Fal

FAL

Öğle sıcağının basmasını beklerken, aniden hava bulutlanmaya, etraf gölgelenmeye başladı. Yol boyu sık sık başımı yukarıya çevirip, göz kamaştıran parlaklıkta gezinen yeni atılmış pamuklar gibi dağılan, köpüren beyazlıkları seyrettim. Kulağım, fal hakkında konuşulanlardaydı, gözlerim uzaklarda...

Tam Tophane'deki kulenin hizasına gelmiştik ki Neşe parmağıyla sol tarafta, Fomara'da bir sokağı göstererek, sabahki gittikleri evi kabaca tarif etti ve kime sorulursa sorulsun, herkesin o cinci adamı bildiğini ve evi bulma konusunda kendilerine yardımcı olabileceklerini söyledi.

Arkadaşlar Neşe'ye, Virane'de sorduklarını soruları yineliyorlar, o da elinden geldiğince, fakat karmakarışık cevaplamaya çalışıyordu. Sonunda, ayrı ayrı laf yetiştirmekten usanmış olmalı ki herkesi susturdu, zaman zaman arabaların gürültüsünden, kalabalığın sesinden söylenenler tam anlaşılamasa da biraz sesini yükselterek anlatmaya koyuldu:

_ 'Teyzemle eniştem, evlendiklerinden beri geçinemiyorlar ve aralarındaki sorunlar bitmek bilmiyor. O da evliliğinin devamı için falcılara bel bağlamaya, büyücülerden medet ummaya başladı. Tanımadığı bilmediği falcı, büyücü, cinci kalmadı. Öyle şeyler anlattı ki ben de inanmaya başladım.'

Parapsikolojiye meraklı olduğum için bu konuda araştırma yapıyordum. Olağanüstü olaylar, masal dinlemeye başladığımdan beri dikkatimi çekiyordu. Telepatiye inanıyordum ve telepatik olayları en çok annemle yaşıyordum. Duyu dışı algılamayı çok yaşamıştım ve bunlarda yanılgı payı yok gibiydi. Falın uyduruk bir olay olduğunu düşünüyordum. Fakat araya girmemeyi tercih ettim. Yol üstünde konuşulacak konular değildi bunlar. Söyleyeceklerim araya giderdi.

_ 'Fala inanma, falsız kalma!' dedi Nazan. Işıl:

_ 'Fatma Ana'mız: ?Yarısı yalan, yarısı gerçek olsun!' demiş.' deyince Mahir:

_ 'Sen onun kim olduğunu biliyor musun?' diye sordu.

_ 'Hayır. Galiba Peygamberimizin eşlerinden biri...'

_ 'Hayır, kızı... Hazreti Ali Efendimiz'in eşi... Kuran'da fal için ?şeytan işi, pislik' denecek, Fatıma Ana'mız da yarısına inanmamız, yarısına inanmamamız gerektiğini söyleyecek, öyle mi? Sence mümkün mü bu?'

_ 'Bilmem, herkes öyle söylüyor. Herkes fal baktırıyor. Ben de baktırıyorum. Falın günah olduğunu ilk defa sizden duydum.'

_ 'Herkesin ne dediği değil, Kuran'da ne yazılı olduğu yani Allah'ın ne dediği önemlidir! Saçmalama! İki ayette içkiden, üç ayette kumardan, altı ayette fal oklarından bahsedilmiştir. İçki, ayetin birinde; falsa altısında kesinlikle ve şiddetle yasaklanmıştır.'

_ 'Ayetler tartışılmaz. Bu konuyu kapatalım. Fal haramdır. O kadar!' diye kestirip attı, Orçun.

_ 'Sebebini sorsam... Hiçbir şey sebepsiz değildir. Konuyu birazcık açar mısınız? Kim biliyorsa...' diye üsteledi, Işıl. Mahir:

_ 'Âlim, Allah'ın sıfatlarındandır. O, her şeyi bilir. Hiç kimse, O bildirmezse hiçbir şeyi bilemez. Bilinci de bilgiyi de veren O'dur. Bildiklerimiz, bilmemizi istediği kadardır. Şimdi sen, başına gelecek felaketleri veya ne zaman öleceğini falan bilmek ister misin? Bilsen, gününü yaşayamaz, sıkıntılar kederler içinde bunalırsın. Hiçbir işe elin varmaz. Yaşamak ölümden beter olur, yani. O nedenle geleceği bilmemizi istememiş, en sevdiği ve seçtiği kuluna dahi bildirmemiş, araştırılmasını da men etmiştir. Kim çıkabilir de: ?Ben, Allah'ın gizlediklerini biliyorum!' ya da: ?Allah biliyor, ben de biliyorum!' ?Allah gizliyor ama ben söyleyeyim size!' diyebilir? Böyle diyene kim inanır? Allah, sırrını sadece eminine verir, o da zamanı gelince. Peygamberlerine, veli kullarına... Allah bildirmezse, onlar da bilemezler. Onun için bilmemizde sakınca olan şeyleri araştırmak da bunları bildiğini söyleyenlere inanmak da emre itaatsizlik yani günahtır.' dedi. Işıl yine:

_ 'Neden günah? Neden altı defa geçmiş Kuran'da?' diye sordu. Mahir yine sabırla cevapladı:

_ 'İçinde şirk var da ondan... Biz, Kuran'a göre, Allah'tan başkasının geleceği asla bilemeyeceğine inanırken, birisi çıkacak, kendisinin de bildiğini söyleyecek... Allah'ın apaçık sözü dururken ona inanmak, Allah'a ?şerik', yani eş, benzer, ortak koşmak demektir ki buna ?şirk' denir. Şirk sessizce gelir, bilemezsin. En büyük günahtır!..'

Bulutları düşünüyordum. Nedense şekil beğenmez Bir halden bir hale geçer dururlar. Her bir zerreleri hareket halindedir ve kıpır kıpırdırlar. Kâh bir araya gelir, kâh dağılır, savrulurlar. Nedir onların arayışları? Ne yapmaya çalışırlar? Bazen at üstünde bir şehzadenin ruhu olurlar, bazen kurban edilmeye hazır koç, bazen de elini açmış dilenmekte bir muhtaç... Şekilden şekle bürünürler.

Bazen hasta yüzü gibi sapsarıdır benizleri, bazen utangaç bir gelinin yanakları gibi kızarır yanakları. Ağarır, kararır, morarırlar... Ne kaybetmiş de aranırlar, yavaşça ya da hızla süzülerek göklerde?

Yeryüzünün huzursuzluğundan firar eden parçacıklar, yükseklerde başlarını dinlemekte, sessizliğin tadını doyasıya çıkarmaktalar. İnsan kalabalıkları, karmakarışık duygular, stres yüklü yüreklerin sıkıntısı oralara ulaşamaz.

Ne kadar da lüzumsuz ve sadece süs gibi görünürler! Kolayca bulunan, parasal değeri olmayan su, dağ, taş, toprak kadar, hava kadar doğaldırlar. Seyredenleri hayal âlemine götürürler. Muhayyilelerini bir an olsun durgun bırakmazlar. Kıvrılıp bükülerek, surat asıp gülerek, kendilerini sürekli seyrettirmeyi başarırlar. Sessiz kitlelerin uzaklarda salınımı seyre değer. Göklerin filmi midir oynayan? Kendilerine özgü bir dans mıdır yoksa ibadet biçimleri midir huşu içinde yaptıkları?

Gökyüzünün boşluğunu doldurur, süsler, giydirirler. Sonsuzluğu perdelerler ve göklerin büyülü büyüklüğünü gözler önüne sererler. Sözcüklerle anlatılabilir mi o zarafet, o haşmet ve heybet? Her şeklini ve her şeklinin uyandırdığı duyguları anlatabilmek için yüzlerce kitap yazılabilir. Yeryüzünde rast gele gibi görünen hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığı gibi onları da bir, biçimden biçime sokan var.

Uzaktaki sevgilisine hasret kalan, seyretmeye başladığında, bir süre sonra, ona benzer bir yüz gördüğünü iddia edebilir; ayın, bir genç kız yüzüne benzetildiği gibi... Hâlbuki ben, ne kadar aynı şeye benzetmeye çalışarak baksam da ay, dede veya genç kız gibi gelmedi bana hiç. Aksine içi geçmiş bir ihtiyardı, acuze dünya gibi. Asırlardır bitmemişti sevdası ayın, usanmamıştı dünyanın peşinde dolanıp durmaktan ve nihayet beraberce yaşlanmışlardı.

Bence ?fal' denilen, mürekkep lekesini bir şeye benzetmek gibiydi. Oluşan şekiller, herkesin beyninin algılayışına göre değişkenlik arz eder, kişiye göre değişen düşünceler ortaya çıkardı. Aynı dikdörtgen, birisine masayı çağrıştırır ve ona: ?Yakında masa başında bir görev alacaksın.', diğerine tabut gibi gelir ve karşısındakine veya onun en yakınlarına konduramaz: ?Söylemek istemezdim ama galiba uzaktan bir akrabanız vefat edecek.' dedirtebilirdi. O nedenle böyle saçmalıklara inanmak, akıl kârı değildi.

Yol boyu konu ara ara işlendi. Bir yerlere uğradık, yiyecek içecek bir şeyler aldık. Yalnızken uzadıkça uzayan yol, beraberken ne kadar da çabuk bitiveriyordu!

Gelmekte olan Teleferik'e baktığımda, Bursa'ya gelmeden önce gördüğüm, beni hayretler içinde bırakan rüyayı hatırladım. Göklere uzanan teller işte buradaydı, yanı başımda... Garajdan Fomara'ya doğru yürürken karşımda görüvermiş, şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilememiştim. Bursa, rüya kanalıyla teleferik sembolüyle tanıtılmıştı bana ve o, bugün bu kadar yakınımdaydı. Daha önce de çok gelmiştim buraya. Bugün tefekkür günümdü. Gözüme bambaşka göründü.

Çamların altındaki çimenler çekti bizi. Örtü aratmıyorlardı. Herkes rahatça oturdu. Bir ben kalakaldım. O hep beyaz giyme alışkanlığımdan kurtulamadığım için yine zor durumdaydım. İyi ki aldığımız yiyeceklerin kesekâğıtları vardı. Onlardan birini açıp, yeşilliklere serdim ve oturabildim. Buraya geleceğimizi bilseydim, koyu renk bir pantolon falan giyerdim. Virane'den masa örtüsü alırken, oturacak bir şeyler de almak aklımıza gelmedi.

Çimenlere serilip, birer ?Oh!' çektikten sonra sorular tekrar başladı. O zaman artık konuşmalara katılmanın sırası gelmişti:

_ 'Kendimizi kandırmayı çok seviyoruz. Kader karşısında aciz kaldıkça, meraklı arayışlar içine giriyor, karartılardan, şekillerden medet umuyoruz. Fincanlar içinde gelecek arıyoruz. Telve şekillerinde, gerçekleşmesini çok arzu ettiğimiz şeyleri görmek istiyoruz. Bıkıp usanmadan, ?fal' adı verilen aptalca şeylerde müjdeler arayıp duruyoruz, ne kadar saçma bir inanış olduğunu gayet iyi bildiğimiz halde. Gerçek hayatta arzu edip de bir türlü yakalayamadığımız iyilik, güzellik, sevinç ve mutlulukları, beyazlıklara düşen karanlıklarda arıyoruz, hiç aklımıza hayalimize getirmeden olumsuzlukları, felaketleri...

Bakıcıların söyledikleri ruhumuzu okşadıkça, kendimizden geçerek, merakla dinliyor, bitmesini istemiyoruz. Aldanmaya, gönüllü olarak teslim olmuşuz ve küçük yalanlara yaslamışız yüreğimizi. Zaman geçtikçe, bizi çıldırma raddesine getiren sorunlarımıza alışacağımıza, hepsini o mekân ve zamanda bırakmayı ve oradan tüy gibi kalkıp, yepyeni umutlarla, uçarcasına uzaklaşmayı arzu ediyoruz.

Bir bakıcı öyle kolayca çıkabilecek mi işin içinden; gelmesi mümkün olmayan mutluluklara olta atarken ve neler geleceğinden o kadar umutluyken?

Gerçek, Allah'tır ve Gerçek'in farkında olmak çok zordur. Ruh, kendini kandırmakta olduğunun farkında değilken, Gerçek'ten fersah fersah uzakken, yanılgısını kolayca kabul eder mi? Fincanlar kapatarak, iskambil kâğıtları açtırarak, bakla attırarak fal baktırır. Sanki hayat evciliktir ve o oyun oynamaktadır. Öyle aldanışlar içindedir ki gelecek avuçlarında sanır. Oysa o bir göz yanılmasıdır, beynin şekilleri tamamlama özelliğine bağlı bir aldatmacadır. Ne kadar saçma olduğu o kadar açıkça ortadayken, falcılara etek dolusu para dökerler.

Ne kadar koşsalar, yerlerinde saymaktadırlar. Hareket halindeki bir arabanın içinden dışarıya bakanların, telefon direklerinin hızla geriye gittiğini sandıkları gibi hayatlarını göz aldanışlarıyla şekillendirmeye çalışırlar.

Oysa ne kadar sorun varsa, uğraşıp çözerek veya unutarak yaşamak gerekir. İnsan, kendisini yok sayanları yok sayarak huzur bulabilir. Doğru düşünme şekli budur! İnsan, hayatındaki boşlukları doldurmalı ki yaşanacak ne varsa anlam kazanmalı. Geceler boyu, bitmek bilmez kapkaranlık labirentlerde delice ve çaresizce koşmak, bitkin sabahlara kahırla başlamak, gün boyu iç sıkıntısından bunalarak kıvranıp durmak, uykuya dalıncaya kadar yanarak yaşamak yerine, bir ilkbahar sabahına uyanır gibi mutlulukla uyanmalı.

İnsan, suyun kaynağından çıkışı gibi fışkırmalı, süratle yolunu bulmalı, yatağını derinleştirip, debisini güçlendirerek, çağıl çağıl akmaya başlamalı ve en kısa zamanda çağlayarak denize kavuşmalıdır.

Hiç bir şeyin tesadüf eseri olmadığı gibi yaşadıklarımız da tesadüf değildir. Her şey ilk bakışta öyle zannedilir ama hayat çarpışmasında, her birinin en az bir sebebi vardır. Kimsenin kimseyle tanışması ve aralarında cereyan edenler tesadüf değildir, yazılımı yaratılışa dayanır. Kader deriz, kısaca.

Her yaratılanın bir gereği, bir işlevi, var bu âlemde. Her olay, yazılım halinde bekler ve zamanı gelince olacak olan olur. Onu ne falcı bilip söyleyebilir, ne de büyücü engelleyebilir.

Bakın şu gökyüzünde dağılan, birleşen, gezinen bulutlara! Her biriniz şu anda neye benzettiğinizi söyleyin bakalım.' dedim.

Farklı farklı şeyler söylediler. Her biri başka bir şeye benzetti. Böyle olacağını biliyordum:

_ 'Gördünüz mü? Aynı şekli hepiniz farklı nesnelere benzettiniz. İnsan beyni, parçacıkları tamamlama, birleştirme özelliğine sahiptir. Bütünün muhtelif yerleri yok edilse, sadece birkaç hat kalsa, beyin onu tamamlayarak algılar. Fakat her beynin aynı algılamayı yapması mümkün değildir. O zaman, telvedeki şekilleri, her insan farklı görür. İsterseniz aynı fincana farklı falcıların bakmasını sağlayın. Gözlerini kırpmadan o kadar yalanı art arda sıralayabilenler, foyalarının ortaya çıkmaması için işi sağlama almışlar ve saçma kurallar koymuşlar. 'Fincanı hemen yıka da falın çabuk çıksın.' yani başkası bakamasın, ?Bir fincana sadece bir kişi bakar.' ki yalanı çıkmasın.

Doğru, bir tanedir. İlk falcı doğru söylediyse, bin falcı baksa aynı şeyleri söyleyecektir. Fincandaki gerçek ise Fizan'da da gerçektir.'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 45

19 Haziran 2010 11-12 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 14 yıl önce

    Hiç bir şeyin tesadüf eseri olmadığı gibi yaşadıklarımız da tesadüf değildir. Her şey ilk bakışta öyle zannedilir ama hayat çarpışmasında, her birinin en az bir sebebi vardır. Kimsenin kimseyle tanışması ve aralarında cereyan edenler tesadüf değildir, yazılımı yaratılışa dayanır. Kader deriz, kısaca.

    Hepiizde, her canlı, her cansız, bütün bir kâinat tesadife tesadüf edilmeyen yerdeyiz. Konu ve anlatım etkileyici. Kutlarım