His

Kızıla çalan,ama hep dağınık o kıvır kıvır saçlarını düşündü.Sonra gülüşleri geldi gözünün önüne bir an.Her sabah tam kapıdan çıkarken ardına dönüp baktığında gördüğü o masum bakışlarını hatırladı.Şimdi adımları daha da bir sıklaşmıştı...

Pencerelerinden,altlarında paslı boya kutuları sarkan,kirli soba boruları diklemesine Arnavut taşlı sokaklara çıkartılmış,bazılarının kırık camları saç levhalarla kaplanmış;kimi birer kimi ikişer katlı,çatıları eski ve kırık kiremitler yüzünden yer yer muşambalarla örtülmüş;sanki yıkılmamak için birbirlerine yaslanmış,dizlerinde derman kalmamış gibi,yorgun,suskun ama; belki de içlerinde hiç bilinmedik,hiç tadılmadık sıcacık ve küçücük mutluluklar yaşanan,o asırlık ahşap ve bir o kadar da bilge evlerin önünden geçerken artık koşuyordu...Kollarını çekiştirsen,neredeyse bileklerini bile örtmeyecek kadar kısa ve ön düğmelerini zorlasan da birleşmeyecek kadar vücuduna dar gelen,o nihayet iyice solmuş garip bir lacivert rengindeki ceketinin etekleri,cılız bir pelerin gibi savruluyordu o şiddetli rüzgarlarda.Neden sonra,yine her akşam eve geldiğinde onu görünce karşıdan sevinçle kollarını uzatıp;hani belki de o eski ahşap evlerin içinde yaşanan,hani belki de hiç bilinmedik,hani belki de hiç tadılmadık o sıcacık mutluluklar gibi tarifi imkansız kocaman sarılmalarını düşündü.Karşı şeritten gelen banliyö treninin o ağıt gibi sirenini duymadı bile.Buz tutmuş ve artık birbirine iyice kenetlenmiş çakıllarda koşmaya çalışırken,etrafında uçuşan yırtık ve boş torbalar gibi savrulurcasına,sendeleye sendeleye kayboluyordu yavaş yavaş, göz gözü görmez mavi bir akşam üstü tipisinde ve gözden kayboluyordu bir bir,yüzleri ayaz tutmuş,pencereleri duman tüten ama gönülleri sımsıcak o asırlık bilge evler de...

Sokak lambasının en son ne zaman yandığını hatırlayan yoktu bile.Sokaktaki bütün çukurların,çamur birikintilerinin,pis suların yerlerini artık iyice ezberlediğinden,bilmeyenin gündüz gözüyle bile geçemeyeceği engelleri bir çırpıda geçiverdi.Her akşam ev dönüşlerinde,soğuğun zifiriyle mıhlandığı,o karanlıkların içine;acıklı martı çığlıklarını,hırçın dalga seslerini ve sanki o meçhul denizin tabii bir parçasıymışçasına,artık kulakların iyice aşina olduğu o balıkçı motorlarının sabahçı gürültülerini bizzat kendi elleriyle savuruyordu o işgüzar Lodos.Sokağa açılan,o etekleri iyice çürümüş kirli ve ahşap kapının ardına kadar açık olduğunu görünce,bir anda keskin bir kıt a dur emri yemiş asker gibi adeta çakıldı kaldı olduğu yerde.Sonra bir kaç korkak adım daha attı..Kaderi sanki rüzgarın eline terk edilmiş gibi,bir gidip bir gelen;gelip gittikçe fukara yakarışlarla gıcırdayan o kapının önünde öylece durdu...Sonra duruldu.Kaldı ve bekledi...Artık sadece nefesinin sesi duyuluyordu,rüzgardan ve onun getirdiklerinden arta kalanlardan başka...İncecik göğsü,dev bir cüsse gibi sanki bütün denizi,martıları,karanlıkları,ve o karlı rüzgarları da derin derin içine çekiyor,sonra bir anda buhar edip geri veriyordu o beyazlar içinde...Göçük yanaklı,elmacık kemikleri iyice belirgin ve kirli sakallı o zayıf yüzünü hafifçe yukarı doğru kaldırdı.Tozlu bir ampulün cılız ve sarı bir gölgeyle zorla aydınlatmaya çalıştığı,o dik ve dar ahşap merdivenlerin başında durup aşağıya,kapıya doğru bakan biri olsa,yüzünün zayıf hatlarının o göçük yanaklarına çöken sebepsiz gölgeler yüzünden daha da bir belirginleştiğini hemen görürdü.Her basamağı,adeta bir enstrüman gibi,her bir ayak basışta,kendine özgü değişik ahenklerle,tedirgin ve evhamlı ahşap gıcırtıları çıkartan bu merdivenlerden yaklaşan sesler,yukarıda hep mutluluğun habercisi olmamış mıydı sanki ve yukarıda hiç bilinmedik,hiç tanınmadık insanlara özgü;hiç duyulmadık,hiç tadılmadık,sıcacık ve küçücük mutluluk hikayeleri yaşanmamış mıydı sanki?

Dar ve uzun bir odanın pencereye en uzak mesafesine kurulmuş,yüzündeki emayeler neredeyse tamamen pul pul dökülmüş,içinde birkaç tahta parçasından başka,eski gazete kağıtlarının kül uçuşmalarından henüz yanıp söndüğü belli olan;buraya gelene kadar kim bilir kaç el değiştirdiğinin sayısı bile artık bilinmeyen,eski ve dökük,modası geçmiş dökümden bir soba...Odanın kararmış ahşap tavanına çakılı kancalı çivilerine tutturulan,tellerle bağlanmış,yer yer emaye boruların aralarına saç borular büyük bir uğraşla sıkıştırılmış ve her an yıkılacakmış gibi odayı bir baştan bir başa dolaşan ve nihayet çerçeveleri iyice çürümüş bir pencerenin üst göz camının tamamen sökülüp,yağ tenekesinden bozma bir saç levhayla, kenarları her ne kadar yalıtılmaya çalışılsa da,ıslık ıslık rüzgar alan o boşluktan dışarı verilmiş,altına paslı bir boya kutusu asılmış,kirli ve soğuk bir soba borusu...

Hani bazen,bir Ocak ayazında,anasından yadigar yere serili o döşekte sırt üstü yatarken,her zaman böylesine yanmaya alışık olmayan o sobadan,karanlık tavana gürül gürül vuran alevlere dokunmaya çalışırdı ya parmak uçlarıyla küçücük mutluluklar belirirdi ansızın yüzünde.Alevler damlardı tavandan o tebessümlerindeki belli belirsiz gamzelerine.Bir elini başının altına destek yaparak huzurlu karanlıklarda onu seyrederdi.Ancak,küçücük ama bir o kadar da yüreğine sığmayacak kadar büyük mutlulukların sesi değildi bu;her korkak adımında,basamakların ve rüzgarın elinde tutsak o kapının çıkardığı buruk sesler...

Mutluluk başka neydi ki sanki.Zenginlik neydi,işte buydu,işte oydu.Tavana vuran alevlere dokunmak,dokundukça ısınmak,ısındıkça mutlu olmak.Hepsi buydu işte..Yüzleri ayaz tutmuş,pencereleri duman tüten ama gönülleri sımsıcak o asırlık bilge evler biliyordu bunu,hissediyordu.Belki şehir de biliyor,şehir de hissediyordu.Ama insanlar insanlar bilmiyordu,insanlar hiçbir şey,ama hiçbir şey hissetmiyordu...

İsyankâr bir alacakaranlık gölgesi boğmak üzereydi o kaslı soğuğun elleriyle sanki tüm odayı...
Vefakar bir dost gibi dokunmayın sanki diyordu;dokunsalar ağlayacak kadar boğazı düğümlü odadaki şu fındık kabuğunu bile doldurmayacak kadar o koskocaman mutlu anılar.Ve bir ağıt yüklü tren daha geçiyordu.Sallanıyordu o soğuk borular da..Sallanıyordu sıska ve dizlerinde artık derman kalmamış o cüssesi de tüm evle beraber;gümbürtülü kesif bir tahta sesi hiçliğinde.Bir tren daha geçiyordu ışıkları karanlık odanın içine pencereden dalıp tavanlardan süzülerek.Bir tren daha geçiyordu,ama bu sefer içini katar katar ezerek...

Kızıla çalan,ama hep dağınık o kıvır kıvır saçlarını düşündü.Sonra gülüşleri geldi gözünün önüne bir an.Her sabah tam kapıdan çıkarken ardına dönüp baktığında gördüğü o masum bakışlarını hatırladı...

Baba baba deyişlerini.İşte söyleyebildiği tek kelime buydu.. Ve her akşam eve geldiğinde onu görünce,ayağa bile kalkamadan,karşıdan sevinçle kollarını uzatıp;hani belki de o eski ahşap evlerin içinde yaşanan,hani belki de hiç bilinmedik,hani belki de hiç tadılmadık o sıcacık mutluluklar gibi tarifi imkansız kocaman sarılmalarını hatırladı.İşte bildiği tek mutluluk buydu,ve tavanda yanan alevlere parmak uçlarıyla dokunmaktan başka...Kim bilir bu şehirde daha ne mutluluklar vardı kocaman kocaman.Kim bilir bu şehirde daha ne ışıklar vardı lunaparklarda,vitrinlerde yanan,renk renk,o kirli tavanda yanan alevlerden başka...Özürlü mutluluklarla yaşatmak kolay mıydı sanki ve sonra bırakıp gitmek onu her sabah özürlü bir dünyaya...
Pencereden girip tavandan süzülen vagonların ışıkları,beyaz bir örtünün üzerinde kayboluyordu.O beyaz örtüyü,sanki pencereden girip tavandan süzülen o vagonların ışıkları alıp götürüyordu hiç bilinmedik,hiç tadılmadık,hiç yaşanmadık mutluluklara doğru,sanki el sallıyordu yüzleri ayaz tutmuş,pencereleri duman tüten ama gönülleri sımsıcak o asırlık bilge evler de ardından..Ölmüştü!
Ölmüştü işte! Sallanıyordu tüm ahşaplar ve pencereden dışarı çıkan kirli soba borsu ve altındaki paslı boya kutusu da.Sallanıyordu baba tren geçiyordu ve vagonların ışıklarına binip gidiyordu sanki küçücük ruhu hiç bilmediği,hiç tatmadığı,babasının hiç gösteremediği mutluluklara doğru o öksüz ve özürlü ama kendince mutlu dünyasından...

Ölmüştü! Ölmüştü işte.O ölürken,o anda,işte tam o anda belki de bir iş adamı,adamını bulup iş bitiriyor;belki de bir banka kim bilir gecelik ne faizler veriyor,kim bilir ekonomi yüzde kaç büyüyordu.O anda kim bilir bir fahişe parasını sayıyor,bir memur rüşvetini alıyor,bir siyası ne nutuklar atıyordu...O anda kim bilir hangi dernekler,hangi vakıflar Allah adına yardımlar toplayıp,Allah adına şirketler kuruyordu...

Tren uzaklaşırken fakir bir el dokundu omzuna.Başın sağ olsun dedi komşulardan biri.Haberi gönderirken henüz sağdı.Elindeki boya sandığı düştü,ağlıyordu baba.Göçük yanaklarından aşağıya süzülen yaşlar kirli sakallarını ıslatıyordu,ağlıyordu.Dermansız kaldı ve öylece düştü dizüstü ağlıyordu baba..Hem de öyle bir ağlıyordu ki,öyle bir ağlıyordu ki sanki az önce gelirken içine çektiği bütün denizi,martıları,soğuk karanlıkları ve o karlı rüzgarları göğsünden söke söke,hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.Yüzleri ayaz tutmuş,pencereleri duman tüten ama gönülleri sımsıcak o asırlık bilge evler de ağlıyordu..Ama insanlar ah insanlar,ne ağlıyor,ne biliyor ne de hissediyordu...

Sadece öksüz ve özürlü hasta bir çocuk parasızlıktan ölüyordu,zaten bu özürlü dünyada bu hep oluyordu...

Kızıla çalan,ama saçları hep kıvır kıvır ve dağınık,masum gülüşlü,parmaklarının ucuyla mutluluğa dokunan o çocuk,bir vagonun ışıklarına binerek hiç bilinmedik bir ülkeye gidiyordu...Ama bu acıyı sadece baba ve sadece asırlık o bilge evler hissediyordu...


Suskun Öyküler...

01 Şubat 2012 9-10 dakika 1 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar