Geceyarısı

Bir haziran günü, ikindi vakti, Hüsnügüzel'de, bir yanımızda dağ yolu manzarası, iki yanı çam ağaçlarıyla bezenmiş, alabildiğine yeşil, bir yanımızda olanca güzelliğiyle sere serpe yayılan ova, ulu çınarların, çamların altında, baş başa kaldığımız böyle bir romantik ortamda, Define'nin anı sandığını açmanın tam sırasıydı. Ne zamandan beri hayat hikâyesinin gerisini merakla bekliyorduk. Herkes Uludağ'a doğru yürüyüşe çıkmıştı. Orçun'la Neşe gitmek istememişlerdi. Biz bizeydik. Dörtlü tamamdı. Fırsat bu fırsattı:

_ 'Yarın İstanbul'a gideceksin, dede. Onca seneden sonra... Kim bilir ne kadar heyecanlısındır! Nasıl ayrılmıştın, oradan? Taşraya çıkmaya karar veriş sebebin neydi? Anlatsana bize!' dedim.

_ 'Bela mısın be? Senden kurtuluşum yok mu benim? Tam millet gitti, başımı dinleyeceğim, şurada biraz nefes alacağım... Şimdi sırası mı?'

_ 'Haydi dedeciğim, naz etme! Anlatıver işte, ne olacak? Sermayeden zarar mı edeceksin? Laf değil mi? Parayla pulla mı? Aşkolsun!'

_ 'Orçun, al bu kızı başımdan! Bak, orada boş bir masa var. Oraya geçin! Haydi! Ben Neşe'ye razıyım. Ağzı var, dili yok onun.'

_ 'Ama dede... Ben de merak ediyorum. Neşe de öyle... Değil mi Neşe? Anlatıversen, olmaz mı?'

_ 'Haydi, anlat, dedeciğim, millet gelmeden. Meraktan çatlıyorum hem de!' dedi Neşe.

_ 'Sen de mi Brütüs? Ablukaya aldınız beni. Kaçacak yerim kalmadı! O zaman çayları tazeleyin bakalım!'

_ 'İstediğin çay olsun dede!' diye garsona işaret etti, Orçun. 'Dört çay... Demli olsun!'

Yerlerimizde heyecanla kıpırdanmaya başladık. Kalktık, ona yakın sandalyelere geçip oturduk. Sözleşmiş gibi dirseklerimizi masaya dayadık, yüzüne bakarak, dikkat kesildik. Her zamanki gibi bir sigara aldı paketten, yaktı ve kahırlı derin bir nefes çekti içine. Derdini depreştirmiştik yine. Geriye, o günlere gittiği, kaşlarını hafifçe çatarak, gözlerini kısmasından, bakışlarının derinleşmesinden, yüzünün hüzünlü bir ifadeye bürünmesinden anlaşılıyordu. İlk dumanı üflerken, ufuklara bakarak anlatmaya başladı:

_ 'Yalnızlığımın son raddesinde olduğum anda bir gece yarısı, asap bozukluğu içinde kalktım, yatağımda sağa sola dönüp durmaktan serseme dönmüş vaziyette... O şubat soğuğunda içim yanıyordu! Ellerim, yanaklarım... Ayaza çekmişti. Nefesim buğu buğu yükseliyor, şehrin üstüne çöken yoğun sise karışıyordu.

Caddenin bulanık ıssızlığında, yalnızlığımın sessizliğinde, balkonun karanlığında, geniz yakan havada bir sigara yaktım. Masa buz gibiydi. Sandalye donmuştu sanki. Önemli değildi. Hemen ısınırdı. Oturup, İstanbul'u seyrettim, doyasıya! Son bir kez daha bakarcasına!

Tüm ışıkları sönmüştü evlerin. Sadece sokak lambaları direnmekteydi, olanca güçleriyle. Birkaç saate kadar onlar da sönecekti. Kim bilir benim gibi uykusu kaçmış kaç kişi vardı çatılarda, bahçelerde, hızını alamayıp dışarıya fırlayan ve serserice dolaşan, sokaklarda?

Binlerce ev vardı. Neler yaşanıyordu içlerinde? İçlerindekilerin içlerinde? Kaç ailede huzursuzluk, kaç yürekte onulmaz yara, hafızalarda kaçar kertik vardı, acaba? O kadar ikiyüzlü ve hain vardı ki etrafımda! Dost gibi görünen, sinsi, zehirli yılan!..

Evliliğimi sallamaya başladılar. Annem bir yandan, baldız bir yandan... Adamın sevgilisi, baldızı olur da o evlilikten hayır mı gelir? Kardeşiyle evliyken de ilişkimi devam mı ettirseydim onunla? Olur muydu? Bizim kitabımızda yazmıyordu ama galiba o, bunu istiyordu. Bütün tanıdıklarımın güvendikleri, namuslarını emanet ettikleri birisiydim, delikanlılığımda bile. Gönül de neymiş? Alırdım ayaklarımın altına, basardım üzerime yüreğinin, ezer geçerdim üzerinden, arkama bakmamacasına!..

Hani söz vermiştik, iyi günde, kötü günde, ne olursa olsun beraber olacaktık, sadık kalmalıydım tabi ki. Bir anda Kal-u Belâ'da Allah'a verdiğimiz sözü hatırladım. Kul olmaya söz vermiştik hani? Ne olmuştu, yeryüzüne inince? Henüz kulluk görevlerimi bile yapamamaktaydım, koşuşturmaktan.

Nesrin'e bir daha hiç ?seni seviyorum' diyememeye hüküm giymiştim, kardeşini alma niyetine girdiğim anda. Şiirlerimde söyledim, yalnızca. O da dolaylı... Kime yazdığımı anlayamadı. Eşime sandı. İçim deli deli yanarken, kalbimin zarı patlama raddesine geldiği zamanlarda. Fakat bu aptal kafam, vücudumun en güzel yerine, hem de dört odasına birden, düşmanımı, o haini yerleştirmişti.

Elimizi sürmeyecektik, başkasına. Bir biz olacaktık, birbirimiz için, ölene kadar. Sözünde durmadı, ben de duramazdım, o gidince. Sıradan birisiyle evlenmiş olsaydı, belki hazmedebilirdim ama sadece varlıklı olduğu için alelade bir adamı seçmiş, beni yüzüstü bırakıvermişti. Bunu hazmedemiyordum. Yüreğime oturmuştu!

?Kalbimi kimse alamaz' demiştim, alamamıştı. Elimde değildi ki zaten. Şair yüreğim, ona, sadece ona adapte olmuştu. Daha kalemi alır almaz elime, daha bir kelime yazmadan, geçip karşıma oturuveriyordu. Nasıl dönsün ardına da başkasına bakarak yazsın?

?Ölene kadar seninim!' demişti, her defasında, inanmıştım. Hem de ne kadar da safça! Ah aptal kafam! Mantığım, sevilmeye layık olmadığını, adını anmanın bile salaklık olduğunu söylüyordu. Bazen böyle yalnız kaldığım zamanlarda dilim de böyle diyordu ya aşkı, bataklık gibiydi ve ben fena halde saplanmıştım, çıkamıyordum! Çıkmak istemediğimdendi belki. Her nerede ve ne halde olursam olayım, mutsuzluğumu hissettiğimde geçmişime, onunla mutlu olduğum zamanlara gidiyor, dalıp kalıyor, güne geri gelmek istemiyordum.

Kalbimi sorguya çektim günlerce. Her yalnız kalışımda yanıma gelip oturduğu zamanlarda... Kalkıp yer değiştirdim evimde, oturacak yer beğenemedim. Odalara sığamadım! Daraldım! Hem onunla olduğum zamanlara kaçarak huzur buluyordum, hem de kendimi varlığından kurtarmaya çalışıyordum. Onun için, çabaladıkça yüreğimin batışını, dibe çakılışını seyrediyordum.

Nereden çıkmıştı karşıma, nasıl da inanmıştım, asla bitmez sandığım sevgisine! Yeminler ediyordu. Ne masum, ne inandırıcı bakışları vardı, konuşurken etkisini gözlerimden yüreğime akıttığı, tüm ruhuma ılık ılık yayılan. Olmaz olsun!.. İnsafsız! Vefasız! Vicdansız!

Nerdeydi o masumiyet, neydi bu canavarlık? Kalbim uzun süre sabretti, bir yumuşama, en azından bir dostluk bekledi, çok bekledi, olmadı. Sonra yoruldu, her şeye rağmen sevmekten. Dilik dilikti, çeteleye dönmüştü, iler tutar yeri kalmamıştı! Kendimi korkuluktan aşağıya bırakmak istedim, olanca yıkılmışlığımla! Boş çuval gibi yığılıvermek, bahçe betonuna!.. Yapamadım. Elime bakan çocuklarım vardı. Küçük, seneye okula; büyük, ortaokula başlayacaktı. Ne kadar da severdim kızımı! Cimcimemdi.

Ölümümü düşündüm. Can vermeyi değil, geride kalacak olanları... Akşam olup, herkesin babası eve döndüğünde, hep beraber sofraya oturduklarında, çocuklarım boyunlarını bükeceklerdi, babasızlığın garipliği ve buruk suskunluğuyla. Zehir olacaktı, boğazlarından geçmeyecekti lokmaları, yiyecek bir şeyler bulabilirlerse... Bu bile yeterdi beni intihar düşüncesinden vazgeçirmeye. Onlara kıyamadım. Kıyamazdım. İnsanlar en çok çocukları için yaşarlar.

Hayat, bana hep acı yüzünü gösteriyordu. Tam mutluluğu yakalayıverecekken, tam geçivereceğim sanmaya başladığımda, gökkuşağının altından, fersah fersah uzaklaşıveriyordu benden. Sıradan bir yuva kurmaya kalkmıştım, borç, taksit, icra, haciz derken, altında kalıvermiştim, yıllardır doğrulamıyordum. Çabaladıkça, borç üstüne borca batıyordum. Onun külahını buna, bunun külahını ona giydirmeye çalışırken, feleğimi şaşırmıştım!

Kimine bir gün gibi gelir, mutluluk içinde yaşanan hayat, benim içinse, bitmek bilmez kapkaranlık geceler gibiydi, her bir saatim. Dünyam cehennem...

Öyle bir yük yüklenmiştim ki sırtıma, bir anlık indirmem ve birazcık dinlenmem mümkün değildi. Bir ağaç altında, hiçbir şey düşünmeden gailesizce yatmak ve huzur içinde biraz kestirebilmek için neler feda etmezdim! Yediğim zehir zıkkım, giydiğim kefen... Hayat geçiyordu dalgasını, acımasızca!

Hep acelem vardı. Yatağımdan kalkar kalkmaz, bir panik hali... Koşa koşa giderdim durağa, dolmuşta içim içimi yerdi, beynim kendini... Her ânını telaşlı, yorgun, üzgün, huzursuz, mutsuz, yaşayan bir köleydim, daha müreffeh bir hayat verebilmek için, aslında çok da sevmediğim bir kadına. Çaresizdim. Katlanıyor, susuyordum, çocukların hatırına.

Günler, teksir makinesinden çıkmaya başlamıştı. Gönüllü esirdim, kürek mahkûmu, birilerinin mutluluğuna... Gönlümdeki yerini yavaş yavaş terk etmeye başladı, baldızım. Yine de her şeye rağmen, başrolü oynuyordu hayatımda ve bana, bütün zorluklara katlanma azmi veriyordu; içimdeki, boğmaya uğraştıkça hortlayan, öldürmeye çalıştıkça yedi başlı ejderha kesilen aşkı.

O dayanağım da çökmeye başlamıştı ve ayakta duramaz olmuştum. Herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken, balkonlarda yıldızları sayıyordum. Onu ve yedi başlı aşkını yedi tepeye gömmem gerekiyordu artık ve veda etmek, bir daha yüzüne bakmamacasına, ona ve canım İstanbul'a...

Kalbim paramparçaydı, her biri bir tepesinde kalan, parça parça edilen ve her bir parçası bir dağa atılan kuş misali. Ne zaman bir araya gelecekti! Nasıl? Kim yapabilirdi bunu? Bu mucizeyi, Allah'tan başka kim gerçekleştirebilirdi?

O gece, sabaha karşı, aşka dair ne varsa, savurdum karanlığa... Bahçe betonuna serptim, kalan kırıntıları da, balkondan aşağıya silkeleyerek kalbimi... Karıncalara, kuşlara yarardı belki, zarar üstüne zarar olan derdi!

Bir söz vermiştim, eşime evlenirken. Âşık değildim, fakat yakınlığımın doruğundayken, ne olursa olsun, ruhen de sadık kalmalıydım, ona. Olmadı, olamadı. Elimde değildi. Tek sığınağımdı.

Aşkın bittiği yerde, pek bir şey kalmıyordu, ortada. Sadece güzelim İstanbul, mahzun prensesim kırgın, suskun uzanmıştı boylu boyunca, gideceğimi anlayınca; puslu, buğulu ve karanlık gözlerinde pırıltılı gözyaşlarıyla içler acısı bir halde bakıyordu, gecenin içinden gözlerime ve sevdası akıyordu yanaklarımdan, balkonun taş zeminine... Kimine göre ne güzeldi hayat, kimine göre çile üstüne çile!

Sadece sevmiştim ben. Kimseye bir şey yapmamıştım. Değil dokunmaya, yüzüne bakmaya bile kıyamazken, neydi bana yapılanlar? Terk etmek, başkasının olmak, karşıma geçip düşmanca tavırlar almak... Sitem bile etmemiştim ona. Toz kondurmamıştım. Bir kez bile incitmemiştim. Kaç kere harap etti beni, mahvetti. Ah etmedim, yine de.

Annemin saldırılarını normal görebiliyordum. Her kaynana gelin arasında olan şeylerdi. Kayınvalide, kayınpeder derdim de olmadı, pek öyle, ufak tefek pürüzlerin dışında. Kendilerini beğenmeleri bir yana, anlayışlı insanlardı ve en azından, kızlarının huzurunun bozulmaması için ılımlı davranışlar içindeydiler. Ah Nesrin, ah! Ah aptal kafam! Ne işin var o ailede senin? Başka kız mı yok? Fakat bir de kader, nasip, kısmet diye de bir şeyler vardı. Çağlar, Çağın ve aralarında Çiğdem, çiçeğim doğacakmış.

Elin kızı yaktı bizi! Güzelim İstanbul'u da yaktı, yerli dişi Neron! Orada karar aldım. Evi satacaktım, anamı kiraya çıkaracaktım, borçlarımı kapatacaktım, başımı alıp gidecektim, buralardan, arkama bakmamacasına, bir daha geri dönmemecesine!

Haritada yer aramaya başladım. Sahil şeridinde bir il beğenmeliydim hasta gönlüme. O en narin çocuğumun yaralı ciğerine temiz hava gerekiyordu, sağlıklı yetişebilmesi için. Müzmin bronşiti vardı. Zatürreeye çevirmişti. Verem olacaktı, neredeyse. Hava kirliliği artmaya başlamıştı. Okula da muntazaman gidemiyordu. İkide birde hastaneye yatıyordu. Refakatçi olarak ben kalıyordum, başında. Hanımın migreni tutuveriyordu o zamanlarda, inadına! O, ne zamanlarda tutacağını gayet iyi biliyordu.

Annelerin refakatçi olarak kaldıkları kovuşlarda tek erkek olarak ben... Arkamı döner otururdum, bir köşede, rahatsız etmemek için onları. Rahatça yatar uyurlardı, çocuklarının yataklarının kenarına kıvrılıp, yavrularını kucaklarına alarak. Bense, sandalye tepesinde sabahlardım. Ayaklarım kütük gibi şişerdi. Hele ameliyatlı olanının üzerine basamazdım,... Bazen doktorlar sorarlardı onlara:

_ 'Rahatsız değiliz ondan. Bize hiç zararı yok. Gitmesin. Kalsın, çocuğunun başında!' derlerdi.

Herkese sevdirdim de kendimi, o engereğe sevdiremedim!

Belki de sevme biçimi acılıydı. Bir elinde kalkan, bir elinde kılıç... Dişi kurt! Asena! Amazonlar kraliçesi! Çaktı sillesini!.. Düşürdü gurbete, nihayetinde.

_ 'Mutlu ol kraliçem! Sen mutlu ol yeter ki! Ha bir Necmettin eksik, ha bir fazla, İstanbulda... Ne çıkar, bir âşık eksik olsa? Haberi mi olur caddelerin, trafiğin, denizin, Nesrin'in?' dedim, kendi kendime. Şiirleşti, sonradan.

Sırattan geçer gibi geçtim boğazı... Unutacaktım o yılanı, unutmalıydım o kızı! Canavarlaşan baldızı... Fakat hemen geçivermedi yüreğimdeki müzmin sızı. Aşka programlı bir şair kalbi asla boş kalmazdı, kalamazdı. Sızıyı sızıyla kesmek lazımdı, kılıç yarasını dağlarcasına!..'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 41

15 Haziran 2010 12-13 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar