Gögüş

Gögüş


Amel Defteri’nden

Bölüm 17

Hiç unutmam, bir gün tüp kuyruğundaydım. Kuyrukta beklediğim yer ile evimizin arası birkaç kilometre vardı. Tüp sırası bana gelip küçük tüpü alıp eve dönerken, Tekel Fabrikası’nın arkasındaki boş arazide karşıdan gelen bir kadın beni durdurdu. Hafifçe göz hizama eğilip: “Gögüş” (mavi gözlü demek), “gözlerimin içine bak… Söyle bakalım, senin adın ne? Kimsin?” dedi. Yüz ifadesi ne sevecen, ne kaygılı, ne de meraklıydı. Nötrdü. Ama benim içim bir tuhaf olmuştu kadının bakışlarından. Tarifsiz bir şeydi hissettiklerim. Birden kadına: “Sen benim annem misin?” diye sordum. Hani derler ya, “eli ayağına dolaşmak” diye… Kadın ani bir hareketle ayağa kalktı, hiçbir şey demeden –büyük ihtimalle ağlayarak– hızla uzaklaştı. Ardından görebildiğim; tülbentinin koşarken dağılması, taşıdığı filenin bir o yana bir bu yana savrulması ve birkaç kez lastik terliğin ayağından çıkıp yeniden giymeye çalışmasıydı… O benden epeyce uzaklaşana kadar, elimdeki küçük tüpü yere düşürüp öylece bakakaldım.

Yıllar sonra annemle bir sohbetimizde bu olayı hatırlayıp sormuştum: “Anne, o kadın sen miydin?” O da gözleri yaşlı, “Evet…” demişti. Başka bir şey demedi.

Eve gittiğimde, yaşadığım bu “garip olduğu kadar ilginç” ve çözemediğim olayı anama anlattım. Bir süre hiçbir şey demeden gözlerime baktı, sonra: “Oğlum, sen öyle hissettiysen odur! Ama annen sana uzak değil!” deyip oturdukları yeri tarif etti. “Nasıl yani ana?” dedim. Meğerse annemle bizim evin arası beş-altı yüz metre bilemedin bir kilometreden fazla değilmiş! Ben hariç herkes –annem dahil– biliyormuş! Bir ben bilmiyormuşum! Haftanın birkaç günü okula onların evinin önünden geçip gidiyormuşum da haberim yokmuş! Kardeşlerimle belki karşılaşmışım da yine ben hariç herkesin haberi varmış! Koca üç yıla yakın bir süre… Akıl alır gibi değildi. İstanbul’a taşınmaya yakın yeni öğrenmiştim. “Bu nasıl bir dünyadır ana?” diye zırıl zırıl ağladığımı hatırlıyorum. Başını öne eğip, avuçlarının içine aldı. Hiçbir şey söylemeden bir süre öylece bekledi. Siyah-beyaz karo mermer görünümlü marleyden döşeli koca salonda, bir o, bir ben öylece kalmıştık. “Ana, geçenlerde ben onların evinin yakınlarında oturan biriyle kavga ettim ya…” dedim sitemle. Anam, ne zaman sonra “Gel oğlum…” diyip beni yanına çağırdı. Hareket etmedim. O, oturduğu yerden dizlerini sürüyerek yanıma geldi ve bana sıkı sıkı sarıldı. Çöktük olduğumuz yere. “Gözlerime, yüzüme bak…” dedi. Ağlıyordum. Burnumdan sümüklerim yüzüme bulaşmıştı. Elimin tersiyle sildim. Anam biraz soluklandı: “Şimdi sana ne diyeyim oğlum? Annene diyeyim, kendime ne diyeyim?” O güçlü kadının çaresizliğine belki de ilk kez böylesine şahit olmuştum. Sesi titreyerek, ağlamaklı: “Annen biçare, kimsesiz oğlum… Hiçbir anne evladını görüp de görmezden gelmez! Kim bilir neler yaşıyor o kapıda… Zavallı kadın! O geceleri uyumuyordur! Yazık!” Beni teselli mi ediyordu, yoksa çaresizlikten bir şeyler söylemesi gerektiği için mi konuşuyordu, bilmiyorum. Sanırım anam da bilmiyordu. Salonun ortasında öylece, hiçbir şey konuşmadan bir süce kaldık.

Devam edecek..

04 Ekim 2025 3-4 dakika 38 öyküsü var.
Yorumlar