, tehlikeli ve yasaktı ama yine de bir akşam babama usulca sordum, ateşin neden söndüğünü:

'Ateş, oksijenle yanar. Kapattığınızda içerdeki oksijen bittiği için söner.' dedi.

Ev değil, laboratuardı. Hemen bir mumla bir bardak istedi. Bir de çay tabağıyla bıçak... Mumu kırdı, ipini kesti. Çay tabağına yapıştırdı, yaktı. Bana gösterdi ve sonra üzerine bardağı kapattı. Mum söndü. Tekrar yaktı. Ablama verdi:

'Kapıyı aç, önce yere koy, sonra kapının üstüne... Alevi ne tarafa doğruysa, hava akımı o tarafa doğrudur. Isınan hava yükselir, yukarıdan dışarıya çıkar. Onun yerine soğuk hava dolar, aşağıdan.' dedi.

Çayda çıra gibiydi. Eğlenceliydi. Bir şey daha öğrenmiştim. Birkaç şey... Çünkü mumun bileşimini, yanma sebebini, içindeki yanıcı maddeyi, hatta nasıl yapıldığını bile anlattı. Anlatımda mükemmeliyetçiydi.

O zamanlar Antalya'da lise yokmuş. Liseyi Bursa'daki sınavlara girerek, dışarıdan bitirmiş ama ne kadar kuvvetli kimyası vardı! Her varlığın birleşenlerini, yapılışını, işlevini biliyordu. Evde her şeyi yapabiliyordu. Sabun bile imal ediyordu. Bundan zevk alıyordu. Bir şey imal edebilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Banyoyu karanlık oda haline getiriyor, fotoğraf tabediyordu.

Şişelerin boğazlarına gazyağı veya alkole batırılmış pamuk ipliği doluyor, yakıyor, belli bir hararete kadar geldiğinde camın nasıl eridiğini bize gösteriyor, boynunu kırmadan kolayca koparıyor, vazo yapıyordu. Sonraları ben de çok denedim, O kadar ısıtamadığım için koparmayı başaramadım.

Yaptığım testileri, fincanları, tabakları, bebekleri, tencereleri, köfteleri, ekmekleri, ördekleri, kaplumbağaları bir tahtanın üstünde güneşte kurumaya bırakırdım. Fırına sokunca çatlıyordu. Mutlaka bir püf noktası vardı. Yaptıklarımı babama gösterirdim. Fırında pişiremediğimden yakınır, nasıl pişirmem konusunda yol göstermesini isterdim; o da bana hijyen konusunda ders verirdi:

'Çamur oynarken mikroplar tırnaklarının arasına, oradan da ağız yoluyla midene girer. Çamur oynadıktan sonra ellerini çok ama çok yıkamalısın. Aksi halde kıl kurdu veya solucan yumurtaları da ağzından girer. İçinde kurtlara dönüşür ve vücudunun her yerine girer çıkarlar. Köylü kadınların topuklarındaki çatlaklardan bile girenleri varmış. Tırnaklarını dibinden kestirmelisin!' derdi.

Çok şükür, öyle bir şey olmadı. Bazılarında solucan vardı. Mideleri bulanıyordu. İki yaşında bir oğlan çocuğun burnundan çıkmış. Onu duyduktan sonra ellerimi çok daha fazla yıkadım. Hem ben çamur oynadıktan sonra eve gelince, ellerimi yıkamakla kalmıyor, seksen derece kolonya veya daha yüksek dereceli alkolle, bulamazsam mavi ispirtoyla dezenfekte ediyordum. Sabunları ne kadar kocaman yapıyorlardı! Bir türlü elime sığdıramıyordum.

İşte oyunlarım, işte arkadaşlarım, işte Düzlük dediğimiz oyun alanımız, mahallemiz, sokağımız, evimiz, bahçemiz, kırmızı toprakta, kırmızı çamur özgürlüğüm... Tertemiz giysilerim; incecik, ipek, organze, organtin, bürümcük, tafta, keten... Çiçekli, nakışlı, işli... Kloş, fırfırlı, büzgülü, pilili, biyeli... Çeşit çeşit... Kısacık olmazsa asla giymem! Bir de kabaracak... Ayşecik'inkiler gibi...

Sonra kırmızı tafta elbisem, hemen ortaya çıkıveren ilk yalanım... Kırmızı fırfırlı tafta elbisemle sokakta oynuyorum. Arkadaşım evinin önünde tuzla limon yiyor. Bana da veriyor ama ben yerken üstüme damlatıyorum. Anında kararınca suçlanıyorum. Eve gideceğim, üstümü değiştireceğim. Düşünüyorum: ?Ne desem, ne desem?' Annem karşılıyor:

'Ne oldu üstüne öyle?' diye soruyor. En temizi su... Su dersem kızmaz. Kızsa da dövecek ya da öldürecek değil ya... Yine de:

'Neden oynadın onlarla? Bak işte yepyeni elbisen ne oldu!' diyecek.

'Su döküldü. Su içerken...' diyecek oldum, hemen anladı, ne olduğunu! Ondan da hiçbir şey saklanmaz ki!

'Su değil bu! Limon...' dedi. 'Limon yemeye kalktın, değil mi? Beceremedin, üstüne damlattın...'

'Evet... Nerden bildin?'

'Limon kırmızıyı bu renge dönüştürür de ondan... Sana 'Yalancı Çoban' isimli masalı kaç kere anlattım? Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış. Neden yalan söylüyorsun? Yalan gizli kalmaz. Er geç ortaya çıkar.' diye konferansa başladı. Hatırladığım ilk yalanımdı. Daha önce yalan söylemem için hiçbir neden yoktu. Fakat bu en yeni, en güzel kırmızı elbisemdi. Sanki birden üzerine siyah yağlıboya dökülmüştü de hiç çıkmayacaktı ve annem bana çok kızacaktı:

'Yazık oldu emeklerime! Ne kadar göz nuru dökmüştüm ona ben!' diyecekti, sanki. Ondan korkmuştum. Bir de:

'Üstünü başını temiz tutmasını bilmiyorsun! Pis kız!' demesinden... Onun için yalan söylemiştim.

'Limon lekesi çıkar mı?' diye sordum. Hiç çıkmayacakmış gibi geliyordu bana. Çünkü orada ıslak bezle silmeye kalkmıştık, çıkaramamıştık.

'Yıkanınca çıkar. Merak etme!' dedi.

Üstümü çıkardı. Başka elbise giydirdi. Bunları yaparken bir çocuk şarkısı söylüyordu:

'Evvel zaman içinde
.Kalbur saman içinde
.Bir küçük çoban varmış
.Yalancılık yaparmış.

.Yalancı, yalancı...
.Sana kimse inanmaz!
.Yalancı, yalancı...
.Sözüne kimse kanmaz!'

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

01 Haziran 2011 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Yorumlar