Hacı Bayram Veli Ankara Güneşi

Yıl, bin üç yüz elli iki... Ankara'nın kuzeyinde, Çubuk Çayı üzerindeki Sol Fasol Köyü'nde çok tatlı ve güçlü bir bebek çığlığı duyuldu. Eskilerin ?Zülfadıl' dedikleri köydeki, Koyunluca Ahmet'in ahşap evinden çıkan ses, tüm Anadolu dağlarında yankılandı!.. Aksakallı bir koca, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuyarak:

_ 'Numan' diye üç kere fısıldadı.

Bu isim; ağaçlara, kayalara, taşlara; çiy yağarcasına iletildi ve bu kesim, onun bereketiyle şenlendi. İki ağabeyi; Safiyeddin ve Murat, ay yüzlü bebekten gözlerini alamadılar. Annenin sütüyle beraber, koyunların, keçilerin, ineklerin sütü dışarı taştı! Dargınlar barıştı, kavgalar durdu, üründe bolluk, evlerde huzur oldu.

Numan'ın hal ve hareketleri, diğer çocuklardan çok farklıydı. Gülümseyişi çevresindekileri etkiliyor, insanlara sevgiyle bakarken içleri gülen gözleri, yüzüne baktığı herkese huzur veriyordu.

Büyüdükçe beynindeki sorulara, gözlemciliği ve araştırmacılığıyla cevap aramaya başladı. Yeryüzüne ait değildi sanki. Varlığı yücelerde, ruhu göklerdeydi. Allah'ın bahşettiği üstün zekâsıyla, ötelerdeki âleme ulaşabiliyor, yetişkinlerin çözemediği sırları çözüyor, gizem diyarında geziyordu. Ağabeyi Murat şairdi. Onun şiirleriyle, türküleriyle büyümüştü. Bakışları dağların ardında, düşüncesi sınırsızdı.

Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Ankara'daki ve Bursa'daki âlimlerin derslerine katılarak, tefsir, hadis, fıkıh gibi dini ilim ve o zamanın fen bilimlerini öğrendi. Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'de Müderrisliğe başladı. Kısa zamanda halk arasında sevilip, sayılan bir kimse haline geldi.

Bursa'da fırıncılık yaparken, Somuncu Baba diye bilinen, Ulu Cami'nin açılışı sırasında, Emir Sultan tarafından halka tanıtılınca:

_ 'Ne'ttin Eren? Bizi ele verdin!' diyerek, minbere çıktığında, Fatiha'nın yedi kat açıklamasını yaptıktan sonra; çıkışta, caminin dört kapısında birden görünüp, cemaatin tamamına elini öptürmesiyle başlayan kerametleri ortaya çıktığı için ?Şöhret felakettir!' düşüncesi ile Aksaray'a yerleşen Şeyh Hamidüddin Aksarayi Hazretleri, müritlerinden biri olan Şüca-i Karamani'yi; Ankara'ya, Müderris Numan'a gönderdi. Elçi ona şeyhinin teklifini iletti:

_ 'Hocam Hamideddin-i Veli Hazretleri'nin selamı var, sizi Kayseri'ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza gelmiş bulunuyorum.' dedi.

Kendisine iki seçenek sunulmuştu. Ya Ankara'da kalacak, müderrisliğine devam ederek, ilim, irfan, şan, şöhret sahibi olacak ya da işinden istifa edecek, dünyadan elini eteğini çekecek, nefsini yok ederek,
kendisini tamamen Allah'a adayacaktı.

Bir süre düşündü. Kolay mıydı, onca sene oku, öğren, uğraş, didin, bir yere gel; tam semeresini toplamaya başlayacakken, her şeyden vazgeç; hayatın başına, yokluk kapısına geri dön! Kısa süren bir mukayese, muhakeme ve tereddütten sonra:

_ 'Baş üstüne! Bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim!'dedi.

Her şeyden vazgeçerek, müderrisliği bıraktı, Şüca-i Karamani ve ailesiyle beraber Kayseri'nin Aksaray İlçesi'ne gitti.

Hamideddin Veli Hazretleri ile bir kurban bayramında buluştular. Hamid Veli ona:

_ 'İki bayramı birden kutluyoruz!' diyerek, 'Bayram' lakabını verdi.

Her devirde veliler görev başındadır ve Allah'ın ilmini biri diğerini irşat ederek, birbirlerine iletir, görevi devralanlar da, çevrelerindekilere taşırlar. Mürit; ölünün, yıkayıcısına teslim olduğu gibi, mürşidine teslim olup, söylenenleri öğrenip, verilen işleri yaparak bu ocakta pişer, öyle bir hale gelir ki Yunus gibi:

_ 'Hamdık, piştik, Elhamdülillah!' der.

Mürşidinin himmetiyle yetişen zatın kalbinin kilidinden sonra, ağzının kilidi de açılır ve hocasından devraldığı irşat görevini; derin bilgisi, açık ve vurucu üslubuyla yerine getirirken, çoğu kez içindeki Allah Aşkı'nın sarhoşluğuyla şiirsel bir anlatıma geçiverir.

Dergâha gelen mürit, şeyhinin kontrolünde çilehane denilen bir odaya konur, kapı üzerinden kilitlenir. Nefsini yenebilmesi, hayatını devam ettirebilmesi ve zihninin açılması için kendisine günde on dört tane üzüm verilerek, sabırla ibadet ederek belli bir mertebeye gelmesi sağlanır. Az yer, az içer, az uyur ve namaz, oruç, tefekkür, zikir gibi ibadetlerle meşgul olur. Kişiye göre değişen bir zaman zarfında nefis imtihanını kazananlar, mürşitlerinin sohbetleriyle olgunlaşırlar.

Numan bin Ahmed bin Mahmud, iyi bir seçim yapmış olmanın iç rahatlığı, sevinç ve mutluluğu içinde dergâha geldi. Ailesi bir tarafa alındı, kendisi de sıradan bir derviş kıyafeti içinde, boş bir odaya kondu. Odanın kapısı, vakti geldiği zaman, mürşidinin emriyle açılmak üzere kilitlendi. Kendisine, ancak hayatını devam ettirebilecek kadar yiyecek ve su verildi. Nefsi isteklerini yenebilmesi için az yemesi, az içmesi ve az uyuması gerekmekteydi.

Bir ara, ailesinin ne durumda olduğu aklından geçti. Oysa zihninin hep Allah'la meşgul olması lazımdı. Onu, bundan alıkoyacak her türlü engel yok edilmeliydi ki rahatça tefekkür edebilsin ve kısa sürede yetişsin. Somuncu Baba, onun kalbinden geçenleri hissederek, bir müridini çağırdı:

_ 'Numan'a söyle! Ailesi emniyettedir. Her türlü ihtiyaçları karşılanmaktadır.'

Bunu duyan Numan, rahatça tefekküre daldı. Kısa bir süre sonra, hocasının kalben aldığı işarete göre oradan çıkarıldı. Mürşidinin kendisiyle yaptığı baş başa sohbetlerden, hal ve hareketinden aldığı feyiz ile kısa zamanda olgunlaştı, zahiri ve batıni ilimlerle üstün derecelere yükseldi.

Şeyh Hamidüddin Aksarayi Hazretleri ile birlikte Anadolu'yu dolaştı, Şam'a ve Hicaz'a gitti. Hac vazifesini hocası ile yaptı. Sonra Aksaray'a döndüler. Dört buçuk yıllık bir eğitim ve öğrenim dolu beraberlikten sonra Numan'a icazetini verirken, Somuncu Baba şöyle dedi:

_ 'Hacı Bayram! Zahiri ilimleri ve bu ilimlerle yetişmiş âlimleri ve dereceleri gördün. Batıni ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyaları ve derecelerini de gördün. Hangisini murat edersen onu seç!'

Hacı Bayram da velilerin yüksek hallerini gördüğü ve çok beğendiği için kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Şeyhinin teveccühleri ile zamanın en büyük velilerinden oldu. Hocasının:

_ 'Ankara'ya döneceksin! Davulu omzuna asıp, kapı kapı dileneceksin! Topladığın paraları, yiyecekleri fakirlere dağıtacaksın!' demesi üzerine; emri, harfiyen yerine getirdi.

Sadece kendisi değil, müritleri de bu emre uydu. Vaktiyle Üniversite Profesörlüğü gibi bir görevde çalıştığı için mürşidi onda gururdan eser kalmamasını sağlamaya çalışmaktaydı. Hacı Bayram da bunun gerektiğini gayet iyi bilmekteydi. Yüzmüş yüzmüş, kulağına gelmişti; hem de emir emirdi; emir, demiri eritirdi!

Teslimiyet nasıl olmalıydı? Ölünün; kendisini, yıkayıcısına bıraktığı gibi... Ölü, kalkıp da:

_ 'Beni şöyle yıka, böyle yıka!' diyebilir mi?

Tamamen hareketsiz ve dilsizdir. İtiraz hakkı yoktur. Madem arınmaya geldin, bırak, istediği gibi yıkasın!

Bin dört yüz on iki senesinde bir gün, acele Aksaray'a çağrıldı. Somuncu Baba ağır hastaydı:

_ 'Halifem, vekilim sensin!' diyerek, Hacı Bayram'ı, yerine vekil olarak bıraktığını vasiyet etti ve aynı yıl Hakk'a yürüdü.

Cenazesini Hacı Bayram yıkadı ve kefenledi. Görevini bitirdikten sonra Ankara'ya döndü. Orada dinin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, öğrencilerini yetiştirmeye başladı. Her gün huzuruna pek çok kimse geliyor, kalpleri şifa bularak gidiyordu. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, halk akın akın ona gelmeye başladı. Kısa sürede adı her tarafta duyuldu.


'N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm
.Derd-u gam ile doldu bu gönlüm

.Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
.Yanmada derman buldu bu gönlüm

.Bayramı imdi Bayramı imdi
.Bayram edersin Yar ile şimdi

.Hamd-ü senalar hamd-ü senalar
.Yar ile bayram kıldı bu gönlüm'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 69

12 Temmuz 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar