Eşek Şakası

Define'nin meşhur sandalyesinin yumuşak minderi yırtılmış. Oynarken, tavlanın her milimetrik hareketinde kalkar kalkar oturursa ve hep aynı noktaya yerleşir, gün boyu yerinden kıpırdamazsa ona minder mi dayanır? İçine sünger parçaları doldurulmuş, çiçekli basmadan yapılmış, dört parmak kalınlığındaki bu zavallı minder, ondan neler çekiyor kim bilir? Sonunda dayanamadığı, kahrından ortasından yarıldığı; o kadar preslenmeye gelemeyip, nihayet patladığı; onca örselenmeye, ezilmeye katlanamadığı için sıkıntısından çatladığı konusunda çeşitli rivayetler var. Kuvvetli bir ihtimalle sandalye de sıradadır. Büyük adamdır, Define! O kadar sıkleti sıradan kantarlar tartamaz! Bu aciz varlıklar öyle bir değeri nasıl taşısın?

Dede bir ara masadan destek alarak kalkıp, lavaboya gitti. Işıl gördü ya minderin deliğini; hemen o işportacı tezgâhındakiler kadar, yani her çeşit nesneyle doldurduğu ünlü çantasını açarak iyice kurcaladıktan sonra içinden bir balon çıkarıp, minderin deliğinden içeriye soktu, çömelip, minderin içinde şişirebildiği kadar şişirip, ağzını büktü, Duygu'nun verdiği iple sıkıca bağladı. Küçük yırtık yerin dört ucunu alelusul kapattı ve sandalyeyi masanın altına itti.

Olacakları beklemeye başladık. Dede bir süre sonra, ıslak ellerini yüzüne, saçlarına süre süre geldi. Ellerini ovuşturdu ve sandalyeyi çekip, her zamanki gibi kendini atıverdi. O anda balonun patlamasıyla ödü de patladı!..

_ 'Ne oldu ulan? Ne yaptınız bana? O neydi o öyle? Kimin marifeti? Soranda kabahat! Işıl'ın işidir bu! Yoksa senin mi Semiray?'

Hepimiz aynı anda Işıl'a bakmışız. Orçun:

_ 'Dede, sen topçu olarak yapmıştın askerliğini, değil mi?' dedi.

_ 'He, öyle oldu. Orada da böyle patlatıyorduk topları! Ne olmuş?' Işıl:

_ 'Her seferinde böyle zıplıyor muydun? Ben de onu merak ettim.'

_ 'Yoyo muyum ben, top muyum zıplayacak?' Akif:

_ 'Yoyo da ne, top da kim oluyor, senin kadar zıplayamaz ki onlar! Yüksek atlamacı mıydın eskiden? Hani milattan önce beş bin altı yüz elli yedi yılında yapılan olimpiyatlarda dereceye girmiş miydin?'

_ 'O zamanlar baltalarımızı alır ava giderdik.' Mahir:

_ 'Dede, bazı yerlerde neden o kadar kalıyorsun? Uzun hava mı söylüyorsun? Bir ara kulağıma melodiler geldi de...' dedi

_ 'Keşke banda alsaydın. Vah! Tüh! Yazık oldu! Kaçırdın! Kaset yapımcılarına gönderirdin. Almayayım ayağımın altına! Sen hiç baba dayağı yedin mi?'

_ 'Herkesi deviririm de sana elim kalkmaz dede. Evire çevire bir dövsene beni! Ne zamandır baba dayağı yemedim. Sırtım kaşınıyor, hem de nasıl! Babamı da özledim.' Ahmet:

_'Çatmayın dedeme! Uğraşmayın onunla! Ondan başka kimimiz var şurada? Ne diyorlar bunlar sana, dede?'

_ 'Ne bileyim ben! Kurdun kocayanı, köpeklerin maskarası olurmuş!'

_ 'Dede, sen neden ihtiyarladın? İnsan hiç ihtiyarlar mı?' dedim.

_ 'Ah, aptal kafam! Şimdiki aklım olsa ihtiyarlar mıydım hiç?' dedi, derin bir iç çelişiyle.

Duygu, elinde bir kahve fincanıyla geldi. O kadar yavaş yürüyordu ki dökülmesin diye, Define:

_ 'Kızım, karşıya bak! Önüne bakma! Neden tepsiye koymadın onu? Bana mı?'

_ 'Sana, dedeciğim... Herkes üstüne yüklenmiş. Al bakalım, sana bir orta şekerli kahve! Şöyle höpürdete höpürdete iç ama dikkat et, çok sıcak!.. Kaynayıvermiş!' der demez sol eliyle tabağını, sağ eliyle kulpunu tutarak getirdiği fincanı güya kazara kaydırıp, kahveyi dedenin kucağına döküverdi!.. Define'yle birlikte hepimiz:

_ 'Ay!..' diye bağırarak ayağa fırladık!..

Adamcağızın beti benzi attı! Halden hale geçti! Yüzü kıpkırmızı oldu! Tere battı ama dökülen bir şey yok! Psikolojik olarak yanma hissi almış, çırpınıyor!..'

_ 'Dede yok bir şey! Bak, fincan boş, şaka yaptım sana! Ne oldu?' dese de Duygu:

_ 'Ah! Yandım yahu! Dizlerim boşandı! Kanım çekildi! Gerçekten yandım!' diye üstünü silkeliyor. Rol yapmış olsa, alnında boncuk boncuk terler olmazdı. Bir süre sonra derin nefesler alarak rahatladı. Canı ne kadar da kıymetliymiş!

Baktı ki çok eğlendik, bize bir fırsat daha vermek içindi sanırım, sigara almak bahanesiyle bakkala gitti. Her zaman erkek arkadaşlardan birisine, genellikle de Ahmet'e aldırtırdı. Geldiğinde yine zararsız şakalardan birinin yapılacağını sanıyor olmalıydı.

Işıl, bu defa minderdeki delikten içeriye dedenin biblo yapmak için kullandığı, sigara paketi, kibrit kutusu kadar, sivri köşeli, yamuk yumuk tahta parçalarını doldurdu. Sivrilikleri belli olmasın diye de üzerine bir kâğıt örtüp, minderi kapattı.

Define döndüğünde, sandalyesini çekti masanın altından ve bir baktı ki minderi şişmiş; yine içinde balon var sanmış olacak, patlatarak gülmemizi sağlamak için öyle bir oturuş oturdu ki oturmasıyla fırlaması bir oldu! Bel kayması falan yerine gelmiştir! Avazı çıktığı kadar bağırdı, canının acısından!.. Işıl sokağa kaçtı! Sanki dedede arkasından koşacak can kaldı! Kıpırdayacak hali olsaydı, kaçtığı yere kadar kovalardı!

Zaten topuk sakat, diz haşat, bel kaymalı, kuyruk batık... Gözlerinden iki dizi yaş süzüldü. Ellerinin üstüyle sildi. Biz de bu kadarını beklemiyorduk. Ne bilelim o kadar hızla oturtacağını? Göz yumduğumuza pişman olduk ama olan oldu bir kere! Yumuşacık ve esnek sandı garibim.

Bundan sonra bir yeri iyice yoklamadan oturmamaya yemin etmiştir, mutlaka. Öyle kendini ?zınk' diye biraz zor atar mindere.

_ 'Çok yorgunum çocuklar! Yavaş yavaş canım çekiliyor, hücrelerimden. Gözkapaklarım bana itaat etmiyor. Kulaklarımda baskılanmış cızırtılı bir ses, biteviye... Göz bebeklerim ışığa tahammül edemiyor. Galiba tansiyonum oynadı yine.

Zaten dün, ani bir rahatsızlık haberi yüreğimdeki arkadaşlık telini titretti. Bir arkadaşım vardı, daha iki ay önce tanışmıştık. Bir arkadaş toplantısındayken birdenbire fenalaşmış, ambulansla hastaneye kaldırılmış. Kalp krizi geçirdiğini duyunca, ev adresini de bilmediğim için ziyaretine gidemeyince kahroldum! İlk müdahaleden sonra evinde dinleniyormuş. Bir gün buyunca müşahede altında kalmış. Derin üzüntü içindeyim. Ona kimlerin ulaşmış olabileceğini düşündüm. Eşi, oğlu, kızı, akrabası, yakınları, komşuları... Kim bilir ne kadar zamandır tanıyorlardı onu. Çoğu kim bilir kaç yıldır? Oysa ben? O kadar yeniydi ki arkadaşlığımız! Fakat onu çok sevmiştim. Sanki yıllardır dosttuk. Sanki ta İstanbul'dan... İçim yandı, duyduğumda! Kuş olup uçsaydım, yanına koşsaydım!

Onu daha önce topu topu üç kez görmüştüm. En son, bu olaydan bir gün önce, sabah namazında, camide gördüm. Sadece selamlaşmıştık ve ayaküstü hal hatır sorduk birbirimize, o kadar. Sapasağlamdı. Hiçbir şeyi yoktu.

İkinci görüşmemiz de Hükümet Binası'nın batısındaki kitapçı dükkânının önünde oldu. Köşeyi döndüm, karşıma çıktı. Az kalsın çarpışıyorduk! İkimiz de irkildik ve durduk. Alaca karanlıktı. Akşam oluyordu. Birkaç arkadaşımla buluşmuş, bir yerde oturmuş, bir şeyler içmiştik. Orada onunla tanışmıştım. Benden bir saat kadar önce kalkıp evine gitmişti. Demek ki yürüyüşe çıkacakmış. Ben de bir kitap arıyordum. Üstünü değiştirmiş, çıkmış. Siyah eşofman altı, siyah kolsuz bir tişört giymiş. Hava henüz serin sayılırdı ama ter içindeydi. Böyle bir yerde tanışıp, aynı gün bir saat gibi kısa süre sonra tekrar karşılaşmak tesadüf olamazdı. Tevafuktu. Aslında her şey tevafuk... Ne değil ki? Olaylar sıralanmış, zamana yayılmış, hiçbir şey bir an öne geçmiyor, geri de bırakılmıyor. Gecikmeler de emre dâhil... Yine ayaküstü konuştuk, ikimiz de şaşkın bir halde:

_ 'A, Nereye böyle?'

_ 'Kitapçıya...'

_ 'Yürüyüşe çıktım ben de. Terliyim durmayayım. Buralarda yürümeye devam edeyim, işini bitir de beraber yürüyelim.'

_ 'Tamam, hemen geliyorum.' dedim.

İki adım ötedeki dükkâna girdim. İşimi btirdikten sonra çıktım. Oralardaydı. El ettim, geldi:

_ 'Ne tarafa?'

_ 'Öylesine yürüyorum. Belli bir güzergâhım yok.'

_ 'Ben Altıparmak istikametine gidiyordum.' dedim.

Bana eşlik etmek zorunda kaldı. Yol boyu konuştuk. Hızlı hızlı yürüyor, konuşmaktan da geri, kalmıyorduk. Sohbetimiz yarım kaldı. Yol ayırımına geldiğimizde, istemeye istemeye birbirimizden ayrıldık. O da Çekirge'ye doğru gidip döneceğini söyledi.

Ölseydi, camideki karşılamamız, onu son görüşüm olacaktı. Şimdi düşünüyorum da insan önünü göremeyen bir varlık. Bir an sonra ne olacağı meçhul. Onun için birbirimizi kırmak bir tarafa, her fırsatta helalleşerek ayrılmalıyız. Her günah bağışlanabilir, kul hakkı affedilmez!

Bazen bir bakış, bazen bir ses ya da bir tebessüm, tüm yaldızlı söz ve davranışların önüne geçiverir. O arkadaşın da çok güzel bir ses tonu var. Allah vergisi, harika bir ses... Onu öyle güzel kullanıyor ki dinlemeye doyamazsınız! Türkçeyi mükemmel konuşuyor. Diksiyon dersleri verebilir. Derin bir kültüre sahip, gerçekten çok değerli bir insan.

Bu gece hiç uyuyamadım. Onun sıkıntısı bana sirayet etti. Sabaha kadar aklıma geldikçe, iyileşmesi için dua ettim. Nihayet sabah ezanı okundu. Camiye gittim. Dönüşte ortalık aydınlanmaya başladı. Pencereden gelen sabah esintisiyle odam yeteri kadar serinlemişti. Biraz sonra sokak lambaları söndü.

Günün o saatlerinde, sağlığa çok faydalı bir gaz yayılırmış atmosfere. Başka zamanlarda olmayan bir gaz... Sabah ezanı okunurken, bol miktarda olurmuş havada. Namaza kalkılmasının ve hatta namazdan sonra inşirah vaktine ya da kuşluk vaktine kadar uyunmamasının tavsiye edilmesinin sebebi bu olsa gerek. O saatlerde açık havada Kuran okuyacaksın, zikir yapacaksın, tefekkür edeceksin. Uyanık ve dışarıda olacaksın ki istifade edebilesin. Galiba o sırada uykudan uyanmamız ve rahat yatağımızdan kalkıp dışarıya çıkmamız, birkaç adım atarak o tertemiz havayı teneffüs etmemiz istenmiş.

Her zamanki yerimde, açık pencerenin önünde bir süre daha oturdum. Ezbere sureler okudum, tespih çektim, tefekkür ettim. Sokak lambası söndü. Ortalık ağardı. Güneşin ilk ışıkları gelmeye başlayınca kılınan bir namaz vardır. İnşirah namazı... İnşirah; açılma, açıklık, ferahlık demektir. O namazı kıldım ve kapının önüne çıktım.

Sokağa bakan penceremin önündeki çiçek saksıları var ya... İçlerinde kendiliğinden domates fideleri çıkmış. Üzerlerinde bilye kadar domatesler var. Kırılmasınlar diye diplerine çubuklar diktim ve fidanları onlara bağladım.

Sonra bahçeye çıktım. Erikler olgunlaşmış. İskemleye çıktım, olgunlarından ulaşabildiğim kadarını topladım, yıkayıp, yedim. Ağacının dallarına bakın! Nasıl da salkım salkım sarkıyorlar! Elinizi uzatsanız, avuç avuç toplarsınız. Ben yetişemiyorum. Haydi, uzun boylular, biraz olmuşlarından toplayın da yiyelim!'

_ 'Ah dedeciğim! Canım nasıl da ekşi ekşi gök erik çekti şimdi! Şöyle iri iri, acı yeşil, yemyeşil! Şap gibi! Ağzım sulandı! Ağacından toplayacaksın, avuç avuç... Yıkayacaksın iyice şöyle bir ve birer birar alacaksın eline, tuza batırıp batırıp ağzına sokacaksın, ısıra ısıra yiyeceksin, şapur şupur!.. Ağzından sular akacak! Şöyle irice bir soyulup, ortasından enlemesine kesilmiş limonu yer gibi ?hart' diye ısıracaksın, ?hart' diye!.. Suları akacak, ekşi ekşi!.. Dedem çok sever limonu!.. Çok! Limon de, başka bir şey deme! Hasretinden yataklara düşer. Yerlere çömelir. 'Ah, limon vah limon, sen neredesin?' diye dört döner, canı çeker de!' dedim.

Daha ben sözüme başlar başlamaz attı kendini yerlere! Dede yine kayıp! Elleri çenesinin iki yanında, çenesi kilitli... Gözleri kocaman kocaman, suratı morarmış! Betonun üzerine çömelmiş, parmak uçlarında bir sağa bir sola dönüyor! Baygınlıklar geçiriyor!.. Çırpınıyor! Adeta ruhen can veriyor!.. Mahir de oturmuş başına, almış kahve tepsisini kucağına, çevirmiş tersini, dümbelek gibi vura vura şarkı söylüyor:

_ 'Kendim ettim, kendim buldum
....Kendim ettim kendim buldum.
....Gül gibi sarardım, soldum.
....Eyvah! Eyvah! Eyvah! Hey!..'

***
BİN BİR GEVE ÖYKÜLERİ - 55

29 Haziran 2010 11-12 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 14 yıl önce

    Hoş,akıcı bir öykü idi.Dedeyle neden bu kadar uğraşlır anlam veremedim. Hem akran da değiller. Öyküye adı yakışmış. Sevgiler,kaleminize sağlık.