Evlatlık

Viranenin önünde, yarım saat kadar süren bir çay molasından sonra tekrar başlanan çalışmaya ben de katıldım. Çok şey atılmış olduğundan, ortalık epey açılmış, her yer öncekine nazaran oldukça temiz görünüyordu. Gözle görülmeyenleri saymazsak tabi. Bu defa dip bucak bir temizliğe giriştik.

Arsız bir sarmaşık, binanın bahçeye bakan yüzüne ağmış, pencereleri dahi tamamen kapatmıştı. O nedenle doğu taraftaki bahçeden içeriye güneş ışığı giremiyordu. Evin arka odaları zindan gibiydi. Mesut, bahçedeki üstünkörü budama işini bitirmişti. Çünkü budama zamanı değildi. Sadece çıkıntıları almış, çiçeklere gün ışığı gelmesini sağlamıştı. Artık ağaçların altında rahatça yürünebiliyordu.

_'Mesut, buraya bakar mısın? Sadece pencereleri kapayan dalları keselim. Bol ışık gelsin.' dedim.

O kesti, ben çektim, aşağıya attım. Çekemediklerime yardım etti. Aşağıya inip, bahçeden o cephenin nasıl göründüğüne baktık. Binanın yemyeşil peçeli yüzünün gülümseyişini, gözlerinin ışıl ışıl parlayışını bir süre seyrettik. Yalnız, yukarıya uzanan dallar azalmıştı ama üzülmedik. Çünkü sulanacak, bakılacak, eskisinden de gümrahlaşacak, belki çatıyı da saracaktı. O zaman kiremitleri oynatacak, damın akmasına sebep olacaktı. Aslında, çok tırmanmasına izin verilmemeliydi.

Öğleyin, sadece cantık yedik, gazoz ve ayranla. Çalışınca daha çok acıktığımızdan ve arkadaşlarla beraber olduğumuzdan, ziyafet gibi geldi. Güle oynaya atıştırdık. Hem de nasıl bir iştahla! Gönül şen olunca, ne yense tatlı gelir ya...

Öğleden sonra yorulmuştuk artık. Daha aheste çalıştık. Yine komşulardan İngiliz anahtarı getirdim. Orhan, muslukları tamir etti. Kimisi açılmıyor, kimisi damlıyordu. Artık camların takılması ve tamirat kalmıştı. O da erkeklerin işiydi. Bitirdiklerinde tekrar temizleyecektik.

Çatıcımız Nihat, kaç kiremit, ne kadar tahta ve çivi alınacağını tespit etmişti. Orhan, kırık camların ölçülerini almıştı. Biz de göz kararı, pencerelerin ebatlarında perde uyduracaktık. Ampuller eksikti. İlk etapta bunlar tamamlanmalıydı. Gerisi yavaş yavaş olurdu.

Akşama doğru herkes gitti. Orçun'la ben kaldık. Dedeyle konuşmak ve onunla bir şeyler yemek istiyorduk. Beni eve Orçun bırakacaktı. Yakındı zaten. Yalnız da gidebilirdim. Centilmenliği kimseye kaptırmıyor, kapıya kadar getiriyordu.

Dostluk, arkadaşlıktan da ötedir. Arkadaş bulmak kolaydır. Selam ver, tanış yeter. Dost bulmak çok zordur! Herkes dost olamaz. Bazen ana baba, eş, kardeş evlat bile dost olamaz. Ne güzel bir ortamda, dostlar arasındaydım!

Orçun, ekmek arası İnegöl köftesi getirdi. Yine yanında ayran vardı. Dede sadece çorba ile idare ediyordu. O nedenle güçsüz kalmıştı. Ona ara sıra evden de ekmek arası bir şeyler, haşlanmış yumurtalar peynir ve yoğurt getiriyordum. Özellikle et, süt ve yumurta yemeliydi. Kimseye muhtaç olmamak için gelirini giderine denk getirmeye çalışırken, boğazından kesmek zorunda kalıyordu. Sigarasından kesmiyordu ama. Ona dokunulmazdı.

Akşam çaylarımızı içerken:

_'Dedecim, dostluk nedir?' diye sordum, laf arasında.

_'Ölümüne beraberliktir.' dedi, hiç düşünmeden.

_'Onlar birbirlerine her şeylerini anlatabilenlerdir, değil mi?'

_'Elbette. Çünkü birbirlerine güvenirler.'

_ 'O halde sen niye bize hiçbir şey anlatmıyorsun? Biz senin dostların değil miyiz? Bize güvenmiyor musun?'

_'O nasıl söz öyle? Güvenmez miyim? Hem benim öyle büyük, saklanacak sırlarım yok ki! Kendi halinde yaşlı bir adamım.'

_'Bu kadar gelip gittik, bir kere bile kendinden bahsetmedin. Seni tanımak istiyoruz. Nasıl birisisin sen? Hayatını anlatsana bize... N'olur, n'olur!'

_'Neresinden başlayayım?'

_'Başından... Ta başından...'

_'Peki öyleyse. Üzülmek, sıkılmak yok ama. Siz istediniz. Hiç sözümü kesmeden dinleyin madem:

Doğar doğmaz evlatlık vermişler bir kapıya... Gözlerim açılmamış, daha annemi görmemişim. Gözümü açtığımda bir yaşlı adamla bir kadın... ?Anne' ?baba' diyordum. Ne bileyim, herkes yanındakilere öyle diyordu. Belki de öyle dememi öğretmişlerdi. Öyle ya... Nereden bileceğim; uzaktan yakından hiç bir kan bağım olmayan, annemin bile beni verinceye kadar görmediği, tanımadığı bu kişilerin, hiçbir şeyim olmadıklarını?

Babam terzilik yapardı. Verdi elime iğneyi ipliği... Koluma altın bileziğimi takacakmışım. Bir yandan okula git, bir yandan sarhoş ayağı, teyel, gizli dikiş... Etek bastır, paça kıvır...

Annem tezgâh dokurdu. Çaput kilim, yün yolluk falan. Arada yardım isterdi. Tezgâha girerdim. Ölç, biç, getir, götür, parasını iste, git, gel...

Yemek dahi yapardım. Ne yapayım? Kim yapacak? Aç mı oturacağız? Delikanlı mıydım, evin genç kızı mı? Beş dakika dur durak yoktu ki kimseye! Bir de okul...

Daha orta ikideydim; içimde ılık ılık bir duygu, Neriman aklıma gelince. Ben onu düşündüğümde kızarırım. Gizlice bakarım, gelir gider evimize. Yakınıma gelse, utanır, kaçarım. Uzaktan hissettirmeye çalışırım, işaret ederim, anlasa!.. O ise çakaralmaz! Küçük tabi, benden... Daha çocuk... Biliyorum ama gel de anlat!..

Tüm cesaretimi toplasam: 'Gel bir gazoz ısmarlayayım sana!' desem, köşedeki bakkalda karşılaştığımız zaman... Neyle? Elime para geçmez.

Bir defasında para biriktirdim. İki gazoz, iki çubuk kraker alabilecektim. Hatta çikolata bile... Giyindim, kuşandım, ayakkabılarımı parlattım, saçlarımı yandan ayırıp, birkaç damla limon suyu ile güzelce yatırdım. Kolonya sürdüm yüzüme, özlerim ışıl ışıl, yüreğim pır pır!.. Kalbim, ağzımda atıyor!.. Ne olacaksa?

Kapının önüne dikildim, beklemeye başladım. Aşağı yukarı her gün okuldan önünce bakkala gelir. Görünür görünmez fırladım! Fakat ben kendimi toparlayıp, oraya varıncaya kadar, benden biraz daha büyük bir çocuk kola ısmarlamış. Bir ellerinde de çikolatalı gofret, sarı kırmızı jelâtinli... Duvara dayanmışlar; gülüyor, konuşuyorlar...

Avucumda sıradan, ucuz iki gazoz parası... İki kraker belki bir de... Metal paralar ateş, sırılsıklam, alnımda boncuk boncuk ter! Ne ileri gidebiliyorum, ne geri dönebiliyorum. Tutulup kalmışım! Beterim, beter!..

Nasıl oldu, nasıl döndüm eve? Tenha, loş, küçük, beyaz kireç badanalı dip odaya koşup, nasıl attım kendimi yere, ne kadar ağladım, bilmiyorum, hıçkıra hıçkıra!..

Her fırsatı kıl payı kaçırdım. Ah, aptal kafam!.. Ya ne yapsaydım, peki? Elde yok, avuçta yok. Kıt kanaat geçiniyoruz. İyi ki o gecekondu bizim de kira ödemiyoruz.

Bir yere gittiğimiz yoktur. Eş dost, tanıdık, akraba, memleketten falan hep bize gelir. Ailenin büyükleri ya onlar. Ordu gibi gelirler, günlerce kalırlar, bütçemiz açılır. Paraları olmasa da gururları vardır, laf küf olur. Bol döküm olacak, her şey.

O yıla kadar farkında değildim hiçbir şeyin. Orta ikide yıkıldı dünyam. Eylülde ikmale kaldığım üç dersten sınava gireceğim. Aldım nüfus cüzdanımı, kalemimi, kâğıdımı, silgimi; okula gittim. Bahçedeki bankta sınav saatini bekliyorum. Elimdeki cüzdanı karıştırırken arka sayfada bir yazı: '... Hukuk Mahkemesi kararı ile Aysel Mahzun tarafından Hüseyin Aktan ve Ayşe Aktan' a evlâd-ı manevi olarak verilmiştir.'

Sonra devam etsem, çocuklar? Bana darılmazsınız, değil mi?'

_'En heyecanlı yerinde kesilen arkası yarınlar gibi oldu ama madem öyle istiyorsun; peki, sen bilirsin.' dedi Orçun.

Define'nin nasırlı, titrek eli, masanın üstündeki Birinci paketine gitti. Kederle bir sigara yaktı. Konuyu değiştirerek, gözlerindeki doluluğu buharlaştırmaya çalışıyordu. Sanki çok da merak ediyormuş gibi Orçun'a bakarak:

_'Ne oldu Mahir'le İhsan'ın işi? Bir şey çıktı mı?'

_'İkisini de alıp götürdüm, dekana. Özür dilettirdim. Bir daha yapmayacaklarına söz verdiler. Ceza almazlar artık. Alsalar da bayram tatiline denk getirilir, sicillerine işlenmez.'

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 16

24 Mayıs 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar