Fırının Önündeki Sessizlik
Sabahın beşi. Fırın daha yeni yanmış, dumanı bacadan yükseliyor ama sokak hâlâ uykuda. Üzerimde eski bir palto, cebinde yarısı bozulmuş bir çakmak ve üç lira yetmiş kuruş... Gün başlarken elimdeki bu bozukluklar kadar parçalıyım. Geceden kalma bir yorgunluk yok üzerimde, ama içimde öyle bir ağırlık var ki, sanki bütün sokakları ben süpürmüşüm de gece boyunca, kimseye belli etmeden.
Benim adım Cevdet. Elli dört yaşındayım. Aslında tam emin değilim, annem öyle demişti bir keresinde. Kasabanın tek fırınında çalışırım, hamur tutar, tepsi dizer, ocak başında kavrulurum. Ama son dört gündür iş yok. "Un pahalandı, üretim düşecek," dedi patron. Sanki düşen un değil de benim karnım.
Bugün yine fırının önünde dikildim. İçeriye girmedim. Girsem ne olacak ki, zaten ihtiyaç yokmuş bana. Kapının önünde eski bir tahta sandık vardı, oturdum üstüne. Elimdeki bozuklukları parmaklarımın arasında döndürdüm. Isınmıyorlar. İnsan parayı da sevemiyor bazen, soğuk demir gibi.
O sırada Şükriye geçti, komşu terzi İbrahim’in hanımı. Elinde pazar filesi.
“Cevdet abi,” dedi, “hala iş yok mu?”
Gülümsedim. Gülümsediğimi sandım aslında. Dudaklarım yukarı kalkmadı belki ama içimden o niyeti geçirdim.
“Yok,” dedim. “Bugün de böyle, belki yarın...”
Gitmeden önce poşetinden iki simit çıkardı, biri biraz ezilmişti.
“Al, sıcak bunlar. Çaya banarsın,” dedi.
Teşekkür edemedim, kelimeler boğazımda düğüm oldu.
Eve doğru yürüdüm, arkamdan fırının kapısı açıldı, birkaç çocuk koşturarak içeri girdi. Bir an düşündüm, eskiden ben de öyleydim. Sıcak ekmek kokusunu ilk alan hep ben olurdum, daha güneş doğmadan. Ama şimdi ne sıcaklık kalmış, ne ekmek...
Eve vardığımda kapıyı annem açtı. Yüzü çizgilerle dolu, gözleri hâlâ yaş. Onun tek derdi benim. Ocağı yaktım, demliği koydum. Simitleri ortadan ikiye böldüm, birini ona verdim.
O an, fark ettim. Bu hayat belki koca bir yoksunluk ama o masada ikiye bölünmüş bir simit bile bereket gibi gelebiliyor insana.
Ben fırının önünde çalışmıyorum artık belki ama hâlâ sabahın sessizliğinde içimi yoğuruyorum. Hâlâ bekliyorum… Un kokusunu, hamur sıcaklığını, birinin bana “hadi Cevdet, sen gir bu gece işe,” demesini.
Belki bir gün…
Belki yarın…
Turgay Kurtuluş