Giritliler

Veremden ölenler çoktu. Fakir halk, yeterli beslenemiyordu. Borç gırtlağa dayanmış, yokluk diz boyuydu. Evlerine et, süt, yumurta girmiyordu. Çorba makarna bulabildilerse... Ekmek parasını zorla buluyorlardı. Yanına katık yoktu. Bir yemek pişirecekler, ondan sahan, bundan dıhan... Birinden tuz, birinden biber... Od yok, ocak yok. Buna rağmen ehli keyif insanlardı. İçkiye ve sinemaya para buluyorlardı. Esrar içenler bile vardı.

Haftada bir emekli yemek pişirirler, sair zamanlarda, çorba, pilav, makarna, kızartma gibi kolay bir şeylerle geçiştirirlerdi. Yaşlı bir Giritli komşumuz vardı. Saliha Hanım... Sarma yapmaya kalktı. Ondan pirinç, bundan biber, şundan salça alıp bir tencere zeytinyağlı yalancı dolma sardı. Fakat arkadaşı Nebahat Hanım'dan, Yıldız Sineması'na Türkân Şoray'ın filminin geldiğini duyunca, yan komşusu Halıcı'nın gelini Feride'ye sarma tenceresini satıp, sinemaya gitti.

Yerliler, yazın ucuzlayan sebzelerden faydalanıyor, sonbaharda tarlalarda kalan domateslerden yaptıkları salçayı kışın kullanıyorlardı. Makarna, erişte kesiyor, tarhana, sirke, pekmez, incir pestili, turşu, reçel, marmelât yapıyor, nişasta ve bulgur kaynatıyor, biber, patlıcan, bamya, üzüm, incir, erik kurutuyor, kışa hazırlıklı giriyorlardı.

Giritliler, kışın sonlarına doğru başlayarak, ilkbaharın başlangıcında havalar iyice ısınıncaya kadar ot topluyorlardı, boş arazilerde, portakal bahçelerinde. Kollarında sepetler, ellerinde bıçaklar... Radika, kedidili, melâtura, lâbada, ebegümeci, turp otu, dede sakalı... Topladıklarını, eve gelince yere döküp, ayıklıyor, kovalarda yıkıyor, bahçede iki briketten yapılma ocaklarda, odun ateşinde, iki kiloluk Vita tenekelerinde kaynatıyorlardı. Önce acı yeşile dönen otların renkleri sararınca, yumuşamışlar demekti. Yiyecekleri kadarını süzerek tabağa alıp, üstüne biraz zeytinyağı gezdirip, limon sıkıp, tuz ekerek sofraya koyuyorlardı. Çoğu kez sofra, sokak kapılarının önlerindeki betonun üstüne kuruluyordu. Yere serdikleri sofra bezini dizlerine çekerek, diz çöküp, çoluk çocuk tüm aile, tepsinin etrafında halka oluyorlar, ekmeklerini o genişçe yayvan tek tabağa bandıra bandıra, büyük bir iştahla ayıla bayıla yiyorlardı.

Bazıları ot toplamak için bekçilerinden izin alarak girdikleri bahçelerden arakladıkları limonları, portakalları sepetlerin dibine indiriyorlardı. Geldiklerinde, otları boşaltırken, yarım sepet de limon portakal dökülüyordu, sepetlerden. Kaynattıkları otların üstüne ne sıkacaklardı? Kocaman Washington portakallar dallarında, koyu yeşil yapraklar arasından: 'Ye beni!' dercesine bağırarak sarkarken, çocukları, ağızlarının suları akarak, kocaman portakalları minicik parmaklarıyla göstererek: 'Anne!..' diye eteklerini çekiştirirken, dürüstlük mü kalırdı?

İnsan boyunu aşkın, üst yüzlerine cam kırıkları çakılı yüksek taş duvarlarla çevrili bahçelerin mecburen giriş kapısından çıkarlarken, yakalanmadan sıvıştıkları da kapıda bekçi tarafından aranınca, sepetlerindeki aşırdıkları meyveleri boşaltmak zorunda kaldıkları, yüzlerine tükürüldüğü de oluyordu. Bazen insafa gelen bekçi, yerlere düşenleri toplamalarına izin veriyordu. O zaman sepetlerindeki portakalları, mandalinaları ve limonları otlarla gizlemeden, üstü açık getiriyorlar:

_ 'Diplerinden topladık. Çürüyüp gideceklerdi. Bekçi izin verdi.' diyorlardı, göğüslerini gere gere.

?Giritlinin geçtiği yerde ot bitmez.' derler. Adamın birinin bir bahçesi varmış. Kâhya:

_ 'Beyim, sığırlar, inekler girdi. Ne yapayım?' diye sormuş.

_ 'Bırak girsinler.' demiş.

_ 'Koyun keçi sürüsü girdi, kovayım mı?'

_ 'Bırak girsinler.'

_ 'Giritliler geldi, ot toplayacaklar. Ne yapayım?'

_ 'Sakın sokma içeriye! Kov gitsin!'

Çünkü hayvanlar otlasa, kökleri kalır, seneye tekrar çıkar, otlar. Giritliler, ellerinde bıçaklarla köklerinden keserler, bir daha hiç çıkmaz. Otların vitaminleri köklerine yakın yerdedir. Meyvelerin, kabuğunun hemen altında... Muzun en vitaminli yeri, kabukla beraber soyulup atılan kısmında... Bir doktor, kabukların içinin bıçakla sıyrılarak yenilmesini tavsiye etmişti.

Giritliler, otçul insanlar... Allah'ın, doğada sadece ilkbahar başlangıcında, bir süreliğine insanlara sunduğu bu şifalı bitkilerden yarı haşlayıp yiyerek azami istifade ederler. Böylece yoksulluk nedeniyle dengeli beslenemediklerinden, vücutlarında eksilen yapıtaşlarının yerine konması için gereken vitaminlerin bir kısmını doğadan temin etmiş olurlar. Ayrıca bu yiyecekler lifli oldukları için sindirim sistemini temizler, adeta süpürür, fırçalar, yara bere ne varsa, alır, indirir. Onun için mide bağırsak gibi sindirim sistemi kanserine yakalanmazlar. Lahana ve karnabaharı dahi çiğ yerler. Yanaklarından kan damlar. Zeytinyağı kullandıkları için de ciltleri cam gibidir.

Girit, küçük bir ada... Geçim zor. Ne bulurlarsa yiyerek karınlarını doyurmaya, balık ve deniz mahsulleri yemeye alışık bu insanların evlerine et, nadiren girer. Bahçelerden salyangoz toplarlar, iyice yıkarlar, haşlarlar ya da tenekelerin üzerinde kızartarak keyifle yerler.

Dedemin çiftliğinde pamuk toplatırken babam, bir öğle vakti yemek molasında harika bir et kokusu duyar ve o tarafa gider. Bir de bakar ki Giritliler bir tarafa toplanıp ateş yakmışlar ve üstüne bir teneke parçası koymuşlar, fışır fışır salyangoz kızartıyorlar. Kabukların içindekiler kaynadıkça köpürüyor, baloncuklar çıkıyor, kızardıkça acayip sesler geliyor, üstlerinden kokulu ve kızgın bir buhar yükseliyor. Nasıl midesi bulanmadan bakabildiyse; onları bir yere alıp, biraz soğuttuktan sonra kırarak, içlerini ekmekle, 'Hüp!' diye diye, büyük bir iştahla yediklerini, kabukların içlerinde kalanları da kürdan gibi çöplerle çıkarıp çıkarıp yaladıklarını görmüş.

_ 'Son derece iğrençti ama kokusu nefisti!' demişti.

Giritliler, birbirlerine sımsıkı bağlarla bağlı, çok temiz ve çalışkan insanlardır. Erkekleri genellikler balıkçılık, hızarcılık ve marangozluk yaparlar. Kadınları hiç boş durmaz. Çoğunun evlerinde dokuma tezgâhları vardır. Yün ve çaput kilim dokurlar.

Sabahları erkenden kalkan kadınlar, öğleye kalmaz, bütün ev işlerini bitirirler ve dokuma işi olanlar tezgâha girerler. Diğerleri, bahar ve yaz günleriyse, hava şartları sokakta oturmaya müsaitse, evlerinin önündeki betonları yıkar, sokağı sular, beton kuruyunca üstüne bir çaput kilim serer, varsa bir iki minder atar ve ellerine şiş veya tığ işlerini alıp otururlar.

Yan yana sıralı tek katlı, içten içe elli metrekareyi geçmeyen, beyaz badanalı, alçak ve küçük pencereli bu yerden evlerin önündeki betonu oturmaya kim hazırlamışsa, yazsa ve hava sıcaksa, kimin evinin önü gölgeyse; kışsa ve serinse, kimin betonu güneşliyse, işini bitiren, elişini, çocuğunu alır, oraya gelir. Öğleye kadar bir posta misafirlik ederler. Öğleden sonraları kimin kabul günüyse, orada toplanırlar. Buralardaki konuşmalar sabah faslıdır. Gündemde daha önemli konular yoksa akşamki olaylardan bahsedilir ve görülen rüyalar anlatılarak hayra yorulur.

Zararsız dedikodu kumkumalarıdırlar ama sadece olayları aktarmazlar, çözüm de üretirler. Birisinin kızı birisinin oğluyla mı konuşuyor? Anlayışla karşılarlar, gençliklerine verirler ve kadın olsun, erkek olsun, aralarında en beceriklisi, oğlanla da kızla da konuşur ve başlarını bağlamak için elinden geleni yapar. Aileler arasında anlaşmazlık çıkarsa, bu sözü geçkin arabulucu Yorgo Papandreu, o ikisine kaçmalarını söyler, hatta onları bir süreliğine evinde veya başka bir yardımseverin evinde saklar. Bu arada olan olmuş, biten bitmiştir. Ailelerin yapacağı bir şey kalmamıştır. Bundan emin olarak onlara gider:

_ 'Eh! Bunlar birbirlerini seviyolar. Kaçtılar. Allah mesut etsin! Yapacak bi şe yok. Atı alan Üsküdar'ı geçti! Bi köpek bi deriyi sürükler. Aç mezarı mı var? Bir elin nesi var? İki elin sesi var. Her iki taraf da üstlerine düşeni yapacak, arkadaş!' der.

Çoğu zaman ailelerin öfkeleri kolay kolay geçmez. Evlat hatırına ve el arı, düşman gayreti; gereken yardımı yaparlar ama genç çiftle konuşmazlar. Onlar ancak bir iki yıl sonra kucaklarındaki bebekten cesaret alarak el öpmeye geldiklerinde, yelkenleri suya indirirler. Bazıları da önce öfkeyle:

_ 'Şeytan görsün suratlarını! Bundan sonra baksınlar başlarının çaresine. Kime güvenip de kaçtılarsa o yardım etsin. Bizden kesik! Ne kalimera, ne kalispera!..' diye kestirip atar.

Arabulucu yılmaz, kuru gürültüye pabuç bırakmaz, alttan alır, ağızlarından girer, burunlarından çıkar, sonunda ana babaları üzerlerine düşenleri yapmaya razı eder. Aileleri hazırladıktan sonra gençleri alır gelir, her iki tarafın ebeveynlerinin ellerini öptürerek barıştırır ve aileleri kaynaştırır.

Genellikle bunlara düğün yapılmaz. Eşya alınır ve bir ev kiralanır. Bütün mahalle ya sorar öğrenir ya gider bakar, evlerinde ne eksikse, ev hediyesi olarak alır getirir.

Birisinin ölüsü varsa, düğünü, hastası, üzüntüsü; hepsi oradadır. Bir yumruk gibidirler. Bileşik kaplar gibi... Neleri varsa, hepsinde aynısı vardır, yoksa tamamlarlar.

Onlarda zaman mefhumu yoktur. Gecenin bir saatinde bir sıkıntıları olsa, çekinmeden birbirlerinin kapısını çalarlar ve ihtiyaçlarını giderirler. Birisi hastaneye yatsa veya hapishaneye düşse, hepsi oraya taşınır, gide gele yolları aşındırırlar. Birisi bebek bekliyorsa, her biri ona bir armağan örer, diker, hazırlar. Doğumda da cümbür cemaat oradadırlar, kırkı çıkana kadar yalnız bırakmazlar.

Kimin işi varsa diğerine bebeğini, çocuğunu rahatlıkla teslim edebilir. Badanaya, halı, kilim, çamaşır yıkamaya birbirlerine yardım ederler.

Küçük bir adada başlayan hayat, gelenek ve görenekleriyle göçülen başka bir mekânda, yanlışıyla doğrusuyla, yakınlık ve dayanışmayla sürdürülüyordu. Nineler, dedeler Türkçe; torunlar Giritlice bilmiyordu. Giderek kız alıp verme yaygınlaştı ve bu küçücük topluluk, yerli halkla kaynaştı. Azın çokta kaybolduğu gibi millet içinde eridi gitti. Birbirleriyle karşılaştıklarında hal hatır sorarlarken:

_ 'İdakanus, kalase?'

_ 'Kala, lostakanus.'diyenler, şimdi:

_ 'Nasılsın? İyi misin?'

_ 'İyiyim, sen nasılsın?' diyorlar.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 81

25 Temmuz 2010 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar