Farag Samir -5
En sabırlı güreşçi zamandır, bazen yüz yıl bekler ama mutlaka devirir.
Bir Faragalon atasözü
Farag Turgan uykusuz bir geceyi daha bitirmek üzereydi. Yatağından doğruldu. Her sabah olduğu gibi odasına bitişik olan şahsi hamamına doğru yöneldi. Yıkandıktan sonra giyinmeye başladı. Hafif elbiseler giyinmek niyetindeydi. Bir pantolon, bir gömlek ve bir hırka. Kabullenmiyordu ama artık ihtiyarlamıştı. Gömlek ve hırkasının kanatlık boşluklarından kanatlarını dışarı çıkarıp arkada olan düğmeleri ilikleyemiyordu örneğin. Dolabın hemen sağındaki ipi çekti ve dev odanın kapısındaki zil çaldı. Eni, boyu ve yüksekliği yüzer metre olan bir odada sesi kapıya duyurmanın başka bir yolu yoktu. Kapı açıldı ve o sırada kapıda nöbetçi olan cariye içeri girdi. Kapının hemen önünde durdu ve destur bekledi. Turgan tok ses tonuyla emretti:
'Cariye yanıma gel ve giyinmeme yardım et.'
Cariye kanatlarını açtı, ayaklarının üst tarafını yere sürtecek ve başı yere bakacak şekilde eğim alarak Farag'ın yanına kadar uçtu. Bu uçuş saraydaki tüm cariyelerin uçuşuydu. Havalanamazlardı. Çünkü o taktirde fiziksel olarak efendiden yukarıda bulunmuş olurlardı ki, bu ölüm fermanına imza atmakla eş değerdi. Yürüyerek de gidemezlerdi. Dev sarayda yürüyerek hizmet etmeye çalışmak tüm hizmetlerin çok geç kalmasına daha doğrusu hiçbir hizmet sunulamamasına sebep olurdu. İşte bu yüzden zavallı cariyeler neredeyse ayaklarını yerden keserek uçmayı tamamen unutmuşlardı. Ayrıca her ne kadar ayaklarına kalın çoraplar da giyseler ayaklarının üsleri yere sürtünmekten dolayı bazen yaralanıyordu.
Farag Turgan için cariyeler her zaman değersiz olmuştu. Son derece dikkatli, hiçbir detayı kaçırmayan biri olmasına karşın yanına kadar gelen kırk yaşlarındaki cariyeyi daha önce hiç görmemiş gibiydi. Oysa ki o yaşta bir cariye sarayda en az yirmi ve daha da önemlisi sarayın Farag katında en az beş yıl çalışıyor olmalıydı. Saray kurallarına göre yirmi yaşını geçen bir köle asla saraya alınmaz ve saraya alınan ve cariye ismini almaya hak kazanan bu vasıflı kölelerden hiç biri de otuz beş yaşından sonra Farag katına alınmazdı. Elbette kabiliyetine ve güzelliğine göre çok erken yaşlarda Farag katına gelmeyi hak eden cariyeler olmuştu. Bunların arasında en genç ve en meşhur olanı da şüphesiz ki Meyira'ydı. Daha on beş yaşında doğrudan Farag katına alınmış ve prense hizmet etmeye başlamıştı. Yalnız kesin olan bir şey vardı, Samir babasının aksine cariyeleri fark ediyordu.
Cariye Meyira'yı fark etmemiş olan Turgan'ın keskin dikkati oğlunun bir cariyeye olan ilgisini gayet net olarak algılamıştı elbette. Defalarca o cariyeyi öldürmeyi düşündü. Yalnız oğlu hastaydı ve bir Farag için en güvenilir olması gereken baş rahiplik makamına gelmeyi başarmış olan Bunyaman, Turgan'ı üzüntünün hastalığı arttıracağı konusunda uyarmıştı. Sırf bu yüzden yaşadı Meyira.
Cariye Turgan'ın giyinmesine yardım etti, üç adım geri çekilerek yeni emri bekledi. Aslında yeni emir belliydi.
'Gidebilirsin.'
Cariye geri geri beş adım attıktan sonra arkasını döndü ve yine aynı şekilde ayaklarını sürterek kapıya kadar uçtu. Saraydaki cariye mürebbileri uzun zaman düşünseler de efendiye hiç arka dönülmeden nasıl gidilebileceği konusunda bir fikir bulamamışlardı. Geriye yürümek mümkündü ama geriye uçmak olanaksızdı. Bu yüzden ancak bu çareyi bulabildiler. Beş adım geri yürüdükten sonra arkasını dönüp, efendi artık göremeyeceğinden ister gülümseyerek, ister lanet ederek gerisin geriye uçmak.
Farag Turgan cariye odadan çıktıktan sonra aynaya şöyle bir baktı. Kıyafetinde herhangi bir sorun gözükmüyordu. Omuzlarına kadar uzayan ve sarıya boyanmış saçları başının üstünü yarı yarıya terk etmişti. Faragalonda emrini dinlemeyen ve hatta ona başkaldıran çok az şeyden biri de saçları olmalıydı. Asla yaşlanmamıştı Turgan, yaşlanamazdı da. Oysa saçları adeta ona isyan ediyor, ona sen yaşlısın ve artık bu yaşlı baştan göçme zamanı geldi diyorlardı. Sarı Farag başlığını başına koyarak bu ihtiyarlığı gereksiz yere hatırlamaktan kurtuldu. Sağdan, soldan ve arkadan omuzlarına kadar uzayıp tüm saçlarını örten sarı başlığı mavi hırkası üzerinde iyi de durdu. Sonra vefalı sakalını okşadı Turgan. Kırk yıllık vefalı sakalını.
Kırk yıl olmuştu tahta oturalı. Zaten başka türlü sakal uzatamazdı. Sefil bir yüzbaşı bile istediğinde sakal bırakabilirken bir prens tıpkı bir er gibi sakal bırakamıyordu. Prensken çok eleştirdiği bu kanunu Farag olduğunda kendisi de bozmadı. Yeni bir kanun çıkarıp yüzbaşılara sakal bırakmayı yasaklayabilirdi ama yapmadı. Gerçi sakalı da beş yıl önce beyazlama sürecini tamamına erdirmiş ve yaşlılığı hatırlatmışlardı ama sarıya boyanınca eskisi kadar genç görünmeyi de bilmişlerdi.
Turgan hazırdı, artık çıkabilirdi. Dışarı kapısına yöneldi. Herkesin uçabildiği bu ülkede bir ev veya bir saray kaç katlı olursa olsun dışarı bakan her odada en az iki kapı bulunmaktaydı. Ev kapısı denen kapı evin içine açılmaktayken dışarı kapısı doğrudan evin dışına açılmaktaydı. Gerçi Faragalon gibi bir imparatorlukta çok keskin kuralları olan saraydan Faragın çıkması öyle sessiz sedasız olamayacağından Farag odasında dışarı kapısı bulunmazdı. Ta ki Turgan Farag olana kadar. Gelmiş geçmiş en keskin kurallara imza atan ve fakat ara sıra gözden kaybolmayı da seven Turgan odasına dış kapı eklenmesini istedi. Bu durum güvenlik açısından sıkıntı oluşturabileceğinden baş vezir karşı çıktı. Sonunda şöyle bir formül bulundu. Farag odasındaki dış kapı doğrudan dışarı açılmak yerine on metre genişliğinde elli metre uzunluğunda ve haliyle tüm sarayın her katında olduğu üzere yüz metre yüksekliğinde dar bir koridora açılmaktaydı. Bu koridorda her zaman Farag muhafızları bulunmaktaydı. Bu muhafızların asıl görevi zaten çok iyi korunan sarayda kötü niyetli biri hava güvenliğini aşıp o kapıya ulaşmayı başarabilirse Faraga ulaşmasını engellemekti. Yalnız Farag dışarı çıktığında da on tanesi ona eşlik edecek ve onu asla yalnız bırakmayacaklardı.
Turgan kapıyı açtı, koridordaki tüm muhafızlar hazır ol vaziyetine geçtiler. Koridoru ağır adımlarla yürüyerek geçen Turgan koridor bitimindeki çini işlemeli kapı önünde durdu. Kapının önünde duran muhafızlara kapıyı açmalarını emretti. O sırada on muhafız Farag'ın hemen arkasında yerlerini aldılar. Turgan açılan kapıdan ufka baktı. Doğan güneş sarayın en alt katını aydınlatmak üzereydi. Önce tapınağa gidip dev heykellerin önünde Tanrılara oğlu için bir kez daha dua eden Turgan oradan çıktıktan sonra Zafer Kulesine yöneldi. Alt taban yarıçapı yüz metre ve yüksekliği üç bin metre olan kesik koni şeklindeki kulenin üst taban yarıçapı on metreydi. Kulenin üstü burçlarla çevrelenmiş ve ortasına taht konulmuştu. Faraglığının ilk on yılını Ay'ı fethedecek askerleri yetiştirmeye adayan Turgan bu arada bu kuleyi yaptırmıştı. Zaferden çok emin olduğundan kulenin ismini Zafer Kulesi olarak verdi. İlk orduyu gönderdiğinde çok heyecanlıydı. Zafer Kulesinin tepesinde tahtına oturdu. Mutlak kazanacağı savaşı yanında bulunan başrahip, baş vezir ve başkomutan ile birlikte seyre koyuldu. Askerlerin bir şey yapmadan geri dönmeleri onu çılgına çevirdi. Başkomutanı derhal yarasa cellatların önüne attı ve o meşhur kararı aldı: Kimse dönmeyecek, dönen ya ölür ya da yarasa cellatların önüne çıkarak daha beter ölür. Bu karar sayesinde o mehtaplı gecelerde artık o tahttan gökyüzüne baktığında gördüğü tek şey havai fişekler eşliğinde sapır sapır dökülen ölü askerler oldu. Ama kararlıydı elbette, vazgeçmemişti, vazgeçemezdi. Bu iş mutlaka başarılacaktı.
Eskisi gibi kuleye bir solukta uçamıyordu. Sırf bu yüzden kuleye üç balkon yapıldı. Yorulan Turgan bu balkonlarda dinleniyor ve dinlenme süreleri yıllar geçtikçe artıyordu. Bunu en iyi fark edenler elbette muhafızlardı. Zavallılar Faragın balkonda durduğu süre boyunca kule etrafında dönmek zorunda kalıyorlardı. Önceleri Turgan kule üstüne çıkınca da muhafızların kulenin üstüne konmaları yasaktı ama bir gün bir muhafızın dayanamayıp düşmesinden sonra Turgan kule üstüne varınca muhafızların nöbetleşerek kule üstüne konmalarına ve bir müddet dinlenmelerine izin çıktı. O sabah da Turgan kule üstüne çıkınca beş muhafız kule üstüne kondu. Diğer beş muhafız ise kuleyi turlamaya başladı. Sonra yer değiştirdiler ve bu sayede bir nebze olsun dinlenebildiler. Bu kez tahta oturmadı Turgan. İki burç arasına oturup ayaklarını aşağı sarkıttı. Aşağı baktı, büyük Sarama şehrine.
Güneş doğmuş ve Büyük Kürenin en güzel şehrini aydınlatmıştı. Bir Güney denizi sahili şehri olan Sarama önceleri kuzeyde bin, bin beş yüz metrelik altı tepe tarafından sınırlanmış olmakla birlikte zamanla bu tepeleri de içine almış ve onları da aşmıştı. Tepelerden en büyüğü üstüne yapılan tapınak haliyle tepeler üstündeki ilk inşaattı. Bu tepeye Tapınak tepe adı verildi. Beşer metre yarıçaplı üç yüz metre yüksekliğinde dört sütun üzerine hiçbir tarafında duvar olmadan sadece üste bir tavan yapılarak inşa edilmiş tapınak içinde onlarca heykel barındıracak kadar geniş bir alan kaplıyordu. Önceleri üzerine başka ev yapılmasına izin verilmeyen Tapınak tepe de artık onlarca ev barındırıyordu.
Turgan en batıdaki iki tepeye baktı. Şu an üzerinde gayet güzel, her biri küçük bir saraya eş değer evler barındıran bu tepeler eskiden Sarama'nın yüz karasıydı. O sıralar gayet fakir insanların yaşadığı bu tepelerdeki evler yukarıdan şehre bakanların göz zevkini bozuyorlardı. Ayrıca bu fakir insanlar şehirde her türlü hırsızlığın ve hastalığın da ana kaynağını teşkil ediyorlardı. Turgan Farag olunca derhal bir yasa çıkarttı. Sarama'daki evlere bazı standartlar getirdi. Haliyle bu getirdiği standartlar fakirler tarafından yerine getirilemeyecek cinsten standartlardı. Bu yüzden fakirler şehri terk etti ve terk edilen yerlere başka şehirlerden yeni zenginler yerleşti. Yeni standartları karşılayabilecek zenginler. Sağdaki üç tepe Turgan Farag olduğunda o standartları çoktan karşılamış olan tepelerdi. Hiçbir şehirde Sarama'daki kadar zenginler bulunamayacağından sonradan gelenler ne kadar zengin, ne kadar asil olursa olsun Sarama'nın yerlileri yani sağdaki üç tepe sakinleri kadar zengin ve asil olamazdı. Hatta bu yüzden doğudaki bu üç tepe sakinleri batıdaki diğer iki tepe sakinlerine sonradan gelmeler diye seslenirler ve onlarla ilişkilerinde, kız alıp vermelerde hep mesafeli davranırlardı. Yalnız bu son kuşak biraz daha farklıydı. Diyaloga daha açıklardı ve evlenmede ailelerine rağmen böyle bir kriteri göz önünde bulundurmuyorlardı.
Bir de saraya baktı Turgan. Sahile sıfır dev bahçe içine kurulmuş bin metre yüksekliğindeki muhteşem yapıya. Aynı merkezli üst üste inşa edilmiş küçülen on silindir kattan ilk dokuzu bir kat olmanın yanı başında yeşillendirilmiş ve küçük küçük meyve ağaçları ile donatılmış tavanlarıyla bir üst kata heybetli bir balkon sunmaktaydı. Ağaçların yetişebilmesi için balkonların her birine yirmi metre yükseklikte toprak taşınmıştı. Farag katı olan son kat üzerine muhteşem bir kubbe inşa edilmişti. Saray bahçesi Büyük Kürenin tartışmasız en büyük arenasını içerecek kadar genişti. Bütün bu güzellikler babasından Turgan'a kalmıştı. Ondan da Samir'e kalacaktı ama ne yazık ki oğlu bulunamıyordu. Cesedi de henüz bulamadığından hala bir ümit beklemekteydi ama geçen her gün bu ümidi azaltmaktaydı. O gün ölen muhafızların üzerlerindeki oklar Mayikanlılara aitti. Öldürmemişlerse kaçırmış olmalıydılar. Kaçırmışlarsa bir istekleri olmalıydı. Bu kadar zamanda bu istek ona ulaşmalıydı. Ona ulaşan bir istek olmadığına göre durum gerçekten kötüydü. Derin bir iç çekti Turgan. Bir türlü kabullenmek istemediği gerçek yine beynini kemirmeye başladı. Samir yaşasa bile hasta olduğu gerçeği. Oğlu hastaydı ve iyileşecek gibi de değildi. Uçamayan bir Farag ne yapabilir, koca imparatorluğu nasıl yönetebilirdi ki. Bunyaman haklıydı, Samir yaşıyor olsa da yaşamıyor olsa da bir önlem alma zamanı gelmişti ve hatta geçiyordu. 'Umarım Suera gibi biridir. Suera'nın ilk hali gibi.' diye düşündü.
O sırada uzaklarda yaklaşan bir şey gördü. Bir müddet sonra daha da yaklaşan bu şeyin bir kuş değil de bir insan olduğu belli oldu. Önden bir askeri göndermişlerdi. Henüz sabah vakti olduğuna göre gelen asker arkadakilerin öğlen geleceğini haber verecekti. Bir müddet sonra gelen asker Turgan'ın biraz aşağısında sakin kanat çırpışlarıyla havada asılı kaldı. Sonra saygıyla eğilerek konuşmaya başladı:
'Yüce Farag, misafirleriniz öğlene burada olacaklar.'
Turgan eliyle işaret yapınca desturu alan asker dinlenmek üzere saraya doğru inişe geçti. Turgan da artık gitmeliydi. Misafirlerini, daha doğrusu misafirini karşılamak için hazırlık yapmalıydı.
Saraya dönen Turgan güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra cariyelerin de yardımıyla Farag kıyafetlerini giydi ve salona geçip yerden üç metre yüksekliğindeki tahtına oturdu. Bir müddet sonra salona gelen muhafız misafirin geldiğini haber verdi. Turgan destur verince yetmiş metre yüksekliğindeki dev salon kapısı açıldı. Tıpkı cariyeler gibi ayaklarını yere sürerek uçan dört muhafız ağır kanat çırpışlarıyla beklenen misafiri tahtı üzerinde Farag'ın önüne getirdiler.
Turgan'ın destur vermesiyle cariyelerden biri misafirin yüzünü ve başını örten duvağı aldı. Turgan bembeyaz kıyafetiyle karşısında duran simsiyah saçlı, simsiyah kanatlı ve bembeyaz tenli Noralyalı prensese dikkatlice baktı. Düz saçları belinin bir karış yukarısında son bulan yirmi beş yaşlarındaki kız, gayet asil görünüyordu.
Kız tebessüm ederek Turgan'ın önünde hafifçe başını eğdi. Hiçbir asil kadın daha fazla eğilmezdi. Turgan yeni eşine bakmaya ve onu tahlil etmeye devam ediyordu. Duyguları sezerdi Turgan ve bu yönü onu tanıyan herkes tarafından bilinirdi. Bu zamana kadar sadece bir kişinin duygularını hiçbir zaman hiçbir şekilde sezememişti. Hissiz komutanların bile hislerini sezen Turgan başrahip Bunyaman'ın hislerini sezememişti.
'Adın ne senin ey Vengeronyalı prenses?' diye sordu Turgan.
'Süreme Yüce Farag.' diye cevap verdi genç prenses.
Turgan dikkatli gözlerini kızın yüzünden bir an bile ayırmıyordu. Cevaplar önemsizdi onun için, duyguyu yakalamalıydı, düşünceyi yakalamalıydı. Bir soru daha sordu
'Bu evlilikten mutlu musun?'
Kız mütebessim bir çehreyle
'Çok mutluyum efendim.' diye cevap verdi.
Turgan duygu ve düşünceyi yakalamıştı. Doğru söylüyordu Süreme. Karşısında son derece hırslı bir kadın vardı Turgan'ın. Faragalon İmparatorluğunun, büyük kürenin en büyük imparatorluğunun Faragının tek eşi olacaktı. Bu yüzden memnundu evlilikten. Bu asla aşık olmayacağı ihtiyar adamdan bir çocuğu olursa artık imparatorluk onun olacaktı. Büyük olasılıkla Farag öldüğünde oğlu küçük yaşlarda olacağından uzun bir müddet oğlunun arkasında asıl yönetici o olacak ve sonra da oğluna devredecekti. Turgan karşısındakinin bu duygularını sezmişti ve Suera'ya çok benzeyen yeni eşini çok beğendi. Hayatında ikinci kez aşık olmuştu.
Kadına karşı pek duygu beslemezdi Turgan. Gücü severdi, gücü seveni de. Samir'in annesi Suera'yı da bu yüzden sevmişti. Nice güzel kadın onunla evlenmeye can atarken bunu başaran Suera olmuştu. Bir gün sarayda düzenlenen bir baloya kuzey eyaleti valisi babasıyla birlikte gelmişti Suera. Diğer bütün kızlar kırk yaşını geçmiş olmasına rağmen bekar kalmış olan Faragın etrafında ona iltifatlar yağdırırken o lakayt görünmüştü. Turgan bu lakayt kızın gözlerine uzaktan bakınca kız tenezzül etmez bir edayla başını çevirdi. Halbuki duygu ortadaydı. O bakışları istiyordu. Ondan daha önemlisi bakışların geleceğinden emindi, sonrasından da. Bu hırs dolu kız Turgan'ın dikkatini çekti. Kız bu güçlü, kendinden emin bakışların mükafatını almalıydı. Kızın yanına kadar gitti. Bir müddet kız ile sohbet eden Turgan ilgisiz davranmaya çalışan kızın gözlerindeki hırsı okudu. Gücü çok istiyordu Suera ve elde edeceğinden emindi. Elde etti de.
Suera'ya aşık olmuştu Turgan ve bu aşk Samir doğduktan sonra katlandı. Çünkü artık karşısında gücü elde edeceğinden emin bir kadın yoktu, gücü tatmış bir kadın vardı. Daha bir öz güvenli daha bir hırslıydı artık Suera. Ne olduysa oldu Samir on yaşlarına gelince Suera'nın hırsı gitti. Turgan aşık olduğu kadında ne bir güç, ne de güç isteği göremiyordu artık. Peşine adamlar taktı ve hiç ummadığı acı gerçeği öğrendi. Suera artık Turgan'ın inandığı tanrılara inanmıyor, bir Allah'a inanıyordu. Turgan onu yarasa cellatların önüne attı. Vahşice öldürülmesini gönülden istemesine rağmen kanunlar gereği Farag ailesinden olduğu için sadece boğuldu. Yalnız bu Turgan'a yeterli gelmedi. Suera'nın cesedini yaktı ve küllerini rüzgarlı bir günde denizin yüz metre üzerinde bizzat kendi elleriyle rüzgara bıraktı, rüzgar aldığı emaneti denizin dört bir tarafına savurdu.
O sıralar kuzey sarayında olan Samir'e elbette başka bir şey anlatıldı. Annesi muhafızların eşliğinde deniz üstünde balonla seyahat ederken elim bir hortuma yakalanmış ve maalesef sonradan ne kadar araştırılmışsa da cesedine dahi ulaşılamamıştı.
Yeni eşiyle aşkı yeniden tadıyordu Turgan. Artık sarayda yeni bir dönem başlıyordu.
Devam edecek...