Hayat Sahnesi

Bulut bulut yükselen ve hava akımına göre yönünü tayin edip yol bulan kesif duman, bahçeden içeriye doğru yayılmaya başladı. Üst kattaki mutfağa kadar geldi. Ahmet alışverişe gitmişti. Ben, toplanan mutfak masasının üstünde, gece yazdığım notları gözden geçiriyordum. Duygu bulaşıkları yıkıyordu:

_ 'Pipo ne kadar kötü bir duman çıkarıyor! Ta buraya geldi, kokusu. Dede sigara içse, daha iyi...' dedi.

_ 'Ondan kaçtım, buraya da geldi. Ne kadar pis kokuyor! Rutubetli kurum kokusu gibi... Ev de soba borusu gibi içine çekiyor.' dedim.

Baktım ki açık penceren gelen güneş ışığında, duman mutfağa doğru ağıyor. Eğilip aşağıya doğru baktım. Dede, adeta bedenindeki tüm kasları serbest bırakmış, kemiklerini salıvermiş, sanki hava almak için değil de o ağır kokulu zehirli kesif dumanı çekmenin akıl almaz tadını çıkarmak için dışarıya çıkmıştı. Solunun üstüne attığı sağ ayağını keyifle sallayarak, ayak parmaklarını kıpırdatarak arada ucu kıvrılan gazetesini düzelte düzelte okuyordu.

Yan taraftan gelen şarkı sesine, yukarıdan musluk, bardak, tabak çatal sesleri karışıyordu. Çınar ağacında kuşlar cıvıldaşarak oynaşıyorlardı. İri taşlarla kaplı bahçe zemininde taşların arasından çıkan çimler yaşama ve büyüme çabasındaydılar. Koyu renkli enerjik dev karıncalar, çizdikleri hatlarla alanı parsellemişlerdi. Saksılardaki güllerin körpe, parlak yepyeni yaprakları, tomurcuklanıyor, serpiliyorlardı. Yakında rengârenk açma telaşıyla güzellik yarışmasına hazırlanıyorlardı.

Bahçe duvarında sakince bekleyen asırlık çamurlu taşların, çürüyerek kararmış, delik deşik, hastalıklı yüzlerinden yayılan yosunların memnuniyeti, gözlerinden okunuyor; aralarındaki kırmızı topraklardan çıkan otların hoşnutluğu, aheste aheste salınmalarından anlaşılıyordu. Duvar dipleri kırmızı çamurla örtülmüş yukarıdan akan sularla kızarmıştı.

Dibe yakın kesilen incir, hayata dönme mücadelesi veriyordu. Süpürge izlerine ara sıra yeni yapraklar düşüyordu. Musluğa bağlı hortum çöreklenip oturmuş, faraş arkasına yaslanmış, süpürge yan gelmiş yatıyordu.

Mavi zeminde gruplaşan beyaz bulutlar yavaş yavaş yol alıyor, şekilden şekle giriyordu.

İnsan bir kez sahne tozu yutmaya görsün, hayatında bir kerecik de olsa sahneye çıkan, tadını alır ve bırakmak istemez. Bazı sahne sanatçısı ana babaların çocukları da sahne köşelerinde oynayarak uyuyarak büyüdüklerinden o sihirli dünyadan kopmak istemedikleri için aynı mesleği seçtiklerini söylerler.

Dede, parasız kaldığı bir zamanda, o acayip fiziği nedeniyle tecrübeli bir tiyatrocu tarafından keşfedilerek, amatör bir çocuk tiyatrosu oyunuyla sahneye çıkmak zorunda kalmış.

O zamanlar, kocaman göbeğinin altındaki ince uzun çarpık çurpuk bacakları, kocaman yamuk yumuk dizleri; bacaklarının aksine kısacık kalın kolları, kısa ve küt parmaklı küçücük tombul elleriyle acayip bir vücudu varmış. Tonton yanakları, iki yana uçmuş kuşkanadı gibi fakat yarım, üstelik düşük kaşlarının altındaki minicik kısık, çipil gözleriyle kömürlükten fare bakar gibi bakan, tepesinde dalga dalga uçuşan uzunca bembeyaz saçları ile gerçekten enteresan bir tipmiş.

Epey kilo vermiş. Kemik yapısı da değişecek değil ya sadece fazla yağları erimiş, o kadar. Şimdi ise kısa kesilmiş saçları ile eskiyip aşındığı ve iyice deforme olduğu için ağzından fırlayacakmışçasına hareket eden, yiyecek artıkları barındıran, araları kararmış, plastik gibi duran sapsarı takma dişleri, ?ş' özürlü konuşması, o geniş ve sevimli gülüşünü gölgelese de oldukça babacan bir görünümü var.

_ 'Yeter artık Duygu! O kadar yorma kendini! Gel biraz aşağıya, dinlen!' diye yukarıya seslendi.

_ 'Bitti bitti! Geliyorum!' dedi Duygu.

Pipo sefası bitmişti. Aşağıya indik, karşısına oturduk ve İstanbul'da neler yaptığını sorduk. Kısaca, ana hatlarıyla anlattı:

_ 'Önce parayı verdiğini söyleyen halaya gittik. Güngörmüş, çile çekmiş, yaşlı, tipik İstanbul hanımefendisi... Orada sorun yoktu ama onun da desteğini almak istedik. Hep beraber evlerine gittik. Anne sessiz, konunun dışında kalmayı tercih eden bir hanım; baba, güçlü kişiliğiyle aileye hâkim bir adam... Yıllarca idari görevler almış, dirayetli bir ev erkeği... Çocuk, gerçekten de Nazan'ın dediği gibi pısırığın biri. Babasına durumunu anlatmaktan aciz... Ya saygısından ya ezikliğinden, onun karşısında ağzını açamıyor. Baktım, derdini anlatamayacak, iş bana düştü:

_ 'Ne yapıyorsun sen? Bu çocuklar evlenecek. Ortada ıslak bir kilim var. Herkes bir ucundan tutup kaldıracak! Öyle kenara çekilmek olmaz! Bu benim çocuğum mu? Kim baş tutacak? Kim kol kanat gerecek bunlara? Bir yuva kurulacak. Hepiniz, üstünüze düşen görevi yapacaksınız! Buna mecbursunuz!' dedim.

_ 'Levent'in babası, gerçekten o para ile kendisine araba mı almış?' diye sordum.

_ 'Evet. Kendi parası da varmış, halanın verdiği paranın üzerine on bin lira daha ekleyerek bir araba almış. Fakat şimdi kalan parası ile destek olacak. Ayriyeten kredi çekecek. Bir şeyler yapacak. O kadar kişinin içinde söz verdi. Halayla beraber gittik ya yanına, parayı kendi ihtiyacına harcadığı ortaya çıkınca, ablasından utandı. Arabanın sahibi Ercan, Levent, bir yabancı olarak ben, eşi, ablası... Bu kadar kişinin karşısında mahcup oldu. Sözünde durmazsa tekrar geleceğimizi söyleyerek işi sağlama aldım. Nikâh muamelelerini başlatacağımızı söyledim. Kabul etti. Bir aya kalmaz, nikâh olur.' dedi.

Yalnızken, uzadıkça uzayan zaman, beraberken ne de çabuk geçiverir. Sohbet, zamanı bir dikişte içiverir!

_ 'Ah yaşlılık! Bir türlü rahat vermez insana! Birkaç bardak çay içmeye gör!' diye söylenerek, masaya tutuna tutuna ayağa kalkıp, lavaboya doğru yürüdü.

Döndüğünde, İstanbul'da nerelere gittiğini anlattı. İskelede balık ekmek yemiş, İnci'de profiterol... Eski oturdukları semte, Ümraniye'ye gitmiş:

_ 'Çok değişmiş. Yalnız gitseydim, bulmakta güçlük çekebilirdim. O kadar çok bina yapılmış ki semt, özelliğini kaybetmiş. Hiç beğenmedim. Beton yığını! Fakat bazı kişileri gördüm, aşağı yukarı benim yaşlarımda... Yüzlerine, tanıdık olabilirler düşüncesiyle baktım, göz göze geldiğimizde sanki gülümseyecek gibi olduk birbirimize. Yabancı değillerdi ama kimlerdi? Aradan çok zaman geçti. Yaşlandık, şeklimiz, şemailimiz değişti. Ben bile tanıyamıyorum, aynaya baktığım zaman kendimi. Yüzüm bile bana yabancı...

Evimiz yıkılalı çok olmuş olsa gerek. Çünkü yerindeki apartman bile harap olmuş. Sanki hiç taşraya çıkmamıştım. Oralarda bir yerlerde yaşıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Bir yerlere yerleşmek, geri gelmemek istemedim, bir ara. Sonra burayı, buradaki düzenimizi, sizleri düşündüm. Bir anlık bir istekti o. Ne de olsa yârimdi İstanbul. İçinde üç canım vardı. Bir de hatıralarım...

Büyük oğlum üniversiteyi bitirmiş. İngilizce Öğretmeni olmuş. Askere gitmiş. Askerlik Şubesi'ne gittim. Adını verdim, kendi nüfus cüzdanımı uzattım ve şimdi nerede olduğunu sordum. Önce bana bilgi vermelerinin yasak olduğunu söylediler ama bir baba olarak gözlerimin yaşardığını, boynumun büküldüğünü gördüler ve bir tanesi dayanamadı, oturup beklememi söyledi. Arşive gitti. Oradaki dosyaları alt üst etmiş.

Epey bir zaman sonra geldi ve onun önce Edirne'ye gönderildiğini, şimdi de dört aydır Balıkesir'de yedek subay olarak askerliğini yapmakta olduğunu söyledi. Adresini verdi. Bir ara gider miyim, gitmez miyim? Bu zamana kadar ne onlar aradı sordu, ne de ben onları aradım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Belki önce ona mektup yazarım. Ara ısınırsa, ziyaretine giderim. Belki de o gelir. İlk adımı atmak bana düşer. Fakat bu nasıl olacak, onu zaman gösterecek. Her şey bir şeye, bir şeylere bağlı... Bütün olayların senaryoları yazılmış ve biz birer tiyatro oyuncusu gibi zamana takılı olarak rollerimizi oynamaktayız.

Nereden nereye... Kaç yılın üzerine, sebep halk etti, beni oralara sürükledi. Hiç aklımın ucundan bile geçmezken, durduk yerden, apar topar İstanbul'a gitmek gerekti. O vesile ile oğlumun adresini, izini buldum. Aileden uzakta olduğu için onunla irtibat kurmam daha kolay ve rahat olacak. Gidersem, ziyaretçisini olduğunu söyleyecekler ve mutlaka kimin geldiğini merak ederek görüşmeye gelecek. O anda neler hissedecek, neler düşünecek, neler diyecek, nasıl davranacak, bilmiyorum. İhtimalleri tasavvur ettiğim zaman biraz sakıncalı buluyorum.

Her birimiz, hayat sahnesinde sanat icra ediyoruz. Hayatımın bu anına kadar beni oradan oraya gönderen ve o kadar işi yaptıran Allah, mutlaka bizim nasıl ve nerede buluşacağımızı da yazmıştır. Ya da bu buluşma gerçekleşmeyecektir. Her şeyi zaman gösterecek. Yaşayacağız ve göreceğiz."

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

24 Haziran 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar