İki Yüzlü Hayat

Küçük evinde altı kardeşiyle birlikte yaşam savaşı verirken, hep mutsuzdu Yeliz. Bir ekmeği altıya bölüp paylaştıkları da olmuştu karınlarını doyurmak için. Evlerinin alt katında bir tane inekleri vardı, ona dam da yapamamışlardı, evlerini ayırmak için kapı da yoktu üstelik. Hayvanın kokusu aşlarına karışırdı ama zamanla duyarsızlaştı uzuvları. Burunları koku alamaz duruma geldi, gözleri bakar ama görmez, yürekleri ise çarpmaz oldu heyecanla. Tek telaşeleri doymak ve yaşamaya devam etmekti. Babası kederliydi, annesi düşünceli. Cahillik başa bela derlerdi, işte o zaman anladılar bu sözün ne demek olduğunu. Yedi çocuk demek, yedi tabak, yedi hayat, yedi can demekti... Peki o canı ayakta tutmayı başaramadıysa anne baba suçlu kimdi? Sessiz kalışlarında tek düşündükleri buydu ve verdikleri tek cevap vardı: ' Suçlu biziz.'




Okula giderdi Yeliz gitmesine ama hep asıktı suratı ve açtı sevgiye. Öğretmeni onunla ayrıca ilgilenir, ufak tefek masraflarını karşılardı ama yetmezdi tabi bütün bunlar. İsterdi ki onun da yeni ayakkabısı olsun, sadece kendi eskitsin onu. Yeni çantasını taksın omzuna, fermuarı bozulup derisi yırtılıncaya kadar... Bütün eşyalarına baktığında hepsinde mutlaka bir defo vardı. Çünkü ya bit pazarından alınmış ya da onun bunun küçülmüşleriyle yetinmek zorunda kalmıştı. Onların içinde ruhu da eskimişti, bir paçavraydı sanki, üstü başı gibi...




Televizyon izlemekten korkar olmuştu. Çünkü izledikleri başka bir alemmiş, hayatın içinden değilmiş gibi görürdü. Makyajlı, mücevherli kadınları, sıcacık evde oturan kızları görünce kıskanırdı da, çıkarmazdı sesini. Halbuki ne çok isterdi onların yerinde olmayı. Hayat, bir sürü dalı olan bir ağaçtan ibaretti ve her dalında bambaşka meyveler çıkıyordu. Kimi ise çıplaktı, meyvesi ve eğikti toprağa doğru. Hiçbir su, onları doğrultmayı başaramadı. Gökten de yağsa, insan eliyle de dökülse, meyvesiz dal, kesilmeye mahkumdu...




Hayattan ümidini kestiği bir anda, okula giderken beyninde bir sürü düşünceyle mücadele verirken taşlı yollarda, bir adam çıktı karşısına. Köy yerinde tanırdı herkes herkesi, bu büyük ağabeyinin arkadaşı Seyfi idi. İki oğlu vardı biri beş, diğeri on yaşında. Otuz beş yaşlarında, uzun boylu, bir hayli yakışıklı biriydi.




'Nasılsın Yeliz?'

' İyiyim Seyfi ağabey, sen nasılsın?'

' İyiyim ben de, uğraşıyoruz işte iş, güç. Ayakkabıların eskimiş, su almıyor mu onlar?'

' Alıyor ama iki tane çorap giyince içine, pek üşümüyor ayağım. Yenisini alamayacağımıza göre, bunlarla idare etmek zorundayım.'

'Peki, hadi sana iyi dersler, görüşürüz.'




Pek anlam verememişti bu suale. Utandı, kıpkırmızı oldu yanakları. Eğilip yırtık ayakkabılarına bakınca bir kez daha lanet etti fakirliğine.




Aradan birkaç gün geçti, bu kez okul çıkışı yine gördü Seyfi ağabeyini. Bu sefer elinde bir poşet vardı, karşı yoldan ona doğru geliyordu. Yeliz yolunu değiştirmeye çalıştı ama ondan önce davranıp kesti yolunu:




' Bu senin, içim el vermedi öyle dolaşmana. O güzel ayaklara yakışmıyor üşümek. Güle güle giy, ayağında eskisin.'

' Bunları kabul edemem Seyfi Ağabey, hem ne derim evdekilere? Babam asla bir yabancıdan bir şey almayın diye tembihler bizi.'

' Dediğin lafa bak, ben yabancı mıyım ki? Hem okuldan dağıttılar, durumu kötü olanlar için der geçersin. İnini cinini araştıracak halleri yok ya!'

Kısa bir tereddütten sonra aldı poşeti Yeliz, mahcuptu ama içten içe de mutluydu.

' Teşekkür ederim ağabey, sağ olasın.'

' Hiç önemli değil, görüşürüz.'




Koşa koşa eve gitti Yeliz, poşeti açıp ayakkabısına bakmak için sabırsızlanıyordu. Eve gelince annesi fark etti elindekini, nereden geldiğini sordu. Seyfi ağabeyinin öğütlediği gibi okulda dağıttıklarını söyleyip geçiştirdi. Kendisini odasına atar atmaz, küçük kardeşleriyle göz göze geldi. Aynı odayı dört kişi paylaşıyorlardı. Gerçi evde sadece iki oda vardı. Poşeti açtıktan sonra gözlerine inanamadı. Yepyeni, siyah, hafif topuklu bir çizmeydi hediyesi. Hem de öyle güzel ki! İçinde polar vardı, hiç ıslanmayacaktı artık ayakları, tek çorap da giyse sıcacık olacaktı!




Seyfi ağabeyinin yardımı bu hediyeyle sınırlı kalmadı. Ertesi gün bir kolye vardı elinde, sonraki gün kırmızı bir kazak, üçüncü gün de çok güzel kokan bir parfüm. O gün dayanamadı, sordu Yeliz:




' Neden bana bunları alıyorsun ağabey?'

'Çok mu merak ediyorsun, söyleyeyim. Senden çok hoşlanıyorum ve o evde sefalet çekmene dayanamıyorum. Halbuki benimle yaşamayı seçsen, sana daha neler alırım neler!'

Yeliz duyduklarına inanamamıştı, söylediği sözler tokat gibi acıtmıştı canını. Ne diyeceğini bilemedi, korkmuştu.

'Seyfi ağabey sen ne diyorsun? Ben daha on dört yaşındayım. Üstelik sen evlisin, çocukların da var. Nasıl böyle bir şey düşünürsün?'




'Karımı sevmiyorum Yeliz. Hem boşanacağım en yakın zamanda. Sana ayrı bir ev alırım, orada otururuz boşanana kadar. Sen bunu en iyisi iyice düşün. Lüks içinde yaşamak istemez misin? Kimse sana kötü kötü bakamayacak, hakaret edemeyecek, imrendiğin her şey senin olacak! Karar tamamen sana kalmış ama bu konuyu kimseye söyleme.'




Yeliz ne diyeceğini bilemeden koştu eve. Odaya kapanıp yattı. Hiç kimseyle konuşmak istemiyordu. Hayattan bıktığı bir anda, birden uzatılan eli tutmalı mıydı? Seyfi ağabeyinin karısı aklına geldi sonra. Kolunda sayamadığı kadar çok bilezik vardı. Boynunda beşi bir yerde. Öyle çalımlı yürürdü ki, herkes hayranlıkla ve özenerek bakıp kalırdı arkasından. Şimdi onun yerine geçme fırsatı vardı. Ama henüz boşanmamıştı üstelik yaşı çok küçüktü ve boşansa da resmi nikah kıyamazdı ona. Çünkü babası müsaade etmezdi. Bunları düşünüyordu düşünmesine de bir yanı :' Git kızım' diyordu. 'Git, kurtar kendini bu sefil hayattan.'




Yeliz ikinci sesi dinledi. Okula gitme bahanesiyle çıktı evden ertesi gün ve yolun köşesinde arabayla bekleyen adamı gördü . Yeliz'in kendisine doğru geldiğini görünce gülümseme belirdi yüzünde. Hiç samimi olmayan, kurnazca bir gülüş...




' Korkuyorum Seyfi ağa...'

'Şişşşşt! Ağabey yok artık, Seyfi diyeceksin. Sen artık benim kadınımsın, biricik aşkımsın.'

' Nereye gidiyoruz?'

' Birkaç gün ortalıklarda görünmemekte yarar var. Bir arkadaşımın evinde saklanacağız bir süre, sonra dönüp sana alacağım evde yaşayacağız.'

' Annem çılgına dönecek, babam her yerde bizi arayacak. Ağabeyim burada olsaydı o da düşerdi peşimize ama askerde.'

'Sen korkma, hiçbir şey yapamazlar. Biz aşkımızı yaşayalım.'




Arkadaşının evine gideceklerini söylemişti ama vardıkları ev bomboştu. Sahiplerinin tatilde olduklarını söyledi. Koca evde sadece ikisi vardı. Bundan sonra olacaklar kanını donduruyordu Yeliz'in ama bir kere çıkmıştı bu yolculuğa, dönmek için çok geçti. Cebinden çıkardığı altın kolyeyi taktı boynuna usulca. Bir rüyada gibiydi Yeliz, kabusa dönüşmesinden korkuyordu. Sonra, eğilip öpücük kondurdu dudağına ve kucaklayıp odaya götürdü. Artık tamamen onun kadını olmuştu...




Yeliz eve gelmeyince ayaklandı evdekiler. Annesi sinir krizine girdi, babası öfkeyle fırladı köy meydanına. Dedikodu yayılmıştı köyde, görenler olmuştu ikisini, giderlerken. Söylediklerinde baba yüreği inanmadı önce, sonra dayanamadı bu yükün altında, kalp krizi geçirdi ve hastaneye kaldırıldı, doktorlar ne yaptılarsa da kurtaramadılar zavallı adamı. Kızının ayıbı, ölümüne sebep oldu.




Birkaç gün sonra döndüler köye. Ortada ne yeni bir ev vardı, ne de karısından ayrılmaya niyetli bir adam. Bambaşka biri olmuştu evde. Bütün o güzel sözler uçup gitmişti. ' İlk karım, gözümün nurudur. Ondan asla ayrılamam, iki çocuk verdi o bana. Sen de ev işlerinde ona yardım edeceksin. İyi geçinin, ikinizi de alırım ayağımın altına, ona göre.'




Yeliz çaresizdi, babasının ölüm haberini alınca iyice nefret etti kendisinden. Zenginlik hırsı nasıl bir hata yapmasına sebep olmuştu? Kendi hayatını mahvettiği gibi babasının ölümüne sebep olmuş, kardeşlerini yetim bırakmıştı! Gözyaşı sel olup ağlarken, kendisine olan nefreti çığ gibi büyüyordu.




Evden çıkması ve telefon görüşmesi yapması yasaktı ama bir gün, adam odada uyurken bir fırsatını bulup aldı telefonu ve hemen jandarmayı aradı. Evin adresini verdi, kaçırıldığını söyledi ve yardım istedi. Yarım saat sonra jandarma çaldı kapılarını. Seyfi, kendi isteğiyle geldiğini söylese de Yeliz askerin arkasına saklanmış 'Götürün beni, lütfen götürün!' diye feryat ediyordu. Jandarmaya götürüldü Yeliz, oradan da yurda... Köyden uzaklaşması gerekiyordu çünkü hem ailesi düşmanıydı artık hem de o köyde bulunan herkes...




Yurda yerleştirildikten sonra olanları düşündü Yeliz. Çocuk aklı iki güzel söze, iki pahalı eşyaya nasıl kanmıştı? Fakirlik bu kadar mı tak etmişti canına, kuma olmayı kabullenecek kadar... Bütün hayatını mahvetmişti, ailesinin alnına da leke sürmüştü. Hayatın acımasızlığına lanet ederken, yurdun rutubetli kokusunu derince çekti içine... Sanki fakirlik onun kaderiydi ve inanmıyordu artık hiçbir şeye. Pencereden, parlayan yıldızlara bakarken bir anda şu sözler çıktı ağzından: " Hayat, sen ne iki yüzlüsün!"

08 Nisan 2013 9-10 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (5)
Yorumlar (4)
  • 11 yıl önce

    " Hayat, sen ne iki yüzlüsün!"

    Ne doğru bir tespit. Hatalar bazen geri dönüşü olmayan hatalar yaparız. Son pişmanlığın fayda etmediği. Çok güzel bir hikayeydi. 👍 O güzel yüreğinizi ve kaleminizi kutluyorum..sevgiyle kalın.

  • 11 yıl önce

    Sevgili Seda,

    Sen hep yaz emi😊😊

    Gerekiyorsa nefes dahi aşmadan yaz👑

    Çok güzeldi, kutlarım...

  • 11 yıl önce

    Işın ağabeyim bu hikayede gerçek yaşantı var... Yürek burkan bir tanıklık... Teşekkür ederim Şiirkolik ailem...👍

  • 11 yıl önce

    İbretlik bir hayat hikayesi ve hüzünlü bir öykü. Anadolu'da zaman zaman karşımıza çıkıyor bu tip yaşanmışlıklar...😅

    Hüzünlüydü kutladım Seda hanım yürekten...