Henüz Üç Yaşında

Henüz üç yaşındaydım, elime tutuşturdukları bozukluklarla bakkala gitmeyi yeni öğrendim ve uzattığım para ile istediğim kadar şekerleme alabilmeyi. Şükür ki; bakkal evimizin hizasındaydı, yoksa ailem hayatta göndermezlerdi, hele karşıdan karşıya geçmeme hiç izin vermezlerdi. Parayı uzattığımda bakkala para üzeri alınacağını dahi bilmediğim zamanlardı. Üç yaşındaki çocuk en fazla neye sahipse ben en azlarına sahiptim.

Zamanın gerisinde kalmıştı bizim mahallemiz, evlerin önüne ip gerilip bahçeye boydan boya çamaşır asılırdı, bazen saklambaç oynarken kullanırdık o kurumaya bırakılmış çamaşırları. Arkadaşım pek yoktu ama olurda gelirse bir komşunun çocuğu tülden gelinlik yapardık o zamanlarda. Oyuncaklarımız o kadar azdı, yıllar sonra olacak oyuncaklardan bahsetseler hiç inanmazdım. Çocuk aklım yetmediği gibi hayal gücüm de yetmemişti hayal etmeye. İleriki zamanlarda da anlayacaktım teknoloji denen şeyin hızına yetişilemeyeceğini...

Utanmayı öğrenmiştik annemizden, mahcubiyeti babamızdan. İstediğimiz bir şey alınmayınca babamızın yüzünden okumuştuk. Gözlerinden başlayan tüm yüzüne yayılan utanç gibiydi bu. Doğum günü hiç kutlanamayan çocuktum ben, belki de ne zaman doğduğum bilinmiyordu. Ama bir doğum günüm olsaydı ve bir pasta üç mum dikilecekti biliyordum, üç yaşındaydım. Zaman kavramını henüz öğrenmemiş olmama rağmen, mumlar üflenirken dilek tutulduğunu biliyordum. Tek nefeste üfleyebilirsem dileğim kabul olabilirdi, güzel bir evimiz olabilirdi o zaman. Çatısı akmayan, derme çatma olmayan bir ev.

İzin vermiyorlardı işte dua etmeme, halbuki daha büyümeden üfleyebilirdim mumları, gücüm yeterdi söndürmeye hepsini ve dileklerimin kabul olacağına bu kadar inanmışken. Bir mum uğruna mağlup olamazdım biliyordum. Çocuktum, güçlüydüm. Küçüklüğüm büyüdükçe güçsüzleşecektim, yaşlılar hep hastaydı ve biliyorum annem dua ederdi ben mumları üflerken, Allah yardım ederdi bana söndürebilmem için.

Hiç kimseye yaramayan benim hayallerim vardı, sadece kendime anlattığım. Henüz üç yaşındaydım, seneye dört yaşında olacağımı hesaplayamıyordum. Etrafımda tanıdığım çok az şey vardı. Daha tanımak denilen şeyi de yeni öğrenmeye başlamıştım. Büyükçe bir radyo vardı, annemlerin Türk Sanat Müziği dinlediği, o radyodan bir çok şarkı ezberlemiştim aslında, şimdi anlıyorum da pek dilim dönmeden söyleyişim oldukça komik oluyormuş, o yüzden eve gelen misafirler durmadan bana şarkı söylettiriyorlarmış. Dilimin dönmeyişini dahil bilmediğim, anlamadığım zamanlardı.

Dilimi annem anlıyordu, pek bir gariplik görünmüyordu, kim öğretmişti acaba bu dili bana? Her şey sanki olması gerektiği gibiydi, her gün akşam oluyordu, her sabah güneş doğuyordu. Evden dışarı pek çıkmıyorduk ama, camdan dışarıda dolaşanları seyredebiliyorduk. İnsanların acelesi vardı hep oradan oraya koşturuyorlardı, tam karşımızda bir mezarlık ve cami vardı, mezarlık çok eski, cami de küçüktü. Mezarlığın içinde kocaman ağaçlar vardı, bir defasında anneme sormuştum:

'Anne! Bu mezarlıktaki ağaçlar ne kadar büyükler, kaç yaşındalar?'

Annem cevap vermişti: 'Üç yüz yada dört yüz yaşlarındalar' ne kadar şaşırmıştım.
Bir şey nasıl o kadar uzun zaman yaşayabiliyordu, ki üç yaşındaydım zaman gerçekten geçmiyordu, her şey aynı, değişen bir şey yoktu, her öğlen annem zorla öğle uykusuna yatırırdı, rüyalarım hayallerimle yarışırdı. Üç yaşımdaydım, kimse hayallerimin gerçekleşmesine izin vermiyordu. Doğum günümü de kutlayamıyorduk, oysa cesurdum ben, yaşadığımız bu ahşap derme çatma evin tepesinden başka binaların tepesine atlayabilecek kadar cesurdum. Büyüdükçe cesaretimin de beni terk edeceğini biliyordum. İzin vermediler gitmeme, kaldım, hep kaldım.

***

Kaldığım için yok oldum belki de, parka gitmeme izin verselerdi o gün bu trafik kazası belki de olmayacaktı. Belki ben dördüncü, beşinci yaş günümü kutlayabilecektim. Belki mumlarımı tek seferde söndürebilecektim, hatta rüzgar yardım edecekti belki de annemle birlikte. Dileklerim kabul olacaktı...

Sıcak bir yaz günüydü ve henüz üç yaşındaydım hala, üç yaşımın bu kadar uzun sürmesinin nedeni son yaşım olduğu içinmiş. Kaygılanmayı bilmediğim yaşımdaydım, henüz öğrenmediğim, hiçbir zamanda öğrenemeyeceğim kadar uzaktım o yaşıma. Kaygılanmayı ilk önce öğrenmem gerekirmiş meğer.

Güneş tepeye yaklaşmıştı, sanırım öğle vakitleriydi. Babam erken çıkmıştı evden ben yine annemle kalmıştım. Annem kahvaltıdan sonra yer sofrasını toplayıp mutfağa gitti, bende içerde biraz oyalanmaya başladım. Annem bulaşıkları yıkayacaktı, hep öyle yapardı. Ben sessizce kaçıp parka gidebilirdim yine, son zamanlarda bunu tekrarlamaya başlamıştım. Her şey çok güzeldi sokağa fırladığımda. Minicik bahçemiz çok güzeldi, babam yaz sona ereceği için yakında, biz üşümeyelim diye, sobayı kurma çalışmalarına başlayacaktı, bunun içinde soba boruları falan vardı bahçede, yeni almıştı nalburdan. Boruların boyu benden bile büyüktü, aslında bahçemiz çok küçüktü, biliyordum ben küçük olduğum için her şey büyük görünüyordu bana.

Büyümeyen çocuk olarak kalacaktım bu dünyada, hep üç yaşımda.

Borulara çarpmamak için özel bir itina ile geçtim bahçeden çıktım sokağa, bahçenin mavi kapısını görebiliyordum. İçimdeki korku 'annem fark ederse evden çıktığımı' korkusuydu, kesin çok kızardı. Annem sinirliydi sanırım, babamla sürekli kavgaları olurdu. Evimiz çok az bir rampanın sonunda bir yerde gibiydi ve benim karşıya geçmem gerekiyordu parka gidebilmek için. Caminin önünden geçip, merdivenlerden çıkmak. Sadece bu kadar, sonrası kolaydı. Bu kadardı işte her şey gözümde, birkaç saniye boyunca aklımdan geçirdim, yetiyordu birkaç saniye bana. Üç mumu üflemek kadar zaman alıyordu.

Yine rüzgara bıraktım kendimi, bu defa güneşin ters yönüne gidiyordum, ama geçecektim bu yolu. Nadiren araba geçerdi bizim sokaktan, yine geçmeyecekti biliyordum. Tüm bu düşüncelerim bir anda yerle bir oldu, bir arabanın fren sesini duydum ve sonrası.... Uzunca bir çizgi.

Eğer o araba çarpmasaydı bana, yerle bir olmayacaktı hiçbir şey!

Başka doğum günlerim olacaktı belki, başka arkadaşlarım, başka oyuncaklarım. Eğer dikkat edilebilseydi. Annem bu kadar ağlamayacaktı ve bahçede bıraktığım kedi beni bu kadar beklemeyecekti. Karşı evin penceresindeki çocuk beni izlerken gülümsemesi birden silinmeyecekti yüzünde ve o çocuk hep o pencere önünde beklemek zorunda kalmayacaktı, komşular ah vah'larını başka bir zamana saklayacaklardı. Dualar yarım kalmayacaktı belki. Tamamlanacaktı, kaç yaşıma gelirsem geleyim tamamlanabilir miydim acaba? Bir gün.

Hep üç yaşımda kaldım ben ve büyümeyen çocuk oldum bu evde, karşı penceredeki çocuk hala aynı yola bakıyor, o da korkuyor artık karşıdan karşıya geçmeye. Rüzgar yardım etmedi bu defa bana, istese itebilirdi arkamdan beni.

'Size de kırgın değilim annem ve babam, beni parka göndermediğiniz için, benden sonra bir kardeşim daha olursa eğer, onu götürün parka benim yerime. Ruhum hala topun peşinde, bir oyuncak bebeğin ellerinde, gökyüzüne yükseldi. Yağmur yağınca çok üşüyorum anne, bu yaşıma kadar sendin benim annem, şimdi toprak, her yağmur yağdığında; o sarıyor beni anne, sakın kıskanma, seni canlıyken sevdim, sen benim en canlı annemsin!'

Doğum günü kutlamanın anlamı yokmuş, eninde sonunda ölecekse insan, dilekler kabul olsa bile her şeyin sonu varmış, ben bunları öğrenemeden ayrıldım dünyadan.

'Bazı geceler hala rüyama giriyorsun anne, dizine yatırıyorsun beni, ben dizini yastık yapıyorum toprak yerine, topraktan daha yumuşaksın anne ve eteklerin hala pilav kokuyor...'

Öğrenemediğim daha bir sürü şey var, bir de anlayamadıklarım, kaç yıl geçtik bu biten ömrün üzerinden bilmiyorum. Anlayamadıklarıma mana uydurmaya çalışmıyorum, artık eskisi gibi de cesur değilim anne, acıyı öğrendim burada, melekler acı çekmez ama annelerinden ayrılmışlarsa çekerlermiş.

'Ben sadece seni çok özledim anne, kızma ama bir de o parkı'


Yirmi Altı Aralık İki Bin On İki 17 00

27 Aralık 2012 7-8 dakika 6 öyküsü var.
Yorumlar