Hırsızlık

Giritli Mahallesi, kozmopolit bir mahalleydi, şehrin ortasında. Köylüsü, Giritlisi, Yürüğü, Romanı, hikâyesiyle... Ben, babamın Nifirge'si, 'Çöreotu' dediği, 'Höşmerim'im! Çifte kavrulmuş fıstık kızım benim!' diye sevdiği, sol dizine oturtarak yemek yedirdiği Semiray, Ayşecik'in filmindeki gibi ?Sokak Çocuğu' olacak, mahalle çocuklarının arasında yerimi alacaktım. Kendimi ezdirmeden, çizdirmeden... Bir de onlardan etkilenmeyecektim. Nasıl olacaktı bu? Mümkün müydü? Olmalıydı bir şekilde. Evdekiler dengeleyeceklerdi.

Erkeklerin hepsi her kızdıklarında küfrediyorlardı. Erkek kız, istisnasız hepsi ağza alınmayacak kötü sözler söylüyorlardı. Hırsızlık yapıyorlar, ağaçlardan meyve çalıyorlar, sapanlarla kuş vuruyorlar, cam kırıyorlardı. Faytonların arkasına asılıyorlar, kamçı yiyorlar, cam, çivi, metal parçaları topluyorlar, hurdacılara satıp, aldıkları parayı çenelerine sürerek:

_ 'Allah bereket versin!' diyorlardı.

Kazandıkları parayla, canlarının isteyip de alamadıkları bir şeylerden azıcık da olsa alıp, nefislerini körlüyorlardı. Evlerinden para çalan, onunla Tommiks Teksas alan ve bu yüzden annelerinden babalarından dayak yiyenler de vardı.

Ben de hırsızlık yapmıştım bir keresinde. Annem eski sokağımızdaki İsmet Hanım'a Şermin'i bir şey söylemesi için göndermişti. Ben de onunla gitmiştim, hava almak için. Eve vardığımızda, Şermin dıştaki mavi kapıdaki kapı tokmağını çaldı, birkaç kere. Cevap alamayınca:

_ 'İsmet Hanım Teyze!' diye iki defa seslendi. İçerden cevap gelmeyince:

_ 'Bahçededir. Duymadı.' dedi.

Yan tarafa dolandık. Eski ahşap kocaman kanatlı sokak kapısını, dışındaki ipini çekerek açtı ve sık ağaçlarla gölgeli geniş bir bahçeye girdik. Burada her çeşit meyve ağacı, en çok limon ve portakal verdı. Mavi boyalı iç kapıyı da yumrukladı. Yine aynı şekilde seslendi. Cevap yok. Evde kimse yoktu. Sadece, Sofular'dan önce, bu sokakta otururken gördüğüm, hatırımda kalan anılarımın ilklerinden olan, sokağa çıktıklarında, Enver'in yem verdiği, ablamın kucağında seyrettiğim tavuklar geziniyordu ortalıkta ve yerde tanelenmiş sarı, beyaz, kırmızı darı taneleri vardı.

Sağ taraftaki alçak pencerenin denizliğinde de bir büyük, bir küçük, küçüğünün yarısı koparılmış iki darı koçanı vardı. İkindi güneşi, ala gölge bahçede, tam onların üstüne vurmuştu. Mücevher gibi parlıyorlardı. Boncuklar gibi... Harika renkleri vardı. Aynı koçanda beyazdan sarıya, sarıdan portakal rengine, koyu kırmızıya kadar... Can alıcı renkler baştan çıkarıcıydı. Gözlerimi onlardan alamadım ama elimi de süremedim. Başkalarına ait şeylere dokunulmazdı. Haramdı. Aklım onlardaydı ama vazgeçilecek gibi değillerdi. Şermin'in gözlerine yalvarırcasına bakarak:

_ 'Şermin! Alayım mı bunları? Ne kadar güzel!' diye sordum. O, dalgın gözlerle onlara baktı ve bir süre düşündükten sonra:

_ 'Al ama ablam kızarsa?' dedi.

_ 'Kızsın!' dedim, cadı cadı ve elimi uzattım harama.

Avuçlarımın içindeydiler. Onlara dokunabiliyordum. Nasıl parçalamışlardı daha önce bunları? Hah, böyle... Ne kadar kolay taneleniyorlardı. Birazını ben de yerlere serptim. Sonra kıyamadım, vazgeçtim. Beraber eve dönerken, gözlerimi renklerinde alamıyor, ellerimin içinde evirip çevirerek seyrediyor, parmak uçlarımla cilalı, parlak yüzlerini okşuyordum. Bu arada bir avucumda yine tanelenmişler vardı. Yol boyu can sıkısından koparmıştım. Eve gelinceye kadar bir avuç olmuşlardı.

Eve bir şey getireceğim de annem görmeyecek? Mümkün müydü? Hemen gözüne ilişti elimdekiler:

_ 'Nerden buldun onları?' diye sordu.

'İsmet Hanım verdi. Ben istedim de...' desem, Şermin: 'İsmet Hanım Teyze evde yoktu, söyleyemedim dediğini, abla.' diyecekti. Beni kurtarmak için Şermin yalan söylese, annem İsmet Hanım'la görüştüğünde yalanı meydana çıkacaktı. Şermin, son derece iyi yetişmiş, temiz bir kızdı. Daha yalana niyetlenmeden, gözleri masumca yatar, adeta dili tutulur, diyemezdi. Ben de diyemedim:

_ 'Tavuklara atacakmış. Yazık değil mi bunlara? Pencerenin kenarındaydı. Ben aldım. Sen ona söylersin, sonra. Olmaz mı?' dedim.

_ 'Olmaz öyle şey. Sen hırsızlık yaptın! Bunları, ondan habersiz aldın! Çabuk onları aldığın yere koy, gel! Şermin! Götür bunu! Kendi eliyle koyacak. Yakalanırsa, kadın dövsün, ne yaparsa yapsın! Bana hırsız evlat lazım değil! Ölürse yer beğensin, kalırsa el beğensin!' diye gürledi.

_ 'Şermin götürsün!' dedim.

_ 'Neden? O mu aldı? Onu mu dövsün? Ona mı kızsın, bağırsın?'

_ 'Ama ben bunları didikledim.'

_ 'Olsun. Sana neden böyle yaptığını sorarsa, oynadığını söylersin. "Bir tane aldım, bin tane getirdim." dersin.Tek tanesi elinde kalmayacak! Öldürürüm, görürsem!'

Neden almama müsaade ettiği için Şermin'e de kızdı. Şermin ağlamaklı oldu. Çaresiz, geldiğimiz yere döndük. Elimde koçanlar ve darı taneleri... Yol boyu Şermin'e:

_ 'Ya kadın geldiyse?' dedim durdum. 'Ya kızarsa? Çaldığımı anlayacak. İnşallah gelmemiştir, Allah'ım, İnşallah!' diye dualar ettim.

İyi ki daha gelmemişti. Biz hemen döndüğümüz için yakalanmadık. Aldığım yere hepsini bıraktım ama hangisine yanayım? Oynayacaklarımı kaybettiğime mi? Annemin gözünde, Şermin'in önünde hırsızlık damgası yediğime mi? Kadın geldiğinde, bizim gelip gittiğimizi, elimde koçanları götürüp getirdiğimi gören birisi söylerse, darılar tanelendiği için, bizim geldiğimizi duyar ve kimin yaptığını tahmin ederse ne yapacaktım? Zaten, herkesten önce annem söylerdi ona:

_ 'Semiray, senin darı koçanlarını almış gelmiş, geri gönderdim.' diye.

O günkü çektiğim sıkıntıyı anlatamam! Bir onunla kalsa ne var? Eve dönünce de bir sürü nasihat, kıssa dinledik, Şermin'le. Üstelik bir o kadar da azar işittik. Acaba bir daha harama elimi sürer miyim?

Mahallenin bütün çocukları, kızlı erkekli, cam toplamaya gidiyorlardı. Ellerinde Vita, Ufa tenekeleri... İki yanları çiviyle delinmiş, aralarına telle sap yapılmış... Hem dolaşıyor, hem de yerlerdeki cam kırıklarını birisine, çivileri diğerine koyuyorlardı. Ben de takıldım peşlerine. Güçlü kuvvetli oğlanlar taşıyor, biz de yerde bulduklarımızı onlara atıyorduk. Yeni yerleşim bölgesiydi. Her geçen gün yeni gecekondular eklenmekteydi, öncekilere. Bir iki gecede konuverirken eğrilen çivileri fırlatıyorlar, lastikle taş atan çocukların, içip içip camı çerçeveyi yere indiren adamların kırdığı camlar, duvar diplerinde, bahçe köşelerinde kolayca bulunuyordu. Kısa sürede tenekeler doldu, hep beraber hurdacılara gittik. Kahvelerin arkasında, ikisi yan yanaydı. İkisine de sordu en büyük iki oğlan. Daha çok para verene sattı ve paraları aldı. Herkese eşit bölüştürdü.

Hayatımda ilk defa para kazanmış oldum. Avucumda otuz kuruşum vardı. Kendi kazancımdı. Âbi öyle demişti. İstediğimi alacaktım. Evde her şey vardı. Oralarda alacağım bir şey yoktu. Hemen harcamalıydım. Annem haber alırsa, bunun da hesabını sorardı. Sıkı sıkı tembihlemiş:

_ 'Onlar cam toplarken, çivi toplarken, inşaatlardan demir de çalıyorlar. Sen saklın onlarla gitmeyesin! Sakın ha!..' demişti.

Hurdacının hemen bitişiğindeki manava baktım. Orada çok güzel renkli havuçlar gözüme ilişti. Yiyeceğimden değil, renklerine vuruldum. Adam su kaybetmesinler diye yıkamış onları. Mor havuçlar... Beyazdan eflatuna, eflatundan mora her renk var üstlerinde. Hayran hayran baktım bir süre. Sonra da elimdeki paradan hemen kurtulmak için girdiğim bu ilk dükkânın sahibine yirmi beş kuruşla beş kuruşu verdim ve:

_ 'Havuç ver bana.' dedim.

_ 'İki tane eder. Sen seç, al!' dedi.

O gözüme takılanları aldım. Fakat ne yapacağımı bilmiyordum. Bunlar yıkanmadan soyulmadan yenmezdi. Hem ben havuç sevmezdim. Yemek için de almamıştım. Renklerine âşık olmuştum.

_ 'En iyisi eve götüreyim. Çalmadım ya kızmaz.' diye mırıldandım. 'Hem ona para kazanmayı öğrendiğimi söylerim. Başımı okşar, Ayşecik'in hasta yatağındaki annesi gibi ve beni alnımdan öper.'

Adımlarımı hızlandırdım. Bahçeye gelince de koşarak içeri girdim ve anneme elimdeki havuçları uzatarak:

_ 'Para kazandım. Bunları aldım. Al. Ne yaparsan yap!' dedim.

_ 'Nasıl para kazandın?' diye sordu, son derece endişeli ve merakla.

Anlattım, neler yaptığımızı. O kadar kızdı ki anlatamam!.. Havuçların ne olduğunu da bilmiyorum. Onları, kaç kere yere eğilerek almıştım, oysa. Atmasaydı bari. Yetmedi, bir de akşam babam gelince ona da anlattı:

_ 'Kızın sokak çocuklarıyla cam toplamış,' diye başlayarak olanı biteni anlattı. Bir de ondan nasihat dinledim. O, onun kadar tepki vermedi. Sakin sakin anlattı. Ne de olsa çocuk psikolojisinden anlıyordu. Annemin en korktuğu şey, hırsızlıktı. Bana mutlaka bir ders verilmesi gerektiğini kafasına yazmıştı ve tekrarlayıp duruyordu. Babama da:

_ 'Bunu hapishaneye görür. Mahkûmları göster. Hırsızları nereye koyduklarını gözleriyle görsün. Onların ne yiyip içip, nerelerde yattıklarını duysun, ıslatılıp ıslatılıp nasıl dövdüklerini öğrensin, aklı başına gelsin de o hırsız çocukların peşine takılmasın, bir daha!' diyordu.

İçine dert olmuştu. Sanki hırsızlık yapmıştım. Sanki Ayşecik gibi def önünde oryantal oynayıp, göbek atarak kazanmıştım. Bu kadar kızacağını bilsem, koşa koşa gelir müjdeler miydim? Elimle ayağımla başıma iş açtım. Aklına koymuş bir kere. Diyor, diyor:

_ 'İşte bu mahalleye geldik. O çocuklara benzeyecek. Bu mahallede çocuk mu yetişir? Hırsız olur, uğursuz olur. Bunun gözünü korkutmak lazım.' diyor.

Evde o kadar hapishane lafı dinlediğim yetmiyormuş gibi bir gün de Güllük'ten geçerken, Hapishaneüstü denilen yerdeki hapishaneye yaklaştı. Burası; tek katlı, küçücük pencereleri siyah, yıpranmış paslı demirlerle korumalı, beyaz badanalı, eski ve uzun bir binaydı. Babam da vardı yanımızda:

_ 'Şunu bir içeriye sokalım, o adamları gösterelim!' dedi.

Yeteri kadar gözümde canlandırmıştım zaten onları ve filmlerde görmüştüm. Ne gereği vardı? İlle de ille tutturmuştu, işte. Kadın aklı! Babam pek razı değildi ama onun hassasiyetini anlıyor, benim nasıl etkileneceğime önem vermiyordu. Gönlü olsun diye beni oraya, o kalabalığın içine soktular. Babamın tanımadığı yoktu. Gardiyanla selamlaştı. Hal hatır sordular. Ayaküstü konuşurlarken; annem, orada görüşe çıkan, demir parmaklıklar arkasındaki bir mahkûma yaklaşıp, muhtemelen göz kırparak:

_ 'Sen cam topladın, çivi çaldın, değil mi? Onun için koydular seni buraya.' dedi. Adamcağız da ne yapsın? Onaylamak zorunda kaldı. Bana bakarak:

_ 'He ya amcam! Hırsızlık uğursuzluk ettim de ondan.' dedi.

_ 'Siz orada ıslak betonun üstünde yatıyorsunuz, değil mi? ' dedi annem, bana duyurmak için:

_ 'Ah! Burada neler çektiğimi sorma gari! ' dedi adam.

Bir taraftan da gelen ziyaretçisiyle konuşuyordu. Hepsi çil bezden yakasız gömlekler ve pijama gibi pantolonlar giymişlerdi. Annemin beni oraya ne maksatla götürdüğünü bildiğim için konuşulanların gerçekliğine inanmadım. O sahne, o konuşmalar, oynanan parodi, aklımdan silinmeyen canlı bir ibret tablosu olarak belleğimde yerini aldı. Hiç de etkilenmedim. Çünkü ben zaten hırsız değildim. Asla olmayacaktım. O, benim için sadece ziyaret hükmündeydi.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

22 Temmuz 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar