Hatıra Şekeri

Çöl rüzgarları artık buralarda esmeye başladı, güneş eskisi gibi berrak doğmuyor. Hava her zaman sisli, ruhuna aşık olduğum bu gri şehir eskisinden daha karanlık. Ağaçlar artık düşen yaprakları için üzülmüyor, boynunu bükmüyor kuşlar. Bir çocuğun ellerinden tuttuğunda gülmüyor yüzü, anneler ellerini tutmuyor çocuklarının. İnsanlar bunca kalabalık arasında yapayalnız kalmış, iki kelam etmek istesen yüzüne bakacak kimse yok. Çiçekçiler kepenk kapatalı haftalar oluyor, yürürken gözlerimi yerden ayırmıyorum çünkü dünyanın bu halini görmek bana acı veriyor.

Cadde başında, sokağa girmeden hemen köşede sadece bir sahaf dükkanı açık kalmış buralarda. İçeride her zamanki gibi soba üstünde kaynayan bir çaydanlık, eski ama hoş bir kitap kokusu ve saçları ağarmış, yüzü kırışmış bir adamdan başka hiç kimse yok. İnsanlar okumak nedir bilmez olmuş, okuyanlar da popüler kültürün ağına düşmüş, alışveriş merkezlerinin bol ışıklı kitapçılarından çıkmaz olmuşlar. Omuzumda kahverengi çantam ve bu yağmurlu havada giydiğim ince deri ceketimle sırılsıklam halde kendimi can havliyle attım o sahaf dükkanının içine. Burnumu şenlendiren o mis kokuyu takip ettim. Gözlüklerini burnunun yarısına kadar indirmiş, ellerinde parmak uçları açık siyah eldivenler olan yaşlıca bir adam çıkıyor karşıma. Selam verip oturuyorum yanına, ellerimi sobada ısıtıyorum. Dakikalarca hiçbir şey konuşmuyoruz. Böyle yerlerde böyle insanlarla konuşmanın adabını hiç bilmem doğrusu. Zaten buraya neden girdiğimi de bilmiyorum, yağmurda daha fazla ıslanmak istemedim sadece. Birkaç dakika geçtikten sonra dayanamadım ve halini hatrını sordum amcaya. 'İyiyim' dedi ama sadece o kadar, başka bir kelime bile etmedi. Buraya alışveriş için gelmediğimi anlayıp rahatsız olduğunu düşündüm ve çıkmak için ayağa kalkıyordum ki 'Otur evlat, otur' demesiyle birlikte yeniden yerime oturdum. Bana dışarıdaki insanların halinden, hareketlerinden memnun olup olmadığımı sordu, cevap veremedim. Çünkü ben de her ne kadar bu durumdan hoşnut olmasam da onlardan biriydim. Göz ucuyla etrafı kolaçan ettim, her şey yerli yerinde, tertemiz ve düzenliydi. Sanki aylardır buraya hiç müşteri uğramamış, kitaplara hiç dokunulmamış gibiydi. Hasret kokuyordu raflar, kitapların ellerine değmemişti bir insan eli uzun zamandır.

Bir bardak çay doldurdu bana, bardağın arkası görünmez ya bazı çaylarda işte bu da öyle bir çaydı. Bardaktan her yudum alışımda adamın sanki bir kelime söyleyip bir konu açıp muhabbete başlamamı ister gibi bana baktığını fark ettim fakat söyleyecek bir şeyim yoktu. Sonunda gözlerini gözlerime doğrulttu ve 'Evlat, sana bir hikaye anlatacağım' dedi. 'Bir zamanlar burada, tam da bu sokakta iki genç yaşarmış. Birinin adı Zeynep, diğeri ise Ahmet. Karşılıklı binalarda oturuyorlarmış, aileleri müsaade etmediği için pek görüşemezlermiş. Zeynep kültürlü bir aileye mensupmuş, Ahmet ise biraz daha orta sınıftanmış. Her zamanki gibi işte sınıf farklılıkları engel olmuş önlerine. Eğer günde birkaç kez pencereden birbirlerine bakıp tebessüm edebilirlerse mutlu olurlarmış. İşte böyle gel zaman git zaman günler geçmiş, Ahmet kendi ailesine söz geçiremiyormuş ama bir gün cesaretini toplayıp Zeynep'in babasının karşısına çıkmış. Tüm kibarlığı ve naifliğiyle 'Merhaba efendim, yanlış anlamayın..' demesine kalmadan Zeynep'in babası bir hışımla omuzundan tutmuş Ahmet'in ve kendisinin kızından uzak durması gerektiğini, onların sadece hayaller dünyasında yaşadıklarını söylemiş. Ahmet ne yapsa ne etse dinletememiş kendini, derdini bir türlü anlatamamış. Bu konuşmadan sonra işler daha da zorlaşmaya başlamış, artık Zeynep pencerelere bile çıkamaz olmuş. Güneş doğmuş ve batmış her gün ama Ahmet için günlerin hiçbir anlamı yokmuş. Ne uyku kalmış ne de mutluluk ruhunda. Odasına hapsetmiş kendini, günlerdir ne işe gidiyormuş ne de konuşuyormuş. Ana yüreği işte dayanamaz ya, oğlunun bu halini gören annesi Zeynep'in annesinin yanına gitmiş. Zeynep'in annesi de aynı şeyleri anlatmış ona, bakmışlar bu böyle olmayacak ikisi de bir olup eşlerini ikna etmeye çalışmışlar. Evlat, bir kadın bazı şeyleri başarabilir ama iki kadın anlaşırsa her şeyi. En sonunda ikna olmuş o inatçı babalar. Ahmet, ailesiyle birlikte bir akşam Zeynep'in evine gitmiş, araları ne kadar soğuk olsa da iki aile de sohbet etmiş ve zaman o akşam öyle geçmiş ama Ahmet de Zeynep de bütün akşam boyunca birbirlerine bakmaktan başka bir şey yapamamışlar. Neyse, muhabbet bittikten sonra Ahmetler evlerine dönmüşler, babası bir süre Zeynep ile görüşmemesini istemiş oğlundan. Ahmet tam itiraz edecekken babası 'İsteme öncesi yakışık almaz, hele bir versinler kızı ondan sonra istediğiniz kadar görüşürsünüz' demiş. İşte o an kainatın bütün çiçekleri Ahmet'in yüreğinde filizlenmiş. O gece de heyecandan uyuyamamış. Hayat bu ya işte üzüntüden de sevinçten de uyutmaz adamı. Günler geçmiş yine, o akşam gelip çatmış. Ahmet'in ailesi Zeynep'i istemiş, Zeynep'in babası da biraz naz etse de vermiş kızını. Söz kesimi, nişan, düğün derken Ahmet ile Zeynep artık karı koca olmuşlar. Bir kızları bile olmuş, 'Sevinç' koymuşlar adını aileye neşe getirsin diye.Kızlarını beraber okula götürüp getirecekleri günlerin, sokakta oyunlar oynayacakları zamanların hayaliyle büyütmüşler onu. Fakat yıllar herkes gibi çok şey götürmüş onlardan da. Kızları on iki yaşına geldiğinde ne büyük babası ne de büyük annesi kalmış, hepsi çoktan gözlerini kapamışlar aydınlığa. Ahmet'i de Zeynep'i de birbirlerine bağlayan şey aşkları ve kızlarıymış. Hayat bu ya işte, aldıklarıyla yetinmiyor. Bir gün Ahmet'in telefonu çalmış ve belkide hayatının en acı anını o an yaşamış. Bunca hasreti, acıyı çektikten sonra yaşadığı mutluluklar da kalbini iyileştirmeye yetmemiş Zeynep'in. Hayata gözlerini yummuş o da annesi ve babası gibi. Ahmet'in boğazı düğümlenmiş, tarifi olmayan bütün karanlık duygular yüreğinde can bulmuş. Ne yapsın, kaderin önüne geçilir mi, taş basmış bağrına, karısından kalan tek hatıra olan kızı için tutunmuş yaşama. Sevinç büyümüş, genç kız olmuş, okulunu bitirmiş ve okuldan tanıştığı bir adamla evlenip gitmiş bu şehirden. Ahmet önceleri birkaç günde bir konuşurmuş kızıyla, sonra ayda bir, sonra birkaç ayda bir. En sonunda aramaz sormaz olmuş kızı da onu, telefonlarına da cevap vermemiş. Sevinç, doğan kızına annesinin adını vermiş ama dedesine hiç göstermemiş onu. Ahmet, babasından kalan tamirci dükkanını kapatmış ve bir daha hiç uğramamış. Önce kedere boğulmuş, gündüzleri sokaklara hiç çıkmamış. Bazen saat gece yarısını geçtiğinde derbeder halde dolaşırken görürmüş onu komşuları. Bir tanesi de çıkıp kolundan tutup çekmezmiş ama.'

'Eee amca, peki sonra ne yapmış o adam, yaşıyor mu hala yoksa intihar mı etmiş?'

'Sonrasını pek bilmem ama derler ki küçük bir dükkan açmış kendine, yalnız başına oturuyormuş o dükkanın içinde.'

Dışarıda yağmur dinmişti, gitmem gereken yerler olduğunu fark ettim ve hikaye ile çay için teşekkür edip yerimden kalktım. Çıkmadan önce kapının yanındaki kaseden şeker almamı söyledi amca, kırmadım ve kapıya yanaştım, kaseye ellerimi uzattım ve bir tane şeker aldım. Kasenin yanında duran evlilik cüzdanı dikkatimi çekti, içini açıp baktığımda Ahmet ve Zeynep yazdığını gördüm. Her ne kadar uzun ve kirli sakalları yüzünü gizlese de bu fotoğraftaki adam, bu amcaydı. Geri dönmek, bir şeyler söylemek istedim ama cesaret edemedim. Anladım ki bazı insanlar sevdiklerini kaybedince bunu önünde sonunda kabullenirmiş. Ne güzel bir yürek, ruhuna değsin, demek ölenin ardından yapılacak en güzel şey hatırasına bir küçük şeker vermekmiş..

18 Temmuz 2017 7-8 dakika 4 öyküsü var.
Yorumlar (2)
  • 6 yıl önce

    Hayat sürprizlerle dolu bir dünyada yaşatıyor bizleri

    Güzeldi Mehmet kutlarımud83eudd20

  • 6 yıl önce

    Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. 🙂