Gülerken Ağlamak (5.bölüm)
Birkaç gün sonra Kerim Türkiye'den getirdiği el dokuma halıyı kayın pederi rahip Mikao' ya gönderdi, Balıkesir'in 'Sındırgı ilçesinin köylerinde dokunan bir Yörük halısı' 'Yağcı bedir' artık Japonya'da küçük bir kilisenin salonunu süslüyordu.
Rahip Mikao gelen ziyaretçilere, gururla 'Türkiye'den damadım gönderdi' diyerek dünyanın bir ucundan, Müslüman bir ülkeden gönderilip, kiliseyi süsleyen değerli halısını gösteriyordu.
Kisho ile Kerim çok mutluydular, artık Japonya'ya ve Türkiye'ye bir torun haberi vermenin zamanı gelmişti.
Hayat olağan akışında sürüp giderken, bir gün Kerim her zaman olduğu gibi sabaha karşı işini bitirmiş çalıştığı taksi ile eve dönüyordu, ana caddede ilerlemekte iken, birden yan yoldan bir arabanın fırladığını fark etti, arabayı ters tarafa çevirmeye, fren yapmaya çalıştıysa da olan olmuştu.
Gecenin sessizliğini iki arabanın fren ve lastik sesleri bozuvermişti.
Zorla arabayı durduran Kerim, diğer arabaya koşup baktığında, arabanın direksiyonunda sarhoş bir bayan şoförün gülmekte olduğunu görünce, sinirden ve heyecandan ne yapacağını şaşırdı.
Kısa bir süre sonra Avusturalya polisi yanlarındaydı, ne oldu diye sorduklarında 'Kerim bir çırpıda olanları anlatıverdi ve hanımefendi alkollü' Dedi.
Polis kimlik istedi. Kerim'in kimliğine baktı, sonra dönüp Kerim'e baktı,
Garip bir tavırla 'Sen Türk müsün? ' Dedi.
Kerim; evet ama, 'Aynı zamanda Avusturalya vatandaşıyım' Diye kendini savunma ihtiyacı hissederek cevap verdi.
Polis; sonradan olma vatandaş yani, 'Bir de utanmadan hanımefendiye sarhoş diyorsun'
Bu arada 'Yavaş yavaş kendine gelen Avusturalya'lı kadın' gülümseyerek olanları seyrediyordu.
Polis; kadına dönerek, 'Davacı mısınız? ' Diye sordu.
Kadın bir an duraksadı ve hayır 'Eğer zararımı öderse davacı olmam' Diye cevap verdi.
Polis; tekrar Kerim'e dönerek ' Duydun hanımefendiyi, ne diyorsun?' diyince
Kerim içine düştüğü durumun farkına vararak, çaresiz 'Tamam öderim' dedi...
Eve doğru giderken, içinde ki acıdan, belindeki acının farkında bile değildi, o kazadan Kerim'e iki hatıra kalmıştı.
Birincisi ' Avusturalya vatandaşı do olsa, o ülke de, her zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi göreceğiydi'
İkincisi ise'Ömrü boyunca belinde hissedeceği ağrı'
Yunanlı patronuysa Kerim'in tedavisi için yardımcı olmakla kalmayarak, karşı tarafın her türlü zararını da karşılayıp yine örnek bir davranış göstermişti.
Kerim bir süre takside çalışamadı. Yaklaşık bir buçuk ay tedavi gördü, tam olarak iyileşmese de iki ay sonra tekrar işine döndü.
İki bin yılının Ocak ayının on beşinci günüydü, o sabah Kerim ve Kisho kontrol için doktora gideceklerdi.
Ancak sabaha karşı geç saatte takside ki işinden gelen Kerim derin bir uykudayken, karısı ona kıyamamış ve doktora gitmek üzere sessizce evden ayrılmıştı.
Sonucun olumlu olduğunu, bir bebek sahibi olacağını öğrenen Kisho, müjdeyi vermek üzere hastaneden çıktığında mutluluktan adeta yere göğe sığmaz durumdaydı. Sakin olmaya çalışıyor ama heyecanını bir türlü yenemiyordu.
'Bu koca Türk belki doktora yalnız gittiğime kızacak, ama bebeğin müjdesini alınca öfkesi geçer' diye geçirdi aklından.
Eve geldiğinde Kerim halen uyuyordu. Neşe içinde bağırdı 'Kalk bakalım koca Türk!'
Kerim aniden fırladı yataktan, 'Saat, saat kaç oldu?' Doktora gidecektik, hazır mısın Kisho ?' Diye telaşlı bir vaziyette konuşuyordu.
Kisho; sen halen uyu bakalım, ben çoktan gittim, geldim bile doktora...
Bir taraftan gözlerini ovuşturan Kerim kekeleyerek konuştu 'Na nasıl, gi gittin mi doktora?'
Evet ya gittim, 'Yakında baba oluyorsun' diye bağırdı Kisho.
Kerim aniden yataktan kalktı ve minyon tipli Japon karısını kucağına alıp 'Alllllaahhhhh diye bağırarak' evin içinde koşturmaya başladı.
Kisho' Dur deli adam ne yapıyorsun' Dediyse de,
Kerim coşmuştu bir kere, hemen Türkiye'yi annemleri, sonra, sonra da Japonya'yı arayalım,
'Herkese, herkese verelim müjdeyi ' diyerek Kisho'yu yatağın üzerine bırakıverdi.
Telefon çaldığında Türkiye'de gece yarısıydı. Mukaddes hanım artık bu saatlerde telefonlara alışkın olduğu için sadece 'Hayırdır inşallah' diyerek telefonu açmaya koştu.
Kerim telefonda; 'Mukaddes hanım şimdi sıkı dur sana bir müjdem var' diyince, annesi zaten ne demek istediğini anlamıştı.
Yine de heyecanla yutkunarak, torun mu yoksa? Diye sordu
Kerim; 'Evet anacım bildiniz' cevabını verince, Mukaddes hanım o arada gözlerini ovuşturarak yanına koşan kızı Zehra'yı sevinçle kucaklayıvermişti bile...
Az sonra Japonya'yı aradıklarında orada da benzer tepkilerle karşılaştırdılar, iki genç yine Türkiye, Avusturalya, Japonya arasında bir köprü, bir sevgi yumağı oluşturmuşlardı.
Artık Kerim ve Kisho'nun hayatında yeni bir dönem başlıyordu,
Kerim ara sıra kendi kendine söyleniyor;
'Bir bebek, benim ve Kisho'nun bebeği, yani hem Türk bebek, hem Japon bebek...' 'Allah'ım acaba nasıl bir bebek ?' Demekten kendini alamıyordu.
Mutluluktan uçan Kisho ise Kerim'in bu söylenmelerine gülerek, 'Deli adam, nasıl bir bebek olacak ki, biraz Türk'e, biraz da Japon'a benzeyecek' diye cevap veriyordu.
Sık sık Türkiye'yi ve Japonya'yı arayarak her iki anneye de, gelişmelerden sürekli bilgi veriyor, onların önerilerini dinliyorlardı.
Kerim'in annesi Mukaddes hanım, bir telefon görüşmesi sırasında oğluna ve artık Türkçeyi iyice öğrenen Kisho'ya sıkı sıkı tembih etmişti.
'Aman oğlum, aman kızım, her şey biz insanlar için, şimdi çok mutlusunuz elbette, ancak yarınımızın ne olacağı belli değil' 'Öyle hemen, kıyafetti, yataktı, hazırlıklara başlamayın bebek için' Allah korusun sonra bir problem çıkar daha çok üzülürsünüz.
Kerim ve Kisho her ne kadar Mukaddes hanıma, 'Haklısın, tamam, yapmayız' dedilerse de,
Hemen her çarşıya çıktıklarında, bebek için bir şeyler almadan dönmüyorlardı.
Henüz hamileliğin ikinci ayında, bebek odasını hazırlamışlardı bile, Kerim zaman, zaman Kisho'nun ısrarlarını kıramıyor. Kisho'ya da 'Aman annem duymasın diye' sıkı sıkı tembih ediyordu.
Üstelik Kisho; doktorun söylediğine göre genetik nedenlerle 'Düşük' tehlikesi taşıyordu. İkinci tehlike de 'çok düşük kilolu bir anne adayı olmasıydı.'
Bu tehlikeli süreçte Kisho' nun iki defa düşük tehlikesi atlatması ise gözlerini iyice korkutmuştu.
Kerim eşine bir bebek gibi bakıyordu. Bir dediğini iki etmiyor, onu hiç üzmemeye çalışıyor, neredeyse her işi kendisi yapıyordu.
Sonunda korkulan olmuştu. Bir gece sabaha karşı Kerim taksideki işinden eve döndüğünde, içerden gelen hıçkırıkları duyup, heyecanla yatak odasına koştu.
Kisho yatağın hemen yanında yatağa dayalı vaziyette, iki büklüm ayakta duruyor ve hıçkırarak ağlıyordu. Kerim'in yanına geldiğini görünce acı içinde haykırarak kocasının ellerine sarıldı.
Kerim 'Dehşet içinde' Ne oldu Kisho? Neden acı çekiyorsun? Söyle Allah aşkına diye mırıldandı.
Kisho zorla konuşarak 'Bebek, galiba bebek geliyor' diye cevap verdi.
Ama nasıl olur? Daha çok erken değil mi? Diye şaşkınlıkla sordu Kerim.
Kisho'nun ise artık konuşacak gücü kalmamıştı.
Yalvaran gözlerle eşine doğru bakıp sadece 'Hastane' Diyebildi.
Kerim hemen toparlanarak, Kisho'yu kucakladığı gibi Hastaneye yetiştirdi.
Ama maalesef, doktorlar ameliyathaneden çıktıklarında gelen haber hiç iyi değildi.
Orta yaşın üzerindeki kır saçlı doktor 'Başındaki bereyi çıkararak' yanındaki diğer doktorlardan ayrılıp Kerim'in yanına yaklaştı ve ona;
'Her şeye rağmen çok şanslısınız, anneyi kurtardık.' ' Ama bebek yaşamıyor dediğinde,'
Kerim 'yüzünü ellerinin arasına alıp' bir müddet öylece kaldı.
Doktor; Kerim'in yüzünden ellerini indirmek ister gibi eliyle, onun kapanan ellerine iki defa dokundu,
Kerim 'başını kaldırarak doktora baktı' ve eşini görüp göremeyeceğini sordu.
Bir iki saat sonra Kisho kendine gelmişti. Kerim karısının başını okşadı ve hiç üzülme, 'Tanrı seni bana bağışladı hiç değilse' diye, onun üzüntüsünü hafifletmeye çalıştı.
Kisho ise sürekli göz yaşı döküyordu.
Bir kaç gün sonra evlerine döndüler. Haber Japonya'da ve Türkiye'de de bir an matem havası estirdi, ancak herkes Kisho'nun kurtulmasına sevinerek avunuyordu.
Bir müddet sonra Kerim ve tüm aile olayı kabullenmiş, ancak doktorun daha sonra yapılan muayenelerde Kisho'nun bir daha çocuk sahibi olamayacağını bildirmesi, herkesi tekrar üzüntüye boğmuştu.
Kisho ise daha bebeğini kaybetmenin şokundan kurtulamadan, kendisine çok erken verilen bu ikinci haberle birlikte, tamamen her şeye, herkese küsmüştü.
Kerim elinden geldiğince eşini teselli etmeye çalışıyor, ancak ne yaparsa yapsın, olanları ona kabul ettiremiyordu. Psikolojik destek alması önerisini ise kisho şiddetle reddediyordu.
Bir sabah eve döndüğünde, Kisho'yu evde bulamadı. Masanın üzerine bıraktığı bir mektupta Japonya'ya gittiğini ve bir daha dönmeyeceğini yazmıştı.
İlerleyen günlerde, Kerim Japonya'yı arayarak, kayınvalidesine, kayınpederine sürekli Kisho ile görüşmek istediğini söylemesine rağmen Kisho kesinlikle Kerim'le görüşmedi.
Masmavi umutları, hayalleri vardı. Ayrılık hiç akıllarına gelmemişti.
Dünyanın iki ucundan gelerek 'Avusturalya' da birleşen ve birlikte atan iki yürek, ansızın umulmadık bir darbe almıştı.'
Sonunda bu mutlu evlilik, anlaşılmaz bir şekilde, Kisho'nun sürekli kendisini suçlaması nedeniyle ayrılıkla bitti.
Dünyanın iki ayrı ucunda bir birlerini hiç tanımadan kaderleri birleşen iki anne, önce doğarken kaybettikleri torunları için, sonra da bu yüzden sonlanan "Yavrularının mutlu evliliği için, bir birlerinden habersiz göz yaşı döktüler."
Kerim ile ayrıldıktan sonra Kisho bir daha Avusturalya'ya dönmedi.
Kerim ise İki bin altı yılına kadar Avusturalya'da yaşamaya ve çalışmaya devam etti. Bir süre uzak doğu ülkelerini seyahat amacı ile dolaştıktan sonra
İki bin yedi yılının başlarında Türkiye'ye döndü.
Bir yıl annesi ve ablası ile Türkiye'de yaşamaya devam etti. Yapmış olduğu birikimle bir iş kurarak her şeye yeniden
başlamak istiyordu.
Ancak bir türlü başarabileceği bir iş kurmakta karar veremedi. Bu nedenle yeni bir arayış içine girdi.
Artık Avusturalya'ya dönmeyi düşünmüyordu ancak Avusturalya pasaportu olduğu için dünyanın bir başka ülkesine gidip orada bir iş kurabilirdi.
Bu umutla üç-dört ay Türk Cumhuriyetlerini gezdi.
Arayış içinde gezdiği ülkeler "Azerbeycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan'dı" Sonunda Kırgızistan'da karar kılmıştı !
Kırgızistan günlerine maceralı bir şekilde başladı. Kısa sürede Türkiye'den gelen bir çok vatandaşımızla ve kırgız türkleriyle tanışmış, kendisini çok sevdirmişti.
Yapmış olduğu araştırma sonucunda; Kırgızistanın başkenti Bişkek' de herkesin ekmeğini ve diğer hamur işlerini evlerinde yaptığını, koyun etinin çok ucuz olduğu
bu ülkede insanların ete ve hamur işine çok düşkün olduğunu öğrenmişti.
Bu nedenle "Orada bir benzeri bulunmayan, unlu mamuller üzerine bir fırın açmak" en iyisi olur diye düşündü. Bu iş için bir fırın ustasına ve bir kaç elemana ihtiyacı vardı.
Kırgızistan'da çalışan ve fırıncılıktan anlayan, Karadeniz'li bi usta ile tanıştı. Yanına bir kaç da Kırgız işçi alarak, hemen işi kurma çalışmalarına başladı.
Önce bir dükkan kiraladı. Gerekli teçhizatı elemanları ve diğer dostlarının yardımlarıyla kurdu.
Açılış günü harikaydı; sadece ekmek değil, aklınıza gelebilecek her türlü unlu mamulü üretmeye başlamışlardı. Alışmadıkları bu ürünler Kırgızlardan büyük ilgi görmüştü.
Elemanları ile birlikte gece gündüz çalışıyorlardı. Hatta Kerim zaman zaman semt pazarlarına çıkarak arabası ile buralarda bile satış yapmaya başlamıştı.
O günlerde fırına gelerek iş isteyen genç bir kırgız kızını da tezgahta satış için işe aldı.
Almila "yirmi sekiz yaşında çok güzel bir kızdı."
İlk bir ay için de hemen Kerim'in güvenini kazanıvermişti. Artık sadece fırında çalışmıyor, Kerim'in evine giderek, her türlü işinde ona yardımcı da oluyordu.
Bişkek'e uzak bir bölgede yaşayan Almila zaman zaman geç saatlere kadar çalıştığı için evine dönemediğinden, geceleri fırında kendisine yaptığı bir oda da kalmaya
başlamıştı.
Burada kalmaktan rahatsızlık duysada bunu Kerim'e hissetirmemeye çalışıyordu.
Bir gün Kerim Almila'ya "Eve dönemediği zamanlar isterse kendi evinde kalabileceğini" söyledi.
Almila önce yadırgadıysa da çaresiz bu teklifi kabul etmişti.
Yedi sekiz ay sonra Kerim Almila'ya iyice alışmış ve onun kendisine iyi bir eş olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Almila da Kerim'e karşı boş değildi aslında...
Bir gece yine Mukaddes hanım "Telefonun sesi ile uyandı" Onu yine bir süpriz bekliyordu. Tıpkı Kisho ile yaşanan olay gibi, ancak bu defa telefonda ki Almila değil, Kerim'di.
"Merhaba Mukaddes hanım, merhaba anneciğim" Diye annesinin çok sevdiği cümlelerle söze başladı Kerim.
Oğlununun sesinde ki bu ahengi çok iyi bilen Mukaddes hanım "Hayırdır oğlum, hayırdır yavrum" "Sanırım bana güzel bir haberin var" dedi.
Kerim ise yine o tatlı tavrı ile "Annelerin annesi, benim bir tane annem, nasıl da anlarmış" Oğlunun halinden diye cevap verdi.
Mukaddes hanım "Haydı deli oğlan, meraklandırma da söyle, neymiş seni bu kadar mutlu eden? " Diyince
Kerim her zamanki muzipliği ile telefonu Almila'ya verdi.
Bu defa yine bozuk bir türkçe ile "Merhaba Ane" diyen ses yeni gelininin sesiydi.
Mukaddes hanım yine işin nereye vardığını hemen anlamış, "Merhaba kızım, merhaba" Diye cevap vermişti.
Ama Almila utanarak "Daha fazla konuşmamış" telefonu tekrar Kerim'e uzatmıştı bile.
Kerim telefonu aldığında "Anacım zaten anladın, biz Almila ile evlendik" diyince
Mukaddes hanım "içinden Allah'ım bu defa tamamına erdir" diyerek, Kerim'e çok sevindiğini söyledi. Ardından "Keşke bu defa sana bir düğün yapabilseydik" Dedi.
Kerim ise; "Anneciğim bununla bitmiyor, sana bir müjdem daha var diyince" Bu defa Mukaddes hanım meraklandı ve "Allah aşkına hemen söyle oğlum, yüreğime mi indirmek istiyorsun" Dedi...
Sakın, sakın ha dedi Kerim ve devam etti " Bu defa her şey daha hızlı gelişti anneciğim, bir de bebek bekliyoruz" Dedi.
Mukaddes hanım yaşanan olumsuzluklardan sonra böyle bir şeyle karşılaşmanın mutluluğu ile yine yanına koşup gelen Kerim'in küçük ablası Zehra'ya sarılarak olanları ona da anlattı.
Telefon kapandıktan sonra ana kız o gece sabaha kadar uyuyumadılar.
Almila'nın hamileliği sorunsuz geçti.
Kerim; İki bin sekiz yılının Mart ayının on üçüncü günü, yeni müjdeyi Türkiye'ye yine bir gece yarısı telefoınu ile ulaştırdı.
Nur topu gibi bir kız çocukları olmuştu. Kerim'in annesinin isteği ile yavrularının adını "Nur" koydular.
Mukaddes hanım doğum haberini ilk duyduğu andan itibaren "bir an önce gelinini, oğlunu ve torununu görmenin özlemi ile yanıp tutuşmaya başlamıştı."
Yıllarca kardeşine "gülüm" diye hitap eden ağabeyi Ferhat'da bir yeğeninin olduğu haberini aldığında, yıllardır hasreti ile yandığı kardeşi için bir şiir yazdı.
ŞİMDİ UZAKLARDASIN ( Gülüm )
Hatırlarmısın gülüm
Küçükken gülüm derdim sana
Sonra bıraktın bizi
Gittin el kapılarına.
Yıllardır hasretiz yoluna
Duydum ki;
Bir Kırgız'a vurulmuş
Mutluluğu bulmuşsun
Senin de bir gülün olmuş
Adını da "Nur" koymuşsun.
Benim için kokla onu olur mu?
Çok mutlu ol olur mu?
Çünkü o umut, belki o hayatı
sevdiren
Ve gülmeyen yüzeleri;
güldüren.
Az çekmedin; el kapılarında
Hep sen vardın Ana'mızın
rüyalarında.
Hep sen vardın Ana'mızın
dualarında.
Çoktan hakkettin sen bunu
Gülüm de ona olur mu?
Gülüm de yavruna..
Gülüm de;
Umuda olur mu?
Bu şiir Kerim'i de biran önce Türkiye'ye gelerek ailesi ile kucaklaşmak için coşturmuştu.
Devam edecek