Eski Bir Şaman Öğretisi

Gün doğmak üzereydi. Gündüzün vaadiyle gecenin kalıntıları arasında soluk bir çizgi gibi duruyordu aramızda zaman. Dağların gölgesi vadilerin içine çökmüş, rüzgar uyanmaya hazırlanan ağaçların yapraklarını birer tılsımmış gibi usulca okşuyordu. Her şeyin sessizlikten yapıldığı o ilk anlarda ormanın eşsiz manzarasını, tülden ince bir sis kapatıyordu. Doğa, konuşan, hatırlayan, çağıran bilinçli bir varlıktı.

O sabah, yalnız bir adam sırtında yün dokuması bir çanta, ayaklarında çarıklarla yola koyuldu. Yürüdüğü patika, kimsenin çizmediği ama herkesin farkında olmadan izlediği bir yoldu. Tıpkı insanın içine yaptığı o sessiz yolculuk gibi...

Doğa onu izliyordu. Sadece gözleri olmayan canlılar değil elbette. Taşlar, yosunlar, kurumuş dere yatakları, kargaların tedirgin sessizliği... Her şey bir çeşit törenin parçasıydı sanki. Adam, eski bir çağrının peşindeydi. Kendine ait olmayan ama içinden tanıdığı bir tılsımlı sesin çağrısıydı bu.

Ağaçlar sıklaştıkça gökyüzü uzaklaştı. Göğsünün tam ortasında bir titreşim hissediyordu. Kalp atışı değil, sanki toprağın nabzıydı bu.

İrice bir kayanın dibine oturdu. Elini, soğuk ama canlı duran granit yüzeyine koydu. Kayalar konuşmazdı, ama unutmazdı da. Taşlar, dünyanın hafızasıydı. Ve her çatlak, bir başka varlığın acısıydı. Dikkatle bakarsan, bazılarının yüzeyi, bir zamanlar gözyaşı dökmüş gibidir. Diğerleri ise üzerine basılan ayakların yorgunluğunu taşır.

Adam usulca gözlerini kapadı. Ciğerlerine dolan rüzgar, kulaklarına çocukken duyduğu bir masalın ilk cümlesi gibi fısıldadı:

“İnsan, kendi içinden geçmeden hiçbir yere ulaşamaz.”

Bu ses, ona yol göstermeye başlamıştı. Düşünceler değil, duyularla ilerliyordu. Kafasındaki bilgi değil, ayaklarının altındaki toprak rehberiydi artık. Ağaçların arasından geçen her adımda, geçmişinin katmanları soyuluyordu üzerinden. Yalanlar, suçluluklar, inkarlar… Her biri, bir yaprak gibi dökülüyordu bedeninden. Çünkü doğa, insanın üzerinde bir ayna değildir. Doğa, insanın ta kendisidir.

Gizli bir şaman düşüncesi taşıyordu içinde.
Bu, ne törenle öğrenilir, ne kitapla. Şaman olmak, varlığını dünyanın sesine teslim etmektir. Anlamadan önce dinlemek, hükmetmeden önce eğilmek gerekir. Adam, bu sessiz bilgeliğe eğildikçe kendi içindeki yankılar sustu. Tam o anda bir geyik çıktı karşısına. Geyik, ne korktu, ne de kaçtı. Sadece baktı. Adam da ona baktı. Aralarındaki mesafe, bir sır kadar yakındı. Geyik, gözleriyle konuşuyordu sanki.

Adam başını eğdi. O ana kadar bütün cevapları dışarıda aramıştı. Kitaplarda, insanlarda, dillerde… Oysa doğa konuşmazdı, sadece beklerdi. Ve bir gün, sorularla değil, suskunlukla yaklaşana kendini açardı.

Ne olduğunu anlamadan geyik, adama doğru hırçın bir şekilde yaklaştı. O sırada ölümcül darbe almaktan çekinen adam, tersine adım attığı sırada yerdeki küçük bir taşa takılıp düştü.

Dizleri ve avuç içleri parçalanmıştı. Dönüp geyiğe baktı. Geyiğin gözlerindeki hüzün bulutu dağılmıştı. O ne eşsiz bir manzaraydı! Geyik bir av olduğunu düşündüğü için önce agrasif davranmış, bir tehlike olmadığını sezince yavaşça bulunduğu yerden ayrılmıştı.

Kendini tanıyan, toprağın da ne dediğini anlar.
“İnsan, içindeki hayvanı affetmeden asla bilge olamaz.” Diye düşündü.

Geyik iyice gözden uzaklaştı. Rüzgar hafifledi. Adam ayağa kalkarak, zorla da olsa yürümeye devam etti. Attığı her adımda tek bir soruya cevap arıyordu:

“Doğanın kendini affetmeye ihtiyacı yoksa, neden insan sürekli bir kefaret arıyor?”

Belki de insana düşen, affetmek değil, önce gerçeği itiraf etmekti kendine. İnsan denen yaratığın gözleri bir geyiğin gözleri kadar temiz ve masum bakamazdı.
İnsan kendi doğasını inkar ettiği gün eksilmeye başlar, susturduğu iç sesiyle biraz daha sağırlaşır ve sonunda duyamaz hale gelir.

Unuttuğu o asırlık duyguyla, aslında doğadan değil kendinden koptuğunu farkına varır.

Geyik gitmişti. Rüzgar ise oldukça hafif esiyordu.
Ama adamın içinde başka bir fırtına başladı:
Ya affetmesi gereken aslında dünya değilse?
Ya bütün bu kaos, insanın içindeki sessiz suçu saklama çabasıysa?

Kendine dönüp ilk kez dürüstçe sordu:
"Ben gerçekten kimim, doğanın neresindeyim ve neyi yok sayarak hayatta kaldım?"

Cevap gelmedi. Ama ilk defa sessizlik bir son değil, başlangıçtı. Belki de sonunda doğru soruyu sorabilmişti. Bu yüzden cevabın bir önemi yoktu.

Doğa affetmezdi. Ama kin de gütmezdi.
Çünkü doğa, insan gibi kalleşçe hesap tutmazdı.
Bu kadar naif duygular bir insanın vicdanına ait olamazdı.


İnsan ise her şeyi affetmeye çalışıyordu, kendini bile.
Oysa belki de mesele affetmek değil, hatırlamaktı.
Çünkü unutulan her suç, kendi içinde yeniden doğuyordu.
İnsanın en tehlikeli yanı, geçmişi gömmek için dua etmesi; ders almak için değil, huzur bulmak için unutmasıydı.

Gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Bir zamanlar tanrıların oturduğuna inanılan bu zirvede artık tek başınaydı. Belki de tüm bu yolculuk, bir arınma değil, bir kaçışın ayrıntılı ritüeliydi.
Affetmek istediği kendisi değil, suçlarının sonuçlarıydı. Doğa ise bilgeydi.
İnsanın içindeki karanlığı görmek için ışığa değil, dürüst bir suskunluğa ihtiyaç olduğunu biliyordu. Yüzleşme, sadece dürüstlükle değil, acıyla mümkündü.

Bazı gerçekler, ancak can yaktığında temizler içimizdeki hayvanı.

30 Haziran 2025 5-6 dakika 7 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar