İlhan

İlhan kimdi? Kim olabilirdi? Sadece kapıda karşılaştığımız ve beni izlediğini sandığım gün görmüştüm onu. Aslen Burdurlu ve imam hatip çıkışlı bir tıp öğrencisi olduğundan başka hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Birisi bana onu sorsaydı ya da onun hakkında yazacak olsaydım, neler yazabilirdim? Bir düşüneyim... Yüzünü alelacele evden çıkarken yarım yamalak gördüğüm bu genç hakkında sima okuyuculuğu yapayım, bari. Nasılsa sabah oldu. Ezan okunmaya başladı. Acaba o da namaza gidiyor mu? Perdeyi kapatayım ve arkasından bakayım. Kısasa kısas... O bana öyle yapmıyor mu? Ürkütmeden yakalarım evden çıkarsa ve iyice bakarım. Baktığımı görürse yine başını çevirir, saklanır. Oysa hakkında fikir yürütebilmem için en azından yüzünü görmem lazım. Gözleri ne renk acaba? Uyanık olduğunu biliyorum. Namazı kılmadan yatmaz. Evde mi kılar? Cami çok yakın. Galiba çıkar. Ah, hele bir çıksa da görsem!

Sima okuyucuları varmış eski Türklerde. Orta Asya'dan beri uygulanan bir yöntemmiş. Bir bakışta insanın nasıl biri olduğunu söyleyiveren, tükürüğü koyulmuş yaşlılar varmış, topluluklarda. Her aşiret, boy ve hatta obada böyle birileri olurmuş. Birisine kız mı verecekler ya da kız mı istemeye gidecekler? Onu, sima okuyucu güngörmüş yaşlı kadın veya adama gösterir, nasıl biri olduğu konusunda ondan malumat almaya çalışırlarmış.

Yanılmamışım, işte çıkıyor apartmandan. İki tarafı çiçekli bahçede ilerliyor. Buraya baktı ama sadece kapalı tülü görebildi. Sokak kapısının mandalını açtı, sağ eliyle. Çıktı ve kapattı, iyice. Perde kapalı ya, rahatça karşıya geçti. Tamam. Yeteri kadar gördüm. Yere basışı, yürüyüşü, kemik yapısının her hareketi ipucu dolu. Artık onu yazabilirim. Ben de namaz kılayım, ondan sonra. Hiçbir şey namaz kadar önemli değil. Haydi kızım, Gerçek Sevgili'n çağırdı! Haydi abdest al ve koş o huzura!

Ne kadar huzur verici bir arınma, abdest! Rahatlama, ferahlama! Bebekken beni uyutamayınca annem lavaboya götürürmüş. Yüzümü, ellerimi, ayaklarımı yıkar, kurularmış. Sakinleşir, ferahlar ve uyurmuşum. Abdest, bana aynı ferahlığı veriyor. Yalnız, namaza durunca, her ne hikmetse bir heyecan, bir acelecilik geliyor! Sanki hızlı hızlı okumazsam, zaten bildiğim iki sure var, onları yanlış okuyacakmışım gibi geliyor. Okuma bitince de hangi rekâtta olduğumu unutacakmışım duygusu gelip yerleşiyor. Şeytan, olanca silahını kuşanıp dikiliyor karşıma! Elim ayağıma dolaşıyor.

_ 'Acele şeytandır.' diyor annem. 'Tövbe etmede, misafiri doyurmada, cenazeyi kaldırmada...'

Acele edilecek yerleri sayıyor. Hepsi aklımda kalmıyor. Yazılı olmalı, gözüm görmeli, beynim resmini çekmeli, aklım ezberlemeli. Bir kulaktan girenlerin bir kısmı, diğerinden çıkıyor.

Namazda da aklıma geldi. Şeytan getirirmiş. Annem öyle diyor. En düşkün olduğumuz konuları hatırlatırmış ki huşu ve hudu içinde kılamayalım. Hatta bir de kıssa anlattı. Önce onu yazayım, sonra da beyimizi anlatayım:

Adamın biri tüm serveti olan, hayatı boyunca biriktirdiği altınlarını bir küpe doldurmuş ve bir yere gömmüş ama sonra nereye gömdüğünü bir türlü hatırlayamamış. Bildiği derin bir hocaya gidip, durumu anlatmış. O da ona, beş yüz rekât namaz kılarsa, yerini hatırlayabileceğini söylemiş. Adam eve koşmuş, beş yüz rekât namaz kılmak niyetiyle Allah'ın huzuruna durmuş ama şeytan hemen yetişmiş, yerini almış. Adam daha beş altı rekât kılmadan, altınların yerini hatırlayıvermiş. Namazı bırakıp, sevine sevine küpü sakladığı yerden çıkarmaya gitmiş. Daha sonra da aynı hocayı bulup, bu işin nasıl bu kadar kolay olduğunu sormuş ve minnettarlığını bildirmiş. O da ona:

_ 'Şeytan ister mi senin beş yüz rekât namaz kılmanı? Onun işi, ne yapıp yapıp, namazı kıldırtmamak... Kul namaz kılarken, Kuran okurken o yanar. Yanmaya başladı ya, sana onların yerini hatırlattı ki devam etmeyesin! Oysa o namazın iki rekâtı bile dünya ve içindekilerin hepsine bedeldir.' demiş.

Ben de ilk iki rekâtı kıldım. Üçüncüde hemen yazacaklarımı hatırlatmaya başladı. Namazı zor bitirdim. İyice uykum geldi. Yazayım da yatayım, bir an önce:

O, yalnız birisi... Varlık dünyasında yok gibi... Bir gezen cenaze, yaşayan bir ölü... Durgun... Bir kuyu suyu gibi derin ve hareketsiz... Öylesine kendi kabında, öylesine uzak ve küskün... Ne gülümsemekte, ne de çatık kaşları. Fakat yüzü sakin mi sakin, hatları rahat, cildi duru, alnı geniş, parlak mı parlak... Kaşlarının arasından iri bir damar, beyne doğru uzanmakta... Uzun, kemikli parmaklar... Alnına düşen perçemiyle Yunan heykelleri kadar yakışıklı olduğundan habersiz sanki... Sessiz adımlarla, gizlenir gibi dolaşan, içine kapanık, yanık tenli, ince, uzun, iri siyah gözlü, dalgalı siyah saçlı, silik bir gölge... Ne çevresiyle ilgili, ne de giysileriyle... Yok gibi. Dedim ya, yok gibi. Var olsaydı, fark edilirdi. Doluverirdi çevresi, gülenlerle, şakalaşanlarla.

O, yokluğu yaşamakta, varlık dünyasında. Kıyasıya birbirini kıranların, hırpalayanların, koşmaca kovalamaca yaşayan insanların arasında acelesiz... Bu hengâmenin içinde, ağır ve kendinden emin, kendi usulünce saklambaç oynamakta.

Alacakaranlık. ?Çıt' yok etrafta. Sokaklarda, allı yeşilli insanlar yok, yarı çıplak ve modern. Yollar bomboş. Caddenin ortasına serçeler konup kalkıyor, yalnızca. Küçük, aç ve güçsüz serçeler... Birer kırıntı peşinde, sessiz ve beklentisiz, kanat çırpıyorlar. Mekânda ölüm sessizliği... Çevre de ölü onun gibi. Rüzgâr da, ışık da, yapraklar da ölü, dallarında, hareketsiz... Gölge gibi yürüyor. Ne düşünüyor? Belki hiçbir şey... Zaten o bir hiç. Hiç mi hiç! .. Ne mutlu ona! .. Hiç olabilene! ..

Yürüyor. Acelesiz, yavaş, muntazam ve kendinden emin adımlarla... Arada uzaklara, gökyüzüne bakıyor. Tefekkür eder gibi. O, mutlaka Allah'la. Kulakları duymuyor sanki, gözleri görmüyor. Kendini bilmiyor. Aniden adını soruverseler, kafasını toplayıp hemen söyleyemeyecek, biraz düşünecek, belki. Kalbi nasıl atıyorsa, öyle istemsiz yürüyor. Kolları da öylesine sallanıyor, işte.

Dudakları sırlar gizliyor. Dişleri otuz iki düğüm vurmuş, sırların üstüne. Dili yemin etmiş. Suskun. Gözleriyse, her şeyi bildiğini söylüyor. Kaşları şahit.

Gönül kapılarını kapatmış, insanlara. Ümitsiz. Anlatamamış, anlayamamışlar, anlatamıyor. Duvar gibi dinliyorlar. Yankılanıp, kendisine dönüyor, anlattıkları. Taş gibiler, sert mi sert! Kaya gibiler, nüfuz etmek imkânsız... Ne lüzumu var, onlarla konuşmanın? Angarya, lüzumsuz, boşuna!

Kapıdan çıkarken sessizce nefes alıyordu. Sessiz, garip, biraz buruk, yalnızlığı içinde... Bir temmuz sabahıydı. Hava ılıktı. Sokaklar boştu, dünyası boş, gönlü boş... Acaba boş muydu?

Gönül boş olur mu? Platonik de olsa dünyevi bir aşk girip oturmuştur, içine. Aşka dair duyduğum ilk söz, arka sokağımızdaki Oniki'nin karısı Fikriye'ye aitti:

_ 'Her gönülde bir aslan yatar.' demişti.

Kocasına neden ?Oniki' demişler? Antalya'da herkesin bir lakabı vardır. Lakabı olmayan da kasabasının ya da köyünün ismiyle anılır. Adam kahveci. Gece saat on iki oldu mu millete:

_ ' Haydi bakalım, saat on iki... Kapatıyoruz, beyler! ' diyerek, sandalyeleri masaların üstüne ters kapatmaya başladığı için.

Neler kalmış aklımda! Ne lüzumsuz laflar, çocukluğumdan... ?Adı çekilmek' değimini de ondan duymuştum. ?Birinin birisiyle ilişkisi olduğunu söylemek, iftira atmak, karalamak, lekelemek, alnına leke sürmek! ' demekmiş. Adama bir şey olmazmış. Ona şan şeref olurmuş. O öğünürmüş de kadım dövünürmüş:

_ 'Ah ablacığım! Ah! ..' 'demişti anneme. 'Sorma! Aşağı Köy'lü Hasan Amca'lara sık sık gidiyorum diye adamla adımı çektiler, benim. Ben daha yirmi sekiz yaşındayım. O, babam yaşında... Hiç olur mu? Altmış dört yaşında! Hem, kimsenin gönlü boş değildir. Her gönülde bir aslan yatar. Öyle değil mi? Kalbimi yarsınlar da baksınlar bakalım Hasan Amca mı var? Herkesin bir sevdiği vardır, kavuşamasa da...'

_ 'Karasevda...' demişti, annem.

?Karasevda' sözcüğünü de ilk kez annemden duymuştum, çiçek ekerken. Bu lafın üstüne, orada söze girmiştim:

_ 'O çiçek adı değil mi? Ufa tenekesine ektiğin, kara yapraklı, çiçek açmayan...' diye sormuştum.

_ 'O başka. O da karasevda... Sen anlamazsın. Daha altı yaşına yeni girdin. Bebeğinle oyna. İşine bak. Buraya kulak kabartma! 'demiş, 'Bu kız amma da meraklı! ' diye söylenmişti.

Sormadan nasıl öğrenecektim? Gerçi aşk bana lazım değildi ama benim de erkek arkadaşlarım vardı. Acaba onların hangisi gönlüme koyabileceğim aslandı? Aklımda yoğurmaya başladım, ben de: ?Demek ki Fikriye Oniki'yi sevmiyor. Başkasını seviyor ama Hasan'ı değil. Yaşlı olduğu için onu beğenmiyor. Nasıl da derinden bir 'Ah! ..' çekti! Anneme anlatacak da annem deşelemiyor...'

Fikriye, iri yarı, esmer, düz simsiyah saçlı, hafifçe bıyıkları olan, erkeksi görünüşlü bir kadındı. Kocası da sinek sıklet... Bir altmış boylarında, incecik, çöpten çelebi, pire gibi biri. Tabi tutmaz kadının gözü o adamı. Üç oğulları bir kızları vardı. Yaşamaksa, bir oda bir mutfaktan ibaret gecekonduda yaşıyorlardı, kendi hallerinde. O günden sonra Oniki'ye acıyarak bakmaya başladım.

Muradiye Camii'nin yakınındayız. Cemaatinin bir kısmı önümüzden geçiyor. ?Bu adamlar namaz kıla kıla akıllarını oynatmışlar herhalde. Her çıkan kendi kendine konuşuyor. Orada tartışıyorlar mı ki hırslarını alamayıp, çıkınca da fısıl fısıl söyleniyorlar? Acayip! Hemen hemen hepsi mırıldanıyor. Gözlerini oynatıyor, sanki kafalarının içinde birisiyle hesaplaşıyorlar.' diye düşünüyordum. Kendi kendine konuşana deli derler. Öyle ya... Dikkatli baktım. Ellerini gizlice yüzlerine sürüyorlar. Demek ki dua ediyorlarmış. Aynı kişiler camiye gelirken de dalgın dalgın dudaklarını kıpırdatıyorlardı. Bir gün bu insanların dudaklarının neden böyle sürekli kıpırdamakta olduğunu babama sordum:

_ 'Zikrediyorlar. Zikir daima olur. Her yerde... Her zaman... Sadece banyo gibi ibadet edilmemesi gereken yerlerin dışında; yatarken, otururken, yürürken, herhangi bir iş yaparken... Kalpler ancak Zikrullah'la itminana kavuşur. Bu bir ayettir.' dedi.

_ 'İtminan ne demek? '

_ 'Emin olma, birine inanma, kesin bilme. İman mevzuu hafife alınmaz. Şakaya gelmez. Peygamber Efendimiz düşünceliymiş. Sahabe sebebini sormuş:

_ 'Sizin için endişeleniyorum.'

_ 'Ya Resulullah! Hepimiz mümin olduk, neden üzülüyorsun, bizim için? '

_ 'Hayır. Siz sadece Müslüman oldunuz. İman o kadar kolay oluşmaz. Zamanla pekişir.' demiş. Bu da ancak zikir ve tefekkürle olur.'

_ 'Bir sözcüğün anlamını sorduğum zaman etraflıca açıklaman sayesinde sevdim, Türkçeyi. Sayende edebiyat alanında iyi yetiştim. Kelime haznemi sana borçluyum. Senin kazancınla beslendim, öğrenim gördüm, halen de öyle... Gölgende büyüdüm. Etim kemiğim, iliğim, bedenim, bilgim, inancım, imanım, her şeyim senden... Bir kuru teşekkür çok az ama teşekkür ederim.' diye ona sarıldım ve yanaklarından doyuncaya kadar öptüm.

Sadece benim gözlerim yaşardı sandım. Yüzüne baktım. O da ağlıyordu.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 77

20 Temmuz 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar